[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

19 Ocak 2013 Cumartesi

‘Senfoni değil ama çok derin’



“En açgözlü hayvan olan ve de hep aç olan kurt gibi değil de sabit duran ama üzerine rahmet yağan, hem de elleri en yükseğe uzanan bir ağaca özenir, ona benzemek isterim” diyor Şule Gürbüz. Hakkında söylemek istediklerimin hepsini özetliyor bu cümle...

Coşkuyla Ölmek’in hayata gelme süreci nasıldı? Nasıl bir dünyada, nasıl ruh haliyle yazdınız bu kitaptaki öyküleri?

Kambur’dan sonra yaklaşık 18 yıl araya bir şey katıştırmadan kendimle kaldım. Ben o vakit kapalı kalmak için kendime 20 sene süre biçmiştim, 19 yıl sonra çıktım. Erken mi oldu diye hâlâ tedirginim. Yeni hikâyeler için, Zamanın Farkında kitabında da yer alabilecek, bu geçen sürenin bende bıraktığı ya da bulduğum sesi diyebilirim. Dünya ve ruh hali benim için değişken değil, derinleşip, uzayabiliyor. Ama bir kozanın içinden buğu ile karışık bakmak bana en yakın yer, burada her zamanki yerimdeyim. Çünkü her şeyi birden sezemez ve göremezsiniz, insan dar ve sınırlıdır. Başkasının, gelmiş ve geçmişin atladığı bir şeyi bile yakalamak, doğru bir yerden müthiş bir rikkatle bakmakla ancak olur kanaatindeyim. Bunun için de en açgözlü hayvan olan ve de hep aç olan kurt gibi değil de sabit duran ama üzerine rahmet yağan, hem de elleri en yükseğe uzanan bir ağaca özenir, ona benzemek isterim, onun yolunu, yani yola çıkmadan yolda oluşunu yol bilirim.

Kitaptaki öykülerde, çoğunluk yalnız, kendi izole dünyasından seslenen, derin iç konuşmalar yapan, yoğun şekilde kendi varoluşunu ve hayatı didikleyen, kalbi kırık karakterler var. Bu temayül bir yazar olarak sizden ne saklıyor içinde?

Kalp kırıklığı demesem de melâl hayatta olmak ile ilgili süresiz bir seziş hali; karakterler de neticede anlatılmak istenenin elbisesi. Zamanın Farkında’da da bu kitapta da tek sesli bir anlatımı seçtim. Belki de seçmedim. Neyi seçebildim ki nasıl yazacağımı seçeyim? Ben sadece kendi içimden çıkana tâbi oldum, onu, sonradan kendim şekil vereceğim bir halden daha doğru ve samimi buldum. Anlatımın derinleşmesi, istediklerimi söyleyebilmem karşılıklı konuşmalarla, olayların iç içe girmesi ile değil de iç konuşmalarla gerçekleşiyor. Kendim de en derin ve sahici konuşmaları, iç döküşleri hep kendimle yapmışımdır. Başkaları devreye girince derinlik ve yakıcılık, şiirsel iç dökümleri seyrelir. Zaten bunları söylemek için yazdığımdan başka türlüye en azından şimdi razı değilim. Fazla ve farklı karakterlerle olmak pek yapabileceğimi hissettiğim bir şey de değil. Bir Rus romanındaki gibi yetmiş karakteri nasıl nerden bulayım, ben ömrümde toplam yetmiş kişi tanımadım. Bizim edebiyatımız aslında daha makamsal bir salınımdadır. Ben de onun bu haline tâbiyim. Elimde ve gözümde takip edip sezebildiğim bir gelenek, ince bir iz, bir ayar ve mütevazı bir sofra var. Ben de bu sofraya burun kıvırmak değil, bir eksiği varsa tamam etmek istiyorum. Yani batı müziğinin matematiksel doğruları, süslemelerde bile görülen hesaplılık ve intizam, seslerin çok sayıda enstrümanla üst üste yükselişi ile bina edilmiş görkemli ve güç yapısı edebiyatının iyi örneklerinde de var. O insanlar onu sırtlayacak beceri ve takatte, kemik yapıları farklı. Bizim edebiyatımız ise daha tek ses ve tel üzerinde ince menevişlerle ilerleyen ama bulduğu yeri çok ince işleyen duyarlı ve hassasiyetleri çok gelişmiş bir edebiyat. Bulduğunu tam buluyor, anladığını dönüp tekrar sormuyor, uzun bir senfoni değil ama kısa parçalarla çok derin. Mevcudu güzel bulmaktan yanayım. Mevlit de çok güzel ve kendi gücündedir ama özenir kırk saz ilavesi ile çok sesli yapacağım dersen elindekini de kaçırır, rezil edersin. Bu müziğin, edebiyatın, pilavın üzerine konacak başka bir şeye ihtiyacı yok. Onu anlayacak olana ve karşısına geçtiğinde duygulanacak olana ihtiyacı var.

Kitapta bir gençlik/ihtiyarlık bahsi var. “İhtiyar coşkusuz ölür, genç eğer ölürse coşkuyla ölür” diyor öykünün kahramanı. “Coşkuyla ölmek” diye yazarken tam olarak neydi aklınızdan geçen?

Bu biraz şiirsel bir ifade, öyle de anlaşılmaya muhtaç. Açıklanmakla seyrelecek türden ilhamî bir seziş. Zaman zaman dilin olanaklarını sadece aklın sert ipine teslim edip boynunu uzatmaktansa sezgi ile derinleştirmek için şiire başvurmak ve onun her şeyi makul buluşu, arkasına önüne bakmayışı ile zenginleşmek çok teselli edici geliyor. Hikâyenin bütününde yaşamanın verdiği perişanlık ve yetememe hali ile ölümün de insana bir kudretle gelemeyeceğini, ölürken dahi ezilerek, küçülerek, çaresizlikle ölünebileceğini sezdirmeye çalıştım. Gençlik ölümü böyle değildir, imrenilecek yanları, arkada onun alıp gittiğine sıra bekleyerek bakanlara verdiği bir yükseklik duygusu vardır. Coşkundur da. Ezilmemişken, bitmemişken henüz taze iken, çatırtıyla ölmek, coşkuyla ölmektir. Yaşamaktan, kendinden, kendi kadardan utananın genç ölmeye duyduğu hayranlık.

Kitapta zamanın kocamanlığının ve geçip gitmek bilmezliğinin boğucu duygusu sıklıkla hissettiriyor kendini. Bir yazar olarak en mühimsediğiniz konulardan biri olan zaman, neye denk geliyor sizde?

Zaman en çok tükenişi ve tükenirken alınan şekli ifade ediyor bana. Ama üretmek de tüketmektir, iyi olmak da, iyileşmek bile başka hastalığa hazırlanmak, anlamak da bitirmek değil ancak bir şeyi geride bırakmaktır. Bu tükenme olumsuz anlamda değil, yaşıyor olmaya denk. Zaman bitmiyor, içine aldığını bitiriyor. Mesele bitmenin nasıl ve neye başlangıç olduğu, geride kalanlar, olmayanlar, bitmeyi ve gitmeyi anlayamamak, yatıştırıcı kabulün zorluğu, kendinden emin ve memnun olamamak, kendini hep kusurlu, tutarsız ve vermesi gerekenden az vermiş hissetmek… bunlar hep dert. Zaman, bunların üstündeki, insanın üstündeki cami puşidesi kalınlığındaki örtü, ne gizler, ne ısıtır, sadece arada aralanır.

Öykü kahramanlarınız “ortalama çoğunluk”tan ayrı olarak hayatın gerçeğine dair çok daha derin bir farkındalığa sahip, alabildiğine huzursuz insanlar. Huzursuzluğu çok iyi yazıyorsunuz…

Her şey herkese tam olarak isabet etmiyor ya da vakti, gelişi ayrı. Dünyanın zevklenme, sefalanma, memnuniyetle oturma yeri olmadığı binyıllardır söyleniyor. Dolayısı ile benden evvel gelenler, aklı daha önde gidenler zaten ‘İnsanın kemal derecesinin yaşamaktan duyduğu sıkıntı’ olduğunu söylemişler. Bu ve benzerleri hep hakikat makamından söylenmiş. Yani sıkılmıyor, huzursuz olmuyorsan Allah’ın şanslı kulu değil olsa olsa bir seme kulusun demek belki de yanlış olmaz. Huzursuzluk, yaşadığını da nasıl yaşadığını da fark etmekle artan, keskinleşen bir şey. Bilemediğiniz, size isabet etmemiş bir huzursuzluğu duyma halinde insan kendi huzurunun sahiciliğini tartabilmeli herhalde, iyi ki ben değilim dememeli. Sahici, başkaları tarafından sezilmiş huzursuzlukların onunla tanışmamış olanları rahatsız edebilmesi gerekir. Çünkü nasıl olsa kurtuluş yok, burada sahiplenmez ve evet, varmış demezsen başka belki daha zayıf bir zamanda kabulüne mecbur kalınacak. Bu bir mizaç meselesi değil, farz gibi, yaparsın yapmazsın ama o, senin yapmak, anlamak zorunda olduğun borcundur.

“Yazma süreci” diye bir şeyin olmadığından, onun yerine bir “olma süreci” olduğundan bahsediyorsunuz yakın zamanda Bir+Bir'e verdiğiniz söyleşide. Ve peşine yazmanın veya yazmamanın sizin için hiçbir öneminin kalmadığı bir zamanda yazabilecek hale geldiğinizi söylüyorsunuz. Bunu açar mısınız biraz?

Yazı yazmak da söz söylemek gibidir demek istiyorum. Bir hal karşısında söz söyleyecek durumda olmak, o hali taşımış, bilmiş, muhtevasından ve ağırlığından haberdar olmuş olmayı gerektirir. İşin aslından habersizin ne söylerse söylesin sözünün hükmü yoktur. Sözü olanın ise suskunluğu bile bir kıymettir. Her baş dönecek başka bir baş arar, kulak kendi işitemediğini bir başkasından duymakla sağırlığından biraz olsun kurtarır. Yazacak halde olmak böyle bir şey. Sözün, anlayışın duyuşun artık olması ve dolması, bunu kendi kendine bilmek. Ama bu sahicilikle, çok zamanla ve nelerle olduğu için söz söyleyebiliyor olma hali söyleyebilen, yazabilen için artık bir anlam taşımadığı zamana denk gelir hep. Tam da bu nedenle sözün ve yazının kişinin kendine yarar ya da kendini büyüler olmaktan çıkıp başkaları için olması hali anlaşılır olur. Artık tamam olur.

Zamanın Farkında'nın yayımlanmasından sonra bir yazar olarak nasıl bir seyir izledi hayat sizin için?

Değişen bir şey yok. Benim değiştirmeme ve aynı kalma gayretim var. Sadece benim zaten bildiğim ve içinde olduğum dışarıya da biraz aşikâr oldu. Ama hayatı pek hayatıma sokmaya niyetim yok. Onun seyrinden ziyade kendi seyredişime tabiyim.

Hayatın sıradanlığına, rutinine, normalliğine, süreğenliğine dair felsefi boyutta nefis tespitleriniz var kitabın içinde. Hayatın olağanlığının içinde derin anlamlar arayan, o sıradanlığa sığmasa da ondan kurtulmak için çırpınmayan, yine de varoluşa kafa yoran, görünenin arkasındaki halleri görmeye niyet eden kahramanların zihninden geçip gidiyor bu düşünceler. Siz de bunca klostrofobik buluyor musunuz hayatı?

Tabii, insan kendinde bulmasa başkasında gördüğünü de anlamaz, hatta inanmaz. İnanmak biraz da sahip olmaktır. Sahip olmak da ister istemez biraz savunmak, biraz dertlenmek biraz da onun da elle tutulur tarafını göstermeye çalışmak.

Bir+Bir'e verdiğiniz söyleşide sanatın perişan olmakla, acı çekmekle alakasından da bahsediyorsunuz. “Hayatın çok güzel ve tatlı olduğunu düşünsem ve buna inansam, bir daha kalemi elime almam diyorsunuz.” Edebiyatın mayasında keder mi var gerçekten?

Edebiyat denilen şey tek çeşit değil malum. Benim bahsettiğim türde edebiyat dünyanın olduğundan beri olan dertlerini kendine dert edinmiş, zamanı, sonsuzluğu, insanın yetemezliğini, hayatın darlığını ve insanın buna zoraki sığma ve bir yer bulma çabasını, kaderi, iradeyi, ruhsal gelgitleri, kendini bilmeyi… aralamaya, aralayabildiği yerden gördüklerini aktarmaya gayret eden düşünceye, felsefeye dayalı bir edebiyat. Düşüncenin olduğu yerde keder elbet vardır. Edebiyatın değil, hakikati aramanın mayasında elbet keder vardır. Edebiyata da hayata da nereden bakıp neye talip olduğunuzla alakalı şeyler.

Mekanik saat tamircisi olduğunuzu biliyoruz. Bu mesleği seçme sebeplerinizi sayarken hücre gibi bir yerinizin olmasını, insanlardan uzak olabilmeyi, kendinizle kalabilmeyi istediğini söylüyorsunuz. Kitaptaki öykülerden birinde “bir şeyin içinde kaybolunca kurtulmuş sayılmak" ve "oraya oturduğunda sanki dünyada seni meşgul eden ve kirleten şeylerden aslında uzakmışsın ve dünyadan almak istediğin bu kadarmış gibi köşeciğine oturuvermek” cümlelerini okurken doğrudan sizin mesleğiniz geldi aklıma. Arada bağ kurabilir miyiz sizce?

Evet, tam anlamıyla. Hayatım benim için sabit ve içinde halimle durmakla kendimi bulduğum bir yer. Bir ressamın resmedeceği yeri keşfi gibi benim de hayatta duracağım yeri keşfim kendi adıma önemlidir. Bakılan değil de bakan yerde olmak, dikkat çekmeden dikkat çekici şeyleri toplamak, hayatın hem içinde hem dışında olmak isterim ve böyle bir yeri yerden sayarım. Hayatı da seyretmek isterim, seyirlik olmayı değil

"Acaba söylesem anlar mısınız diyor?" ya bir yerde öykülerden birinin kahramanı. Sizin de böyle hissettiğiniz oluyor mu bazen? Yalnızlığa kıymet verdiğini hissettiğim bir yazar olarak, “diğerleri” sizi ne kadar ilgilendiriyor? Okurun sizi anladığını, anlaması gerektiğini düşünüyor musunuz?

Bunu düşünmek beni körleştirir. Okuru hesaba katmıyorum, aklıma da getirmiyorum. O halle ya yazdığımı, yazmam gerekeni yazamam ya da belki daha beteri okur için yazıyor olurum. Okurlar ne yapıyor, ne kadarlar, nereye kadar çıkıp nerden bakabiliyorlar, bunları bilmiyorum. Herkes payına düşeni yaşıyor, payına düşen kadar anlıyor ve bunların neticesi ne ise o oluyor. Ben benim payımı anlamamda yardımı olan herkese müteşekkirim, bu yazarlara derin bir yakınlığım var. Ama şu saatten sonra okurun anlamasının bana faydası yok. Çok önceden olsaydı da bu sefer benim kimseye faydam olmazdı. İnsan müstakilen her şey değil, tamamlanmaya ihtiyaç duyan eksiğini bir başkası ile kapatır. Yüzlerce yazar bir ilmin mütemmim cüzüdür. İhtiyacı olan, neye muhtaçsa nasılsa anlayacak, alacağını alacaktır. Bu böyle devredilir. Yeter ki önceki ve sonraki senin eline baksın, uzattığını almaya, taşımaya değer bulsun. Bunlar şimdinin işleri değil, daha var.

30.11.2012 12:30:00 // MELİSA KESMEZ kesmezmelisa@yahoo.co.uk
kaynak: http://kitap.radikal.com.tr/Makale/senfoni-degil-ama-cok-derin-251919