Yıllardır söylenenden ve söyleyenden azade anlamı beni yaralayan dizelerini zaman zaman mırıldandığım bir eserin ruhuma en çok tesir eden kısmı şöyle:
“Biz hiç bahar görmedik, kışta doğdun dediler.”
Nasıl bir ifade bu diye içim titrer hep. Doğuran doğurduğuna bu cümleyi sarfetmek için hangi yollardan geçmiştir... Kışta doğmak bir yana, kimilerimiz için bahsi geçen kış hep devam etmekte. Bazılarımız için bu dünya madden, manen kışa tekabül ediyor. Kendimle çok özdeşleştirdiğim bir ifade bu bahsini ettiğim dize. Kışta doğup, kışta yol almak, bahara ölümün köprüsünden geçerek ermek umuduyla yağmurlara, dolulara göğüs germek. Yolda dünyada mevsimlerden ne olursa olsun, yoldaş/kışdaşlarla tanışıp biraz olsun onların varlığında ısınmak.
Kışta doğmak ve kışta yol almak bir nevi bayrak koşusu gibi.
Çocukluğumda ve sonrasında bazen babama almayı düşündüğüm bir kitabın kendi kütüphanesinde olup olmadığını sorduğumda bana; kütüphanesinde evvelce bulunduğunu ama evine yapılan baskın ve aramalardan sonra el konulduğunu bir daha geri verilmediğini söylediği olurdu. Diktacı rejimin varlığı ve muhtelif yüzleriyle, her ne kadar kendi tatsız tecrübeleri üzerinden pek bahsetmeme hassasiyetini gösterse de bu ve benzeri diyaloglarla tanışmış oldum böylelikle. Sonra zaten zaman içinde sahip olduğum bu dolaylı farkındalık doğrudan sahih tecrübelere dönüştü.
Orta okulda güç bela baş örtülü okuyabilmek için çözüm olarak yarı burslu okuduğum özel okulda bir şekilde gelişen yalnızlığımı giderme ihtiyacının da az buçuk katkısıyla ders aralarında okuduğum kitaplardan rahatsız olan okul yönetimi, 25 kişilik sınıfta tekil olmak durumunda kaldığımdan yalnız oturduğum 2 kişilik sıramın altındaki çekmecelerdeki kitaplarımı (geneli edebi eserler) bir arama sırasında rehber öğretmen nezaretinde sakıncalı bulup psikoloji kitaplarım dışındakilere el koymuştu. Bir orta okul öğrencisi için pek çok açıdan fazla ağır gelen tecrübelerim yüzünden, ve tabi bir de günlüğüme dahi el koymaları yüzünden, ben de ilk iş olarak okunabilir diye bıraktıkları psikoloji kitaplarını toplayıp müdürün önüne bunları unutmuşsunuz deyip fırlatmıştım. Normalde agresif biri değilimdir ama bazen insanı çığırından çıkartıyor yaşananlar. Sonra güç bela rehberlik hocası vasıtasıyla günlüğümü geri almıştım ilk etapta sonrasında da kitaplarımı...
Gariptir, psikolojime en büyük hasarı bu “muhafazakar” okul yönetimi vermiştir. Yakın bir gelecekte okulu kuran kimi vakıf yetkilileriyle yüzleşmeyi ve bazı düşünce ve hislerimi aktarmayı çok istiyorum. Lisede arkadaşlarımla beraber yaşadığım onca fiziki darp ve psikolojik şiddet, ikna odaları bile orta okuldaki sistemden yana sinmişliği, pısırıklığı yüzünden sürekli garip girişimlerde bulunan o okul ve yönetimi kadar ruhumda darp izi bırakmamıştır sanıyorum. Bir yanda sistem; evlere baskın yaparken, sakıncalı diye kitaplara el koyarken, 12 yaşında, yaz tatilinde gittiğim Kuran Kursuna baskın yapılmasın diye o yaşta bir buçuk ay perdeleri kapalı bir evde çöp atarken güneşi görmek için sabırsızlanmalara, sıra tartışmalarına, yer değiştirirken bir kamyonetin kapıya yanaşıp gizlice bir kaçak gibi bizi evden eve nakline şahit olup travmalar yaşarken, öğretim yılında muhafazakar okul yönetimi de sistem içinde kendisine açtığı pilot dünyasında eleştirdiği sistemin bir benzerini garip bir çelişkiyle uygulamaktaydı.
Zaten başörtülü okumak istediğim için tercih ettiğim okula sürekli müfettişler baskına gelir, durumdan haberdar oldukları halde bir türlü “suç üstü” yakalayamasalar da durmadan idarenin ve öğrencilerin yüreklerini ağızlarına getirmekten hoşnut olurlardı. Aksi takdirde kafasına estikçe sürü halinde bir okula ikindi çayına geldik gibi saçma mazeretlerle müfettiş ziyaretleri yapıldığına hiç rastlamadım. Kaçak okuyan birkaç arkadaşla saklanmamız daha doğrusu gözden ırak bir yere kilitlenmemiz için zaman kazanmamıza yardım maksatlı bahçedeki lavabosuz ek binada özel okulun “ö”sünden yoksun buz gibi, lavabo ihtiyacımız için bile bazen izin alarak bahçeye çıktığımız bu orta okul döneminde yaşadıklarım yazmakla bitmez. Fakat sanırım ruhumda bıraktığı izler o kadar ağır ki bazılarını haberdar etmek için bile ayrıntılarıyla yeniden hatırlamanın bana vereceği yorgunluktan yana korkum ve birilerinin çıkıp ajite, mazlum edebiyatı gibi ucuz ifadelerle bu tecrübelere saldırmasından yana duyduğum hassasiyet başkalarının yaşadığı zulümlere dair tercüman olmak, bir şerh düşmek gibi meyillerime nazaran ekseriyet dilsizliğe bürünmeye yöneltiyor beni. Peki şimdi neden yazıyorum, çünkü ben istemesem de bana o dönemleri yeniden bir haber ve bir sohbet hatırlatıverdi. Yaşadıklarımdan az da olsa sözel olarak bahsederken eskisi kadar olmasa da çok fazla sarsıldım yeniden. Bu yüzden belki bu tecrübelerin en azından bir kısmını belli bir yöne işaret taşı olabilecek mahiyette kaleme alırsam hem yaşanmışlıkları bir hayra -daha- dönüştürmüş olur hem de biraz serinlerim diye düşündüm.
Orta okulda, birer suçlu gibi kaçak olarak başörtülü okuma stresini o yaşlarında yaşamak yetmiyormuş gibi -ki böylesine zorlu olması benim tercihim olmasa da bu benim ailemden kendi talebimdi- bir de okul yönetimi bir ara okul etrafındaki binalardan fotoğraflarımızı çekip şikayette bulunulmasına karşı uzaktan saç gibi gözüktüğünü iddia ettikleri ucube dizayndaki kıyafeti baş örtüsü yerine bize dayatması içimizde yeni yeni gürleşen o estetik algımıza psikolojik bir saldırı gibiydi. Gerçi kimilerine göre baş örtüsü de ucube tasvirine müdahil olsa da istemediğiniz bir kılığa büründürülmekten daha ucube ne durabilir ki üzerinizde... Aynı dönemde babam öğrencilerinin başını zorla açtırmayı reddettiği için, haftada 24 saatlik ders programı olan bir öğretmenken, bir bir başka okula sürgün edilip gösterme birkaç derse ilaveten lavabo ve laboratuvarların temizliğinden sorumlu olduğu söylenmişti... Diğer başörtülü öğretmen arkadaşlarından görevden uzaklaştırılanlara ilaveten, mecburiyetten başlarını açanlar ise müfettişler tarafından saçları çekilerek gerçek mi peruk mu diye kontrol ediliyordu...
Sonra asıl iç burkuntusunu muhtelif konularda okul adına katıldığım yarışmalarda kazandığım ödüllerin tören merasimlerinde yaşadım. Ne ödül ne de tören (mahrumiyeti) değildi elbette ruhumda iz bırakan. Benim kadar hayatının her evresinde benzer olayları ard arda yaşayanlar kaç kişidir bilemiyorum ama illa ki bir yerinden benzer tecrübeleri yaşayanlar için de paylaşmak istiyorum bir kısmını bu tecrübelerin. Bun yaşananların en azından bir kısmını hem kendim ve kaderdaşlarım için, hem de bu yaşananları görmezden gelen, yahut haberdar olmayanlar yahut unutayazanlar ya da bu durumlarla hiç yüzleşmeden kamusal alana adım atmaya başlayan fevri bir başka baş örtülü nesle farkındalık kazandırmak için yazmak istiyorum. Sebepler daha da çoğaltılabilir...
Orta son sınıfta bir resim yarışmasına 270 insan figürlü bir resimle katılmış ve derece almıştım. Daha başarımın sevincini yaşayamadan, okul yönetimi muhtelif yerlerden tebrik için bazı yetkililerin gelebileceğini belki birkaç gün okula gelmememin daha iyi olacağını söyledi. Sonra Şehir Kütüphanesine bitişik bir sergi salonunda resimlerin sergilenmeye başlayacağı gün bir ödül törenine çağırıldık. Resimlere sergi sonrasında Güzel Sanatlar Fakültesinde sergilenmek üzere alıkonulacağı söylenmişti. Kursağımda kalan ödül töreni ve onca emeğin bir kopyasını bile alamamam yüzünden bir çocuksulukla kimi zamanlar gizlice Güzel Sanatlara girip resmimi geri alma hayalleri kurardım. Sanki o zamanlar misafir olarak bile girebiliyormuşum gibi... Şimdi durum ne kadar parlaktır bilemiyorum. Zira bundan 6 yıl evvel Uludağ Üniversitesine bir derste Düşün Konuş Dinle semineri vermemiz için 2 kişi davet edildiğimizde, bizi davet eden “muhafazakar” öğretim görevlisi benim başörtülü olduğumu görünce dersine katılamayacağımı ve okul içinde ancak odasında kapıyı üzerime ders sonuna kadar kilitleyerek durabileceğimi söylemişti. Ben de oradan ayrılmıştım...
Her neyse, biraz daha geriye yeniden dönecek olursak, peki neden kursağımda kalmıştı ödül törenim orta okulda?!. Sadece kursakta kalmakla da yetinmemişti hem de yıllardır yumru yumru içimde bir yerlerde biriken, hayata dair sahip olduğum sermayem, hazımsızlığıma da eklemlenmişti. Ödül törenine benimle birlikte baş örtüsü takmayan sınıf arkadaşlarımdan B.yi de götürmüştü okul yönetimi. Okul idaresi, törene okul saatleri dışında “sivil” olarak katılsak da ödülümü benim almamı “tehlikeli” buldukları için kürsüye Meryem Rabia diye B. yi çıkartmaya karar kıldığını söylemişti. Törenden önceki süre zarfında sergiyi gezmiştim. 270 insanı muhtelif duruşlarla kirpiklerine, mimiklerine kadar ayrıntıyla çizip, boyadığım, bir nevi kardeşlik konulu resmime bakmıştım uzaktan. Kimi resmi yetkililerin eseri benim resmettiğimi bilmediğinden yanımda rahatlıkla yaptıkları yorumları buruk da olsa keyifle dinleme fırsatı bulmuştum. Zaten resimdeki figür sayısını da onlardan öğrenmiştim. Ben oturup saymamıştım bile. Jüriden biri oturduk saydık diyordu. Gülümsemiştim bir an. Hatırlıyorum. Sonra B.yi çağırdılar, Meryem söyle bakalım ne hislerle, nasıl çizdin bu resmi, biraz bahset bize dediler. B. bana baktı bir an, sonra bakışlarını kaçırdı. Hala hatırlıyor mudur o sahneyi, benim hissettiklerimden ne kadarını sezmiştir bilemiyorum. Bir şeyler uydurup, kendi ellerimle, emeğimle çizdiğim resmi; nasıl yaptığını anlatıp durdu orada öylece. Sessizce ağladım oracıkta... Neden dedim, neden? Aslında nedenini az çok biliyordum yahut anlamlandırabiliyordum ama bunun sistemin dişlileri haline gelmiş insanlar tarafından nasıl uygulanabildiğini hazmedemiyordum... Sonra kürsüde ismim söylenip ödül için çağırıldığımda B. kalkıp koca bir tebessümle kürsüye çıktı ve sistemin istediği öğrenci-insan modeliyle beni oynayarak ödülümü aldı. 14 yaşındaydım, hem ağlayıp hem de onu alkışladığımı hatırlıyorum ziyaretçiler arasındaki yerimden. Bir refleksti alkışlama, belki orada olamadığım halde kendi kendimi gıyabımda alkışlar gibiydim. Şimdi olsa daha farklı bir tutum sergilerdim sanırım. O an hissettiğim acı, karmaşa, bulantı, öfke en çok omurgasız okul yönetimine ve ailemeydi. Sistemin zulmüne aşinaydım az çok o toy yaşıma rağmen. Bir yanım erkenden büyümüştü çünkü bu yüzden. Sistemin bana ve benim gibilere reva gördüğü bu trajikomik dayatmaya dair bir gardım olsa da, müslüman geçinen idareciler en azından okul saatleri dışında daha omurgalı bir duruş sergileyebilirdi diye öfkelenmeden edemiyorum şimdi bile. Hatta daha omurgalı olma ifadesi de kusurlu bir tanım olsa gerek çünkü bir insan bence ya omurgalıdır ya da değil. Çünkü korku tavır alışlarında etkili olsa bile, en azından okullarının reklamına vesile olma derdine düşmeselerdi, ödül törenine başka bir öğrenciyle katılmak yerine sadece ödülü elden alabilirlerdi. Ailemse benim yanımda yer alıp, o ödülü bu dayatılan tutum sebebiyle, hem de bahsi geçen arkadaş beni kürsüde sistemin istediği şekilde bir örneklikle oynarken ve bu bana izlettirilirken bu komediyi tam da bu sırada kesip ödülü almayı reddettiğimizi söylemeliydi diye içim hala çok burkuluyor. Orada varlığıma reva görülen o çifte standart, ötekileştirme ruhuma o kadar dokundu ki üzerinden yıllar geçtiği ve ruhum o darbın acısını bastıracak yeni darplarla doluyken hala bir vesileyle bu anım tazelendiğinde dağılıyorum.
Maalesef bir de bu olayın devamı var. Ödül töreninden sonra sınıf arkadaşım B. sergi salonundan ayrılınca ardından ben de mekanı terkettim. Evlerimiz aynı yöndeydi. Bir müddet sonra kendisine yetiştim yolda. Yanına gidip konuşmaya yeltendiğimde eliyle geri durmamı işaret ederek yolda birlikte yetkililerden birine rastlarsak okulumuzun kapanabileceğini söyleyip arkasından kendisini uzaktan uzaktan takip etmemi salık verdi bana arkadaşım. Haliyle şaşırdım ama bir şey demedim. Biraz daha uzaklaşınca bana gözümde benim asıl mahrum bırakıldıklarım yanında hiç bir değeri olmayan hediyelerimi verdi. Selamlaştık ve ayrıldık. Eve gidene dek bu yaşadıklarımı yutkuna yutkuna düşündüm durdum kursağımda ve aklımda artan yeni yeni düğümlerle beraber. Sınıf arkadaşımın bir suçu yok tabi ama bana sokakta bile bir suçluymuşum gibi davranmasını sağlayan sisteme, onun mekanik dişlisi haline gelmiş güya “biz” dediğimiz insanların tutumlarına öfke, tiksinti ve acımayla karışık düşünceler içimde kabardı durdu içim.
Üzerinden hem uzun denebilecek hem de kısa sayılabilecek bir zaman geçmiş bu ve benzeri pek çok yaşanmışlığım var. Ardından bir yıl sonra beni Lise önünde Vali değiştiği için okul üniformamda baş örtüsü olduğu halde okula almayan ve defalarca hastanelik eden, kaldırıldığımız hastanelere ardımızdan gelip doktorlara göz dağı verip, açılabilecek muhtemel davalar için delil teşkil eden röntgenlerimizi toplatan, okulun 200 metre yakınındaki kafelerden eylem için toplantı yapma ihtimalimizi bahane ederek, parasını ödeyip ısmarladığımız yiyecekleri almamıza müsade etmeden, kollarımızdan çeke çeke dışarı çıkarıp bizi aşağılayan, zaman zaman keyfi olarak arabalara dolduran, Acıbadem köprüsünün diğer kısmından eve gitmek için binmemiz gereken otobüse keyfi olarak bindirmeyip karşı tarafa geçemezsiniz bu taraftaki araçlara binebilirsiniz deyip sadizmine bizi kobay kılan, ters yönden araca binmek istemediğimiz için ara caddelerden bir sonraki E5 köprüsüne kadar bizi yürümek zorunda bırakacaklarını henüz bilmediğim polisler hakkında; “Polis” konulu şiir yarışmasında hocanın ricası üzerine yazdığım bir şiirle dereceye girdiğimde de bu defa Bursa’nın şehir meydanı Heykel’deki törende bulunduğum halde okul idaresi hasta olduğumu söyleyip ödülümü kendisi almıştı kürsüden. İlkine nazaran ikincisi daha acısızdı en azından. “Şükür” en azından bu günlerde rn azından birkaç haber merkezi için haber değeri taşıyor ödül töreni sendromları... Ne ilerleme ama!
Örnekleri çoğaltmak, daha az vurucu olan kimilerinden daha bahsetmek mümkün. Tıpkı lisanslı olarak uzun yıllar müsamerelere katıldığım Türkiye genelinde muhtelif dereceler aldığım Taekwon-Do sporunun siyah kuşak imtihanlarına Ankara’daki federasyonun keyfi uygulaması yüzünden alınmamam ve müsabakalara da bir müddet sonra katılamamam/ız sebebiyle severek katıldığım spor çalışmalarını bırakıp, kelimeleri, belli bir kural ve gönüllülük çerçevesinde de olsa tekmelere tercih etmeye başlamam gibi...
Bu yaşanmışlıkların aktarımıyla kendi salt tecrübelerime vurgu yapmak değil elbette niyetim. Bu tecrübeler sadece bana ait olmadıkları için yazmak istedim daha çok. Ve bir de en iyi kendi tecrübelerimi yorumlayabileceğim için belki de... Yüzeyden derine inmem, verdiği acı yüzünden pek mümkün olmasa da az da olsa denedim... Fakat derine inmeye de hacet yok. Kimi acılar zaman içinde bünyemizde mayalanıyor ama maalesef eskiye gitmeye hacet olmayacak kadar hala benzerlerini yaşamaya devam ettiğimiz o kadar çok inançlarımıza saldırı, hak ihlali, ötekileştirme ve zulüm var ki... İnançlarımıza dair oluşturulan bu sosyal filitre şimdilerde bazı kısımlarda gevşemiş gibi gözükse de varlığını muhtelif kısımlarda, çözüm vaadinde bulunan otorite sahiplerinin samimiyetsizliklerinden de beslenerek sürdürüyor. Yakın bir gelecekte kimi kuşaklarımız bu zulümden nasibini almış olarak bu sorun tamamiyle çözülecek olursa da bu defa uzun bir engellemenin ardından yüzleşilen kamusal alanın farklı sıkıntılarıyla ciddi boyutlarda karşılaşacağımız, içimizde ve dışımızda yeni sınavlar vereceğimiz muhakkak.
Yakınlarda haberdar olduğum kadarıyla adaşım bir arkadaş da muhtelif ithamlarla gece öğrenci evine yapılan Terörle Mücadele ekiplerinin baskınıyla tutuklanmış. Nedense okuduğum İmam Hatip lisesinin önüne otobüs otobüs yığılan ekipler de Terörle Mücadele ekiplerinden oluşuyorlardı?! Bize ulaşan haberler üzerinden mahkumları sahiplenmede temkinli olabiliriz, biraz zaman tanıyabiliriz kendimize, tepkisellikten uzak bir tavır alış ve mücadele sergileyebilmek için ama Adil Medya’nın; Zulüm Bitmedi Sopa El Değiştirdi manşetiyle verdiği haberinde ifade edildiğine göre: Meryem Nurcan Yolvercan ve ev arkadaşı Sinem gece evlerine yapılan baskın ile Terörle Mücadele ekipleri tarafından gözaltına alınmışlar. Evlerine yapılan baskın ile çok sayıda kitaba el konulmuş. İki ev arkadaşı gözaltında 15 saat aç bırakılıp, zorla başörtüleri çıkarılmış. Görüşmeye gelen avukatlarının karşısına da açık olarak çıkarılmışlar. Sanırım bu haberin “Zulüm Bitmedi Sopa El Değiştirdi” manşeti sınırlı da olsa birkaç yerde tutukluların arkadaşlarının çalıştığı sitelerde çıkan haberlere göre daha uygun olmuş... Geçmişin yaraları sarılmadan yeni cürümler işlenmeye devam ediyor... Hem de bu sorun üzerinden pirim yapanların inisiyatifleri ellerinde tuttuğu demlerde... Adaşım ve arkadaşına kendilerine reva görülen bu travmadan az hasarla kurtulmaları için duacıyım. Sistemin kendisi ayrı sıkıntılı, göz altına alınış sebepleri ayrı dert ama gerekçe ne olursa olsun göz altında bu arkadaşlara reva görülen insanlık dışı tutumu gerçekleştiren maşa ellerin sahipleri akşam aynı ellerle sevdikleri insanları nasıl şefkatle sever anlamış değilim... Tutuklulardan Sinem bir müddet sonra serbest bırakılmış. Meryem’i tanımıyorum, belki de pek çok açıdan farklı, düşünsel zeminde karşıt hayat görüşlerine sahibiz. Ama bu; kendisine reva görülen tutumun insanlık dışılığı yüzünden yanında yer almama mani olmuyor.
Bu haberle eş zamanlı olarak okuduğum bir başka olaysa, bir Ermeni Okulunun ana kapısının üzerine kocaman “Ne mutlu Türküm diyene,” tabelasının asılması haberi oldu. Örneklerin içerikleri değişik olsa da aynı sapkın, diktatcı zihniyetin yaptırımlarından biri bu da. Hususi tahrik edercesine... Zaten muhtemelen yönetmelik gereği okulun sınıflarında bulunan bu yazıyı tekrar kapıya büyük bir tabelayla asmak kime niçin hizmet eder malum... Umarım bir gün birbirimizin uğradığı zulümlere karşı algıda seçicilik göstermeden mücadele edebiliriz bu sisteme karşı. Dilsizmütercim2012
“Biz hiç bahar görmedik, kışta doğdun dediler.”
Nasıl bir ifade bu diye içim titrer hep. Doğuran doğurduğuna bu cümleyi sarfetmek için hangi yollardan geçmiştir... Kışta doğmak bir yana, kimilerimiz için bahsi geçen kış hep devam etmekte. Bazılarımız için bu dünya madden, manen kışa tekabül ediyor. Kendimle çok özdeşleştirdiğim bir ifade bu bahsini ettiğim dize. Kışta doğup, kışta yol almak, bahara ölümün köprüsünden geçerek ermek umuduyla yağmurlara, dolulara göğüs germek. Yolda dünyada mevsimlerden ne olursa olsun, yoldaş/kışdaşlarla tanışıp biraz olsun onların varlığında ısınmak.
Kışta doğmak ve kışta yol almak bir nevi bayrak koşusu gibi.
Çocukluğumda ve sonrasında bazen babama almayı düşündüğüm bir kitabın kendi kütüphanesinde olup olmadığını sorduğumda bana; kütüphanesinde evvelce bulunduğunu ama evine yapılan baskın ve aramalardan sonra el konulduğunu bir daha geri verilmediğini söylediği olurdu. Diktacı rejimin varlığı ve muhtelif yüzleriyle, her ne kadar kendi tatsız tecrübeleri üzerinden pek bahsetmeme hassasiyetini gösterse de bu ve benzeri diyaloglarla tanışmış oldum böylelikle. Sonra zaten zaman içinde sahip olduğum bu dolaylı farkındalık doğrudan sahih tecrübelere dönüştü.
Orta okulda güç bela baş örtülü okuyabilmek için çözüm olarak yarı burslu okuduğum özel okulda bir şekilde gelişen yalnızlığımı giderme ihtiyacının da az buçuk katkısıyla ders aralarında okuduğum kitaplardan rahatsız olan okul yönetimi, 25 kişilik sınıfta tekil olmak durumunda kaldığımdan yalnız oturduğum 2 kişilik sıramın altındaki çekmecelerdeki kitaplarımı (geneli edebi eserler) bir arama sırasında rehber öğretmen nezaretinde sakıncalı bulup psikoloji kitaplarım dışındakilere el koymuştu. Bir orta okul öğrencisi için pek çok açıdan fazla ağır gelen tecrübelerim yüzünden, ve tabi bir de günlüğüme dahi el koymaları yüzünden, ben de ilk iş olarak okunabilir diye bıraktıkları psikoloji kitaplarını toplayıp müdürün önüne bunları unutmuşsunuz deyip fırlatmıştım. Normalde agresif biri değilimdir ama bazen insanı çığırından çıkartıyor yaşananlar. Sonra güç bela rehberlik hocası vasıtasıyla günlüğümü geri almıştım ilk etapta sonrasında da kitaplarımı...
Gariptir, psikolojime en büyük hasarı bu “muhafazakar” okul yönetimi vermiştir. Yakın bir gelecekte okulu kuran kimi vakıf yetkilileriyle yüzleşmeyi ve bazı düşünce ve hislerimi aktarmayı çok istiyorum. Lisede arkadaşlarımla beraber yaşadığım onca fiziki darp ve psikolojik şiddet, ikna odaları bile orta okuldaki sistemden yana sinmişliği, pısırıklığı yüzünden sürekli garip girişimlerde bulunan o okul ve yönetimi kadar ruhumda darp izi bırakmamıştır sanıyorum. Bir yanda sistem; evlere baskın yaparken, sakıncalı diye kitaplara el koyarken, 12 yaşında, yaz tatilinde gittiğim Kuran Kursuna baskın yapılmasın diye o yaşta bir buçuk ay perdeleri kapalı bir evde çöp atarken güneşi görmek için sabırsızlanmalara, sıra tartışmalarına, yer değiştirirken bir kamyonetin kapıya yanaşıp gizlice bir kaçak gibi bizi evden eve nakline şahit olup travmalar yaşarken, öğretim yılında muhafazakar okul yönetimi de sistem içinde kendisine açtığı pilot dünyasında eleştirdiği sistemin bir benzerini garip bir çelişkiyle uygulamaktaydı.
Zaten başörtülü okumak istediğim için tercih ettiğim okula sürekli müfettişler baskına gelir, durumdan haberdar oldukları halde bir türlü “suç üstü” yakalayamasalar da durmadan idarenin ve öğrencilerin yüreklerini ağızlarına getirmekten hoşnut olurlardı. Aksi takdirde kafasına estikçe sürü halinde bir okula ikindi çayına geldik gibi saçma mazeretlerle müfettiş ziyaretleri yapıldığına hiç rastlamadım. Kaçak okuyan birkaç arkadaşla saklanmamız daha doğrusu gözden ırak bir yere kilitlenmemiz için zaman kazanmamıza yardım maksatlı bahçedeki lavabosuz ek binada özel okulun “ö”sünden yoksun buz gibi, lavabo ihtiyacımız için bile bazen izin alarak bahçeye çıktığımız bu orta okul döneminde yaşadıklarım yazmakla bitmez. Fakat sanırım ruhumda bıraktığı izler o kadar ağır ki bazılarını haberdar etmek için bile ayrıntılarıyla yeniden hatırlamanın bana vereceği yorgunluktan yana korkum ve birilerinin çıkıp ajite, mazlum edebiyatı gibi ucuz ifadelerle bu tecrübelere saldırmasından yana duyduğum hassasiyet başkalarının yaşadığı zulümlere dair tercüman olmak, bir şerh düşmek gibi meyillerime nazaran ekseriyet dilsizliğe bürünmeye yöneltiyor beni. Peki şimdi neden yazıyorum, çünkü ben istemesem de bana o dönemleri yeniden bir haber ve bir sohbet hatırlatıverdi. Yaşadıklarımdan az da olsa sözel olarak bahsederken eskisi kadar olmasa da çok fazla sarsıldım yeniden. Bu yüzden belki bu tecrübelerin en azından bir kısmını belli bir yöne işaret taşı olabilecek mahiyette kaleme alırsam hem yaşanmışlıkları bir hayra -daha- dönüştürmüş olur hem de biraz serinlerim diye düşündüm.
Orta okulda, birer suçlu gibi kaçak olarak başörtülü okuma stresini o yaşlarında yaşamak yetmiyormuş gibi -ki böylesine zorlu olması benim tercihim olmasa da bu benim ailemden kendi talebimdi- bir de okul yönetimi bir ara okul etrafındaki binalardan fotoğraflarımızı çekip şikayette bulunulmasına karşı uzaktan saç gibi gözüktüğünü iddia ettikleri ucube dizayndaki kıyafeti baş örtüsü yerine bize dayatması içimizde yeni yeni gürleşen o estetik algımıza psikolojik bir saldırı gibiydi. Gerçi kimilerine göre baş örtüsü de ucube tasvirine müdahil olsa da istemediğiniz bir kılığa büründürülmekten daha ucube ne durabilir ki üzerinizde... Aynı dönemde babam öğrencilerinin başını zorla açtırmayı reddettiği için, haftada 24 saatlik ders programı olan bir öğretmenken, bir bir başka okula sürgün edilip gösterme birkaç derse ilaveten lavabo ve laboratuvarların temizliğinden sorumlu olduğu söylenmişti... Diğer başörtülü öğretmen arkadaşlarından görevden uzaklaştırılanlara ilaveten, mecburiyetten başlarını açanlar ise müfettişler tarafından saçları çekilerek gerçek mi peruk mu diye kontrol ediliyordu...
Sonra asıl iç burkuntusunu muhtelif konularda okul adına katıldığım yarışmalarda kazandığım ödüllerin tören merasimlerinde yaşadım. Ne ödül ne de tören (mahrumiyeti) değildi elbette ruhumda iz bırakan. Benim kadar hayatının her evresinde benzer olayları ard arda yaşayanlar kaç kişidir bilemiyorum ama illa ki bir yerinden benzer tecrübeleri yaşayanlar için de paylaşmak istiyorum bir kısmını bu tecrübelerin. Bun yaşananların en azından bir kısmını hem kendim ve kaderdaşlarım için, hem de bu yaşananları görmezden gelen, yahut haberdar olmayanlar yahut unutayazanlar ya da bu durumlarla hiç yüzleşmeden kamusal alana adım atmaya başlayan fevri bir başka baş örtülü nesle farkındalık kazandırmak için yazmak istiyorum. Sebepler daha da çoğaltılabilir...
Orta son sınıfta bir resim yarışmasına 270 insan figürlü bir resimle katılmış ve derece almıştım. Daha başarımın sevincini yaşayamadan, okul yönetimi muhtelif yerlerden tebrik için bazı yetkililerin gelebileceğini belki birkaç gün okula gelmememin daha iyi olacağını söyledi. Sonra Şehir Kütüphanesine bitişik bir sergi salonunda resimlerin sergilenmeye başlayacağı gün bir ödül törenine çağırıldık. Resimlere sergi sonrasında Güzel Sanatlar Fakültesinde sergilenmek üzere alıkonulacağı söylenmişti. Kursağımda kalan ödül töreni ve onca emeğin bir kopyasını bile alamamam yüzünden bir çocuksulukla kimi zamanlar gizlice Güzel Sanatlara girip resmimi geri alma hayalleri kurardım. Sanki o zamanlar misafir olarak bile girebiliyormuşum gibi... Şimdi durum ne kadar parlaktır bilemiyorum. Zira bundan 6 yıl evvel Uludağ Üniversitesine bir derste Düşün Konuş Dinle semineri vermemiz için 2 kişi davet edildiğimizde, bizi davet eden “muhafazakar” öğretim görevlisi benim başörtülü olduğumu görünce dersine katılamayacağımı ve okul içinde ancak odasında kapıyı üzerime ders sonuna kadar kilitleyerek durabileceğimi söylemişti. Ben de oradan ayrılmıştım...
Her neyse, biraz daha geriye yeniden dönecek olursak, peki neden kursağımda kalmıştı ödül törenim orta okulda?!. Sadece kursakta kalmakla da yetinmemişti hem de yıllardır yumru yumru içimde bir yerlerde biriken, hayata dair sahip olduğum sermayem, hazımsızlığıma da eklemlenmişti. Ödül törenine benimle birlikte baş örtüsü takmayan sınıf arkadaşlarımdan B.yi de götürmüştü okul yönetimi. Okul idaresi, törene okul saatleri dışında “sivil” olarak katılsak da ödülümü benim almamı “tehlikeli” buldukları için kürsüye Meryem Rabia diye B. yi çıkartmaya karar kıldığını söylemişti. Törenden önceki süre zarfında sergiyi gezmiştim. 270 insanı muhtelif duruşlarla kirpiklerine, mimiklerine kadar ayrıntıyla çizip, boyadığım, bir nevi kardeşlik konulu resmime bakmıştım uzaktan. Kimi resmi yetkililerin eseri benim resmettiğimi bilmediğinden yanımda rahatlıkla yaptıkları yorumları buruk da olsa keyifle dinleme fırsatı bulmuştum. Zaten resimdeki figür sayısını da onlardan öğrenmiştim. Ben oturup saymamıştım bile. Jüriden biri oturduk saydık diyordu. Gülümsemiştim bir an. Hatırlıyorum. Sonra B.yi çağırdılar, Meryem söyle bakalım ne hislerle, nasıl çizdin bu resmi, biraz bahset bize dediler. B. bana baktı bir an, sonra bakışlarını kaçırdı. Hala hatırlıyor mudur o sahneyi, benim hissettiklerimden ne kadarını sezmiştir bilemiyorum. Bir şeyler uydurup, kendi ellerimle, emeğimle çizdiğim resmi; nasıl yaptığını anlatıp durdu orada öylece. Sessizce ağladım oracıkta... Neden dedim, neden? Aslında nedenini az çok biliyordum yahut anlamlandırabiliyordum ama bunun sistemin dişlileri haline gelmiş insanlar tarafından nasıl uygulanabildiğini hazmedemiyordum... Sonra kürsüde ismim söylenip ödül için çağırıldığımda B. kalkıp koca bir tebessümle kürsüye çıktı ve sistemin istediği öğrenci-insan modeliyle beni oynayarak ödülümü aldı. 14 yaşındaydım, hem ağlayıp hem de onu alkışladığımı hatırlıyorum ziyaretçiler arasındaki yerimden. Bir refleksti alkışlama, belki orada olamadığım halde kendi kendimi gıyabımda alkışlar gibiydim. Şimdi olsa daha farklı bir tutum sergilerdim sanırım. O an hissettiğim acı, karmaşa, bulantı, öfke en çok omurgasız okul yönetimine ve ailemeydi. Sistemin zulmüne aşinaydım az çok o toy yaşıma rağmen. Bir yanım erkenden büyümüştü çünkü bu yüzden. Sistemin bana ve benim gibilere reva gördüğü bu trajikomik dayatmaya dair bir gardım olsa da, müslüman geçinen idareciler en azından okul saatleri dışında daha omurgalı bir duruş sergileyebilirdi diye öfkelenmeden edemiyorum şimdi bile. Hatta daha omurgalı olma ifadesi de kusurlu bir tanım olsa gerek çünkü bir insan bence ya omurgalıdır ya da değil. Çünkü korku tavır alışlarında etkili olsa bile, en azından okullarının reklamına vesile olma derdine düşmeselerdi, ödül törenine başka bir öğrenciyle katılmak yerine sadece ödülü elden alabilirlerdi. Ailemse benim yanımda yer alıp, o ödülü bu dayatılan tutum sebebiyle, hem de bahsi geçen arkadaş beni kürsüde sistemin istediği şekilde bir örneklikle oynarken ve bu bana izlettirilirken bu komediyi tam da bu sırada kesip ödülü almayı reddettiğimizi söylemeliydi diye içim hala çok burkuluyor. Orada varlığıma reva görülen o çifte standart, ötekileştirme ruhuma o kadar dokundu ki üzerinden yıllar geçtiği ve ruhum o darbın acısını bastıracak yeni darplarla doluyken hala bir vesileyle bu anım tazelendiğinde dağılıyorum.
Maalesef bir de bu olayın devamı var. Ödül töreninden sonra sınıf arkadaşım B. sergi salonundan ayrılınca ardından ben de mekanı terkettim. Evlerimiz aynı yöndeydi. Bir müddet sonra kendisine yetiştim yolda. Yanına gidip konuşmaya yeltendiğimde eliyle geri durmamı işaret ederek yolda birlikte yetkililerden birine rastlarsak okulumuzun kapanabileceğini söyleyip arkasından kendisini uzaktan uzaktan takip etmemi salık verdi bana arkadaşım. Haliyle şaşırdım ama bir şey demedim. Biraz daha uzaklaşınca bana gözümde benim asıl mahrum bırakıldıklarım yanında hiç bir değeri olmayan hediyelerimi verdi. Selamlaştık ve ayrıldık. Eve gidene dek bu yaşadıklarımı yutkuna yutkuna düşündüm durdum kursağımda ve aklımda artan yeni yeni düğümlerle beraber. Sınıf arkadaşımın bir suçu yok tabi ama bana sokakta bile bir suçluymuşum gibi davranmasını sağlayan sisteme, onun mekanik dişlisi haline gelmiş güya “biz” dediğimiz insanların tutumlarına öfke, tiksinti ve acımayla karışık düşünceler içimde kabardı durdu içim.
Üzerinden hem uzun denebilecek hem de kısa sayılabilecek bir zaman geçmiş bu ve benzeri pek çok yaşanmışlığım var. Ardından bir yıl sonra beni Lise önünde Vali değiştiği için okul üniformamda baş örtüsü olduğu halde okula almayan ve defalarca hastanelik eden, kaldırıldığımız hastanelere ardımızdan gelip doktorlara göz dağı verip, açılabilecek muhtemel davalar için delil teşkil eden röntgenlerimizi toplatan, okulun 200 metre yakınındaki kafelerden eylem için toplantı yapma ihtimalimizi bahane ederek, parasını ödeyip ısmarladığımız yiyecekleri almamıza müsade etmeden, kollarımızdan çeke çeke dışarı çıkarıp bizi aşağılayan, zaman zaman keyfi olarak arabalara dolduran, Acıbadem köprüsünün diğer kısmından eve gitmek için binmemiz gereken otobüse keyfi olarak bindirmeyip karşı tarafa geçemezsiniz bu taraftaki araçlara binebilirsiniz deyip sadizmine bizi kobay kılan, ters yönden araca binmek istemediğimiz için ara caddelerden bir sonraki E5 köprüsüne kadar bizi yürümek zorunda bırakacaklarını henüz bilmediğim polisler hakkında; “Polis” konulu şiir yarışmasında hocanın ricası üzerine yazdığım bir şiirle dereceye girdiğimde de bu defa Bursa’nın şehir meydanı Heykel’deki törende bulunduğum halde okul idaresi hasta olduğumu söyleyip ödülümü kendisi almıştı kürsüden. İlkine nazaran ikincisi daha acısızdı en azından. “Şükür” en azından bu günlerde rn azından birkaç haber merkezi için haber değeri taşıyor ödül töreni sendromları... Ne ilerleme ama!
Örnekleri çoğaltmak, daha az vurucu olan kimilerinden daha bahsetmek mümkün. Tıpkı lisanslı olarak uzun yıllar müsamerelere katıldığım Türkiye genelinde muhtelif dereceler aldığım Taekwon-Do sporunun siyah kuşak imtihanlarına Ankara’daki federasyonun keyfi uygulaması yüzünden alınmamam ve müsabakalara da bir müddet sonra katılamamam/ız sebebiyle severek katıldığım spor çalışmalarını bırakıp, kelimeleri, belli bir kural ve gönüllülük çerçevesinde de olsa tekmelere tercih etmeye başlamam gibi...
Bu yaşanmışlıkların aktarımıyla kendi salt tecrübelerime vurgu yapmak değil elbette niyetim. Bu tecrübeler sadece bana ait olmadıkları için yazmak istedim daha çok. Ve bir de en iyi kendi tecrübelerimi yorumlayabileceğim için belki de... Yüzeyden derine inmem, verdiği acı yüzünden pek mümkün olmasa da az da olsa denedim... Fakat derine inmeye de hacet yok. Kimi acılar zaman içinde bünyemizde mayalanıyor ama maalesef eskiye gitmeye hacet olmayacak kadar hala benzerlerini yaşamaya devam ettiğimiz o kadar çok inançlarımıza saldırı, hak ihlali, ötekileştirme ve zulüm var ki... İnançlarımıza dair oluşturulan bu sosyal filitre şimdilerde bazı kısımlarda gevşemiş gibi gözükse de varlığını muhtelif kısımlarda, çözüm vaadinde bulunan otorite sahiplerinin samimiyetsizliklerinden de beslenerek sürdürüyor. Yakın bir gelecekte kimi kuşaklarımız bu zulümden nasibini almış olarak bu sorun tamamiyle çözülecek olursa da bu defa uzun bir engellemenin ardından yüzleşilen kamusal alanın farklı sıkıntılarıyla ciddi boyutlarda karşılaşacağımız, içimizde ve dışımızda yeni sınavlar vereceğimiz muhakkak.
Yakınlarda haberdar olduğum kadarıyla adaşım bir arkadaş da muhtelif ithamlarla gece öğrenci evine yapılan Terörle Mücadele ekiplerinin baskınıyla tutuklanmış. Nedense okuduğum İmam Hatip lisesinin önüne otobüs otobüs yığılan ekipler de Terörle Mücadele ekiplerinden oluşuyorlardı?! Bize ulaşan haberler üzerinden mahkumları sahiplenmede temkinli olabiliriz, biraz zaman tanıyabiliriz kendimize, tepkisellikten uzak bir tavır alış ve mücadele sergileyebilmek için ama Adil Medya’nın; Zulüm Bitmedi Sopa El Değiştirdi manşetiyle verdiği haberinde ifade edildiğine göre: Meryem Nurcan Yolvercan ve ev arkadaşı Sinem gece evlerine yapılan baskın ile Terörle Mücadele ekipleri tarafından gözaltına alınmışlar. Evlerine yapılan baskın ile çok sayıda kitaba el konulmuş. İki ev arkadaşı gözaltında 15 saat aç bırakılıp, zorla başörtüleri çıkarılmış. Görüşmeye gelen avukatlarının karşısına da açık olarak çıkarılmışlar. Sanırım bu haberin “Zulüm Bitmedi Sopa El Değiştirdi” manşeti sınırlı da olsa birkaç yerde tutukluların arkadaşlarının çalıştığı sitelerde çıkan haberlere göre daha uygun olmuş... Geçmişin yaraları sarılmadan yeni cürümler işlenmeye devam ediyor... Hem de bu sorun üzerinden pirim yapanların inisiyatifleri ellerinde tuttuğu demlerde... Adaşım ve arkadaşına kendilerine reva görülen bu travmadan az hasarla kurtulmaları için duacıyım. Sistemin kendisi ayrı sıkıntılı, göz altına alınış sebepleri ayrı dert ama gerekçe ne olursa olsun göz altında bu arkadaşlara reva görülen insanlık dışı tutumu gerçekleştiren maşa ellerin sahipleri akşam aynı ellerle sevdikleri insanları nasıl şefkatle sever anlamış değilim... Tutuklulardan Sinem bir müddet sonra serbest bırakılmış. Meryem’i tanımıyorum, belki de pek çok açıdan farklı, düşünsel zeminde karşıt hayat görüşlerine sahibiz. Ama bu; kendisine reva görülen tutumun insanlık dışılığı yüzünden yanında yer almama mani olmuyor.
Bu haberle eş zamanlı olarak okuduğum bir başka olaysa, bir Ermeni Okulunun ana kapısının üzerine kocaman “Ne mutlu Türküm diyene,” tabelasının asılması haberi oldu. Örneklerin içerikleri değişik olsa da aynı sapkın, diktatcı zihniyetin yaptırımlarından biri bu da. Hususi tahrik edercesine... Zaten muhtemelen yönetmelik gereği okulun sınıflarında bulunan bu yazıyı tekrar kapıya büyük bir tabelayla asmak kime niçin hizmet eder malum... Umarım bir gün birbirimizin uğradığı zulümlere karşı algıda seçicilik göstermeden mücadele edebiliriz bu sisteme karşı. Dilsizmütercim2012