[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

24 Eylül 2015 Perşembe

Kurban Habil Kabil


Habil ritülleşen kurban pratiği için öldürülen hayvanların fiyatlarını ve sayısını öğrense kalp krizinden giderdi sanırım, kardeşi de katil olmazdı... Kabil de, Habil'in ardından hasadıyla helva pişirip kaşıklarken, tanrı konsomatrisi değilim diye mırıldanırdı belki...

31 Temmuz 2015 Cuma

Çok Türlü...


"Cinayet cok türlü işlenir toplum onun yalnızca bir türünü kabüllenmez."

30 Temmuz 2015 Perşembe

Epistemik Tecavüz


Epistemik tecavüz diye bir şey var bence. Aile, okul, toplum ve pek çok yolla, asimetrik güç dengesizlikleriyle, doğduğumuzdan itibaren bu tecavüze maruz kalıyor zihinlerimiz. Neyi bileceğimiz, neyi bilmeyeceğimiz ve bunların nasılları, bilgiye ulaşım yolları bile pek çok noktada bu mütecaviz sistem tarafından tutulmuş durumda. Edindiğimiz bilgilerle neyleyeceğimiz bile ekseriyet bu tecavüzün çocuğu. Sonra gel de, düşünmek eyleminin hakkını ver, sonra gel de kendince var ol. Tarih boyunca, bu epistemik tecavüzlere rağmen hayattan kendince som, sek anlamlar yontabilen, bilgiyi de varlığını da kıymetli bir problem olarak ele alabilen bir avuç insana hayranım. Onların arasına dahil olabilir miyim bilmem ama hiç olmadı (epistemik ya da değil) mütecavizler kervanına katılmamak için çırpınıyorum.

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Yavaş Ölüm vs Hızlı Katl

Tanrının, ideolojinin, toplumun, partinin, ailenin, paranın, gücün konsomatrisi olan insanlardan şiddetten başka bir şey türemesini beklemek beyhude. Bu amaçla sevmek bile nefrete denk şiddet türleri üretiyor. Konsomatrislikten sıyrılıp kendisini yontma çabası artan insanların elleri dünyayı kısmen güzelleştirebilir onlar da hızlı bir ölümden sıyrılabilirlerse, yavaş ölümden paylarını alıyorlar. Pek çok defa duruşlarımız reaksiyondan öte geçmediğinden ellerimizle ettiklerimiz hep karşı çıktıklarımızın pratiklerini tersten üretmeye çıkıyor. Öfkemiz de, sevgimiz de hep bir üst gücü tatmin etmek ya da daha güçlü, daha vicdanlı hissetmek için olduğundan böyleyiz. Oysa şiddet, (belki kınama ritüeli de) enerji içeceği gibi bir şey. Onunla asla güçlü olunmaz. Sadece kısa vadelerle kendi varlığımızı ve etrafımızı öğütürken güçlü hissederiz. Bu durumun tekrarı için yine, yeniden şiddet üretiriz. Tekil ve çoğul, şiddete bağımlılığımız bundan. Yaşıyorum dersek yalan söylemiş, kendimizi kandırmış oluruz. Sağımız, solumuz yavaş ölüm türleriyle dolu. Yavaş ölümü tecrübe ederken, yavaş öldürmeler de payımıza düşüyor. Hızlı bir ölüm ve öldürme kadar, yavaş olan dikkatimizi çekip, canımızı yakmıyor. Acılarla morfinliyoruz kendi gaddarlığımızı. Nereye bakıp ne yöne koşacağımızı şaşırdık. Her taraftan halatlar atılıyor üzerimize. Sözün, fotoğrafın urganlarıyla eş zamanlı olarak tüm yönlere çekiliyoruz. Bu yazdığım da bu duruma dahil maalesef.

2 Temmuz 2015 Perşembe

Ahlak-Kötülük


"Bir nesle yadırgatıcı gelenin bir sonraki nesil tarafından kolayca kabul edildiğini hepimiz biliriz. Ahlaki ölçütlerin değişimine gösterilen bu uyum zaman zaman insani mükemmeliyetin bir delili olarak memnuniyetle karşılanır: Halbuki bu insanların ahlaki yargılarının ne kadar zayıf dayanaklara sahip olduğunun nişanesinden başka bir şey değildir." T.S.ELIOT

Aynı şeyi, bir neslin kabul ettiğinin onlardan sonra gelen nesil tarafından kolayca taklit edilmesinden yana daha sık sık yaşamıyor muyuz? En azından ilkinde aşınma dediğimiz şey yaşanırken bir direnç ve törpülenme, bir efor sarfetme, bir bocalama da yaşanabiliyor. Bunun tecrübe ediliş şekline göre pekala bu durum bir tekamül, inşa da olabilir. Diğerinde ise tam bir konformizmle yol almak da mümkün. Öyleyse, iki durumda da bu süreçlerin yaşanış şekilleriyle ilgili bir problem; yargılarımızın ne kadar zayıf olduğu yahut da ne kadar kolaycılığa kaçmakta olduğumuz... Genel olarak insanın yaşadığı, otomatik pilotta bu dünyadan geçip gitmek. Bunun dışına, suni toplumsal zarı yarıp çıktığımız, soğum sancısı ve debelenişi çektiğimiz demlerde, belli bir güzergaha varma takıntısından azad olarak yol alabilirsek, sonuç öncekileri tasdik yahut reddetmeye gitse de yaşanan süreç bizi bence Eliot'un bahsettiği zayıflıktan alıkoyar. Savrulma payı bırakılmamış yolculukların düşünsel ve eylemsel manada bize ne katkısı olabilir? Önemli olan, türbülansı göze alarak, başkalarının türbülanslarına selam ederek yolda olmak diye düşünüyorum.

"Kötülüğün tezahürü dayatılan ahlakın tersine hareket etmeyi gerektirir. Pratik kaygılarla yapılıyor olsa dünyanın gündelik gidişatı içerisinde kimi küçük çıkarları gidermek der geçerdik ama doğası itibarıyla küçük çıkarların değil de varoluşun sunumu olarak cereyan edince, bir kişi olarak kendi hakkaniyetini kurabileceğin tüm insani zemini de yok etmeye başlıyorsun. Bu dünyada her şey bağışlanır, yeter ki istedikleri yerde durmasını bil; bunu kabul etmemeye başladığında yavaş yavaş ölürsün. Anlaman gerekir, saçma da olsa, adice de olsa sana söylediklerini anlaman gerekir: Anlamamak, söylenilenlerin altında bir şey olmadığını dillendirmek günahların en büyüğüdür."

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Su Yorumcularına / Turgut Uyar

khulevank manastırı tepesi, Խարբերդ, kharpert, elazığ...
ben ne güzel işerim güneşe karşı
arkamda medrese duvarı önümde çarşı

bir sürekli kaşınmadır yaşadığım
törelere ve alışkanlığa karşı

geldim gittim geldim bir şey bulamadım
üzüldüğüme ve yorulduğuma karşı

ah aklıma her şey gelir, her şey gelir
doğan güne karşı batan güne karşı

sözde kirlettiğimiz bütün her şey duruyor
bak ne diyorum sana, ele güne karşı

biz duralım bir sürekliyiz duralım
durukluğa, tüberkiloza ve uranyuma karşı

durduk, ateş besledi, kuşları sürekledi
arkamız medrese duvarı önümüz çarşı

güneşe güneşe karşı
Su Yorumcularına II / Turgut Uyar 
biz bir parça acemi bir su yorumcusuyuz
öteden beriden dayanıklılık taşırız durmadan

ellerimiz bir türkü gibi öyle, kendiliğinden
uzun bir gündüzü farkedenlerin en sonuncuyuz

ay batar, çünkü rüzgar bir menekşeye dönüşür, biliriz bunu
çünkü mavi gözlü ve deli sekiz kardeşin onuncusuyuz

ah büyük tarla, ah büyük deniz, ah büyük çalgı, bil!
senin en son alacağın biçimin sabırlı yontucusuyuz

sezgilerimiz ve ellerimiz sonsuz bir alışkanlık gibi. ilerde
aşkın ve tüberkülozun ve uranyumun bulucusuyuz

karalarımız ve aklarımız bir duvarı yıkmaktır, anlatılır
biz, çılgın bir yürüyüşün en tetik yolcusuyuz

eririz tükeniriz, toplanır yaratırız. bu bize aşktır
biz belki de en uzun yaşamalı bir su'yuz

Dut


Dün akşam evin arka sokağında, yol kenarında bir dut ağacından az nasipleneyim dedim. Dallar hayli yukarıdaydı, kararmış olan dutlara uzanmaya çalışırken elim bir tanesine gitti. Uzak olduğundan rengine aldanıp, olgunlaşmış sandım. Ama o dut tanesi koparılmaya direnince anladım henüz olmadığını. Bu direnç o kadar hoşuma gitti ki. Küçücük bir dut, dalından sessizce bana sesleniyor, ben olmadım henüz diye tüm varlığıyla koparılmaya ayak diretiyor. Yediğim dutlardan çok onun hayata tutunuşunun, direncinin lezzeti bana iyi geldi...

26 Haziran 2015 Cuma

Hayat...


Fotoğraf: Helsinki, Finlandiya, Pentti Sammallahti.

Hayat bir yarış değildir.


st. anthony of padua


Balıklara vaaz veren Aziz Anthony.
İnsanlardan umudu kesmişse demek ki.



Sadık Hidayet


"Ömrüm bir oduna benziyor, ocaktan düşen bir oduna: öteki odunların ateşinde kavrulmuş, kömürleşmiş ama ne yanmış, ne olduğu gibi kalmış bir oduna benziyor. Fakat diğerlerinin dumanından, soluğundan boğulmuş…” Sadık Hidayet


alvaro mutis


"hayattan, bizi başkalarının gizlerinin geçici yolcuları yapmasından ve onların yolculuklarının bir bölümüne eşlik etmemize izin veren gizli armoniyi sunmasından fazla bir şey beklemek saçmalıktır." alvaro mutis


ateş yaksak, sütlü mısır közlesek,

batırsak dişlerimizi batan güneşe

dedin de düştüm birden bulutlardan sulara

güzeldin, kendi havandaydın, yeşil bir çekirgeydin

tuttum seni güneşli kanatlarından,

kaldırdım batıya, ürpererek

dudakların yaz elması, sütlü mısır közlemesi

gülkurusu bir serinlik, bir ipek mendil sanki

baktım, koyulaşmış gölgeler karşı dağlarda

başladı başlayacak orkestrası bozkırın

ince bir yel okşayıp duruyordu

mısırların püsküllerini


H.H.Korkmazgil

24 Haziran 2015 Çarşamba

Uzaklardan bir haber...


Hala oldum, her ne kadar kan bağından doğan yakınlıklara toplumun geneline nazaran çok büyük bir anlam atfetmesem de, bir çocukla, insanla bu imkanın doğurduğu daha uzun soluklu bir iletişim ve bağ kurma imkanı güzel bir hal. Elbette, bu muhtemel karakteriyle de şekillenecek bir durum ama kendisi bir kromozom farkıyla iyi insan olma imkanını garantilediği için ayrı bir sevinçliyim. Yeğenim down sendromlu doğmuş, bu ailesi için kimi zorlukları beraberinde getirse de ben mutlulukla karışık baya sevindim ve heyecanlandım. Onlar da öyle... Erkek kardeşim hemen Rain Man'e atıfta bulundu zaten haberi verirken, beklenmedik bir hareket ya da tepkisinden dolayı. Benimse zihnimde bu özelliğe dair pek çok film olsa da ilk 8. Gün filmi aklıma geldi.

Bebeğin Down sendromlu olması, yakın ailede en iyi anlaşabileceğim insan kontejyanının zirvesine transit geçiş yapan bir insan yavrusu hayatıma girdi demek. Sevgili yeğenim, anne olmayı istemiyorum ama bazen down sendromlu çocuklara bakıp onlardan birinin annesi olmak farklı bir tecrübe olurdu diye düşünüp, hoş düşüncelere daldığım oldu. Anne olmayı arzulamadığıma göre, senin gibi down sendromlu olmasam da kromozomlarımda değil ama kafamdaki kimi tahtaların diğer insanlara göre daha farklı olduğunu, kimilerinin eksik kimilerininin de fazla olduğunu sen de zamanla anlayacaksın : ) Evet, bence anneliğe ehliyetim yok ama çocuklarla dostluğa hayli istidadım var, bunu senden duymayı isterim ilerde... Bir de mümkünse bana hala demek yerine kafana göre bir lakap bul lütfen : ) Bu toplum icadı etiketler bence pek sıcakkanlı değil, dil açısından da ses olarak pek beğenmiyorum. Yine de sen bilirsin.

Canım yeğenim, sen kimi fiziksel sağlık problemlerini atlattıktan sonra, geldiğimde hayatına girip seninle çok güzel şeyler yapacağımıza inanıyorum. Bir gün, ilerde bu notu belki sana sesli okuma imkanım olur. Belki biraz sadeleştirerek ikimize has bir dille tercüme ederim. Seninle, doğayı, hayvanları, bitkileri, kısmen de insanları beraber keşfedelim. İnsanların çoğunu kafeslerinden sevsek daha iyi : ) Senin ayrıcalıklı bakışın ve sezişinden ben de nasiplenip, sevme yetin ve gülüşünden ben de bolca pay alıp, unuttuklarımı hatırlayayım. Erken biten çocukluğumun biriken faizini birlikte yiyelim olabildiğince, üzerine dondurma da olur. Evimde diğer müstakbel yeğenlerimle beraber kullanabileceğiniz, dünyadan, anne ve babanızdan daraldıkça saklanıp, sığınabileceğiniz renkli, mağara gibi bir odanız olsun. İstediğinizde gelirsiniz diye bunun hayalini kuruyorum. Ama sen ilk göz ağrısı olacaksın, haberin olsun, bu güzel bir şey. Seni şimdiden sevdim ve yüreğinden öpüp, ruhuna sarılıp kokladım... Umarım sen de beni seversin. Bu garip dünyaya hoş gelip, hoş yol alabilmene eşlik etmeyi diliyorum. Görüşürüz...

20 Haziran 2015 Cumartesi

Tanrıyı Robot Resminden Tanıdık-Yoksa Fason Ressamlarını mı?


"Çok küçüktüm, bir keresinde babama sordum: 'Tanrı var mı? Evet mi, hayır mı?' Bana çok akıllıca cevap vermişti: 'İnanmayana göre hayır, inanana göre evet.' Bu sorun çok önemlidir." A. Tarkovsky, Şiirsel Sinema

Bazı yakınlarımla zaman zaman bu konularda kimi tartışmalarımız oldu. Çocuk eğitimi, çocuklara din, inanç eğitimi vs... Genelde mutabık olamıyoruz haliyle. Şahsen, bu budur, doğru şudur, tanrı tektir ve adı da... gibi hiç bir boşluk içermeyen, ebeveynlerden yana katıksız bir konformizmden ibaret eğitimi çok sıkıntılı buluyorum. Buna karşıyım. Aynı eleştirim ateist yahut farklı inanç ve ideolojilerden olan insanların çocuk yetiştirme pratikleri için de geçerli elbette. Hatta çocuklara verilen isimler konusu üzerine de hayli kafa yoruyorum. Zamanla deist, panteist yahut da ateist olmaya karar veren bir insanın isminin Abdullah yahut Muhammed olması bencillik ve haksızlık değil mi? Ben de Tarkovsky'nin babasına benzer tutumları savunuyorum. Çocukların neden, kopyala yapıştır, fason tanrıları olsun ve büyüdükçe de birer fason karaktere yahut da karaktersizlere dönüşsünler ki birer kopya inanan olarak? Baba sonrasında kendisinin nasıl düşündüğünü de paylaşabilir belki gelen muhtemel yeni sorulardan sonra ama bunun şahsi bir süreç olduğu ve çocuğun da yaşayarak kendi inancını tecrübeleriyle yontması gerektiğini ekleyerek... (Varsa) Bir yolculukla varılmış bir inanç noktasını çocuğa aspirin gibi sunup, ezberletmekten imtina edişi, farklı tarafları kısaca tanıtması ve sorunun kıymetini vurgulaması takdire şayan.

Kopyala yapıştır fason inananlar aynı işlemi yeni nesillere de hiç tedereddütsüz uyguluyor. Ortaya da mutlak doğrusuna bir kere bile uzaktan, soru işaretiyle bakmayı beceremeyen, hatta sorgulamayı içinden bile geçirmekten korkan, sorgulayanlara da tahammül edemeyip, kendi ezberlerini tehlike altında görüp hırçınlaşayan inananlar çıkıyor. Bu kafa elbette değil farklı pratiklere, farklı bir fikre bile tahammül edemez. Çünkü suni alçılarla düşünce dünyası doğal sürecin aksine erkenden kemikleşip, tek bir şekilde kaynadı. Arada istisnalar olsa da bu tutumlar o kıvama gelmenin sancı boyutunu katlıyor.

En küçük kardeşim geçenlerde kurstaki sınav sonuçlarından bahsediyor. Ne kadar uğraştımsa da küçük yaşta yatılı okula gönderilmesine mani olamadım. Allah'ın sıfatlarından şu kadar not aldım, ahlak dersinden bu kadar, filan sıfatları unutmuşum diye hayıflanıyor. Az yutkundum, sonra dedim ki keşke bunlar sınav konunuz olmasa. Hiç öğrenmemeni tercih ederdim. Etrafına baktığında bu sıfatları görebiliyorsan kendin görebilmesilisin, bunları kitaptan ezberleyerek öğrenmen üzücü. Herkes bu bilgileri kendi meşrebince hayata bakarak kendisi görmeli ya da görememeli. Tek tip insan, tek tip inananlar fabrikası gibi eğitim pratikleri. Ahlak madde madde derste öğretilecek bir şey olabilir mi? Hele de ahlak başlığı altında bir çocuğu sınav yapmak ne kadar ezici bir şey. Ahlaktan (dersinden) şu kadar not aldım, çok iyiydi ya da ahlaktan kaldım...

Kara mizah. 13 yaşında Allah'ın sözde sıfatlarını sular seller gibi ezberlemiş çocuk, sonra ne düşünecek? Tanrıyı robot resmini ezberlemiş gibi "yakından" tanıyor artık, başını kaldırıp etrafa neden baksın? Ezberlediği maddelerin dışına çıkan biri gördüğünde ona yer açabilmesi ne kadar mümkün olacak? Ya da kendi içinde bu mekanik inanç otobanından ayrı bir düşünce patikası açıldığında nasıl sarsılacak? O patikaya varmak, o yolu denemek için kaç barikatı atlaması, yıkması gerekecek? Bu ne kadar zamanını alacak? Bunu başarması için çocukluğundan ne kadar çok şeyle boğuşacak? Ebeveynlik, çocuk "sahibi" olmak, çok büyük bir iddia olarak beni hep ürkütmüştür. Çocukları çok sevmekle birlikle bu "statüye" özenmiyorum. İçerdiği iddia dışında, aynaya baktığımızda korkunç bir bencillik akıyor insanoğlundan, özellikle anne, babalardan. Bu da çocukları merhametli bir mesafeden sevmeye sevkediyor beni. Çocuklar, bizden (hoyrat bencilliklerimizden) ne kadar uzak, doğadaki diğer varlıklara ne kadar yakın olurlarsa o kadar iyi gibi... Onların yanında belki de ne kadar az konuşup, çok dinlersek o kadar iyi. Çocukların en sevdiğim yönlerinden biri sanırım insana sormayı unuttuğu soruları hatırlatmaları. Tabii artık bu özelliklerini bizim saldırgan öğretilerimizle çok daha erken yitiriyorlar gibi.

Tarkovski'nin başta paylaştığım kısa notu hızla bunları düşündüren bir yolculuğa davet etti beni. Babasının söylediği bir cümle oğlunu ve eserlerini bile aşıp taa bana kadar ulaşıp, elimden tutuyor sabah sabah.. Ne güzel. Peki biz? "Tanrıyı" robot resminden "tanıdıktan" sonra ne yaptık? Fason ressamların eserlerini kendimizi yalnız hissetmemek ve onayla(n)ma ihtiyacıyla, çocuklara, etrafımıza o robot resmi ezberletme tutkusunun dışına çıkabiliyor muyuz? Hiç değilse başka türlü düşünenleri, inananları, eyleyenleri hoyratlıktan arınmış bir halde izleyip, dinleyebiliyor muyuz? Tanrıyı Robot Resminden Tanıdık-Yoksa Fason Ressamlarını mı? İnanç, iman, inkar bunun neresinde?

17 Haziran 2015 Çarşamba

90lar



90'larda bizim evde, çevremizde çınlayan protez, kısmen arabesk bir Hasan Sağındık şarkısı vardı:

"Ah Süleyman vah Süleyman, bu ayaklar nasıl ayak, yorgana sığdı diyelim mezara nasıl sığacak?.. Adamlar gördüm elleri eldivenlerinden kara," diye devam ediyordu. Annem bile evde tekerleme gibi ayaklı kısmını söyleyerek dolanırdı bazen. Hayat garip, birinin son kullanma tarihi geçerken aynı yakıştırmaların üzerine oturduğu insan eksikliğini hiç çekmiyoruz. Yas tutan onun haysiyetsiz bayrak koşusunu devralmış demektir. Yakışır.

"Demirel'in Başbakan ve Cumhurbaşkanı olduğu dönem (1991-1998) bu ülkede kayıtlı 4653 faili meçhul cinayet oldu. Yas tutacaklara hatırlatayım dedim."
"Evladını kaybetmiş analara "cebimden mi çıkarıp vereyim" diyecek kadar alçaktı..."