[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

7 Mart 2011 Pazartesi

Ekürisi Çorap Kokan Vuslat


    Ekürisi Çorap Kokan Vuslat


Geri dönmüş...

    Bu haberi aldıktan sonraki cümlelerin her biri birer uğultuya dönüşüyor. O kadar uzun zaman geçmiş ki onu görmeyeli. Onun geri dönüş haberi diğerini de kendine döndürüyor sanki. Neden daha evvel haberim olmadı gibi bir soru aklına bile gelmiyor. Bu durumu hiç bir şey gölgeleyemeyecek kadar özlemiş zira onu. Elbet bir açıklaması vardır ve ben sormadan sırası geldiğinde sebebini söyleyecektir, diye geçiriyor içinden. Nicedir layıkıyla dillendiremediği muhabbeti ufak ufak patlamalar meydana getiriyor sanki ruhunda. Kalbindeki mağma kabarcıklar çıkartırken yüreği ağzına gelir gibi oluyor. Bünyesinin verdiği tepkiye kendi bile şaşırıyor. Hiç beklemiyordu bunu zira. Burnunun direği sızlıyor.
   
    Nerede olduğunu elindeki poşette tüten sıcak ekmeklerin kokusunu yeniden alınca hatırlıyor. Annesinin kapısındaydı onun. Ekseriyet bir yolculuk dönüşü, sevdiği insanlardan birini seçip, çat kapı haber vermeden gidebileceklerinden birine kahvaltılık bir şeyler alıp giderdi hep. Bu defa da öyle olmuştu. Evin dağınıklığını görmesinden çekinmeyecek, nevresimleri birlikte toplayıp, kahvaltıyı sanki birlikte uyanmış gibi hazırlayabileceği nadir evlerden biriydi burası. Eskiden bu şehirde misafir olarak yaşamanın burukluğunu az biraz gidermesine sebep olurdu bu evde soba üstünde demlenen bir bardak çayı yudumlamak. Şimdiyse benzer bir samimiyeti solumak için bir yolculuktan dönüşte soluğu kendi evinde almak yerine onların kapısında almıştı elinde dumanı üstünde halk ekmekleriyle. Yolda birinin ucundan hiç çekinmeden az biraz kemirmişti bile...  
   
    Hoşnut bir şaşkınlıkla karşıladılar onu. İçeri girmeyi bekleyemeden sarıldılar birbirlerine. O coşkuyla hemen söyleyiverdi annesi onun geri döndüğünü. Yüzündeki tebessümün yanaklarına yaydığı o ılıklık ve ağzından çıkan soluğun dumanıyla  kalakaldı bir müddet öylece eşikte... Sonra eve doğru gelirken çiğnediği çiğ tanelerinin ıslattığı ayakkabılarını girişteki küçük koridorda kartonların üzerine bırakıp içeri girdi. Yeri değişmemiş portmantoya kendi astı üst başını. Telefonlarının kesik olduğunu söylüyordu Gülizar teyze. Meraklanmıştım ben de bir kaç defa ulaşamayınca, dedi. Yıllardır Darulacizeye yakın bir varoş semtte üstü kaçak atölye, iki katlı bir gecekonduda bir hayat gailesiyle yaşamaktaydılar ne uzayıp ne kısalarak. Onu çilekeş bavullarıyla kaç defa otobüslerle sersefil dolanmasın diye otogara arabalarıyla bırakmak için ısrar etmişlerdi de, rengi kaçayazmış düldül yarı yolda koyunca, çamurlu mevzilerde birlikte arabayı itmek zorunda kalmışlardı gülmekten karınlarına ağrılar gire gire. Hala dışarıda çardağın altına çekilmiş uyuyordu o cefakar şahin.
   
    Beynelmilel diyordu Ali amca gülerek, nerelerdeydin, ne zamandır sesin soluğun çıkmıyordu. Seni kendi evladımız gibi severiz. Sen de pek vefalı çıktın hakkını yemeyelim. Evladımız yıllardır yanımızda yamacımızda değilken bile gelip gittin, halimizi hatırımızı sordun... Sizi bir tek evlanız için sevmiyorum ki ben, diye gülüyor. Üç beş lafın belini kırıyorlar. İçindeki karanlık dağılıyor böylelikle. Çıra gibi bir şey şu muhabbet diye geçiriyor içinden. Bir tutuştu mu daha güzelleri de ardından ışıyor. Hepsi biraz sessizleşiyor sonra.
     
    Yüzlerine bakıyor. Gülizar teyzenin mimikleri, el kol hareketleri hala bir genç kız edasında. Yapısında var incelik. Ama yüz hatlarının diriliği ölmüş az biraz. Ali amcaysa atölyede sürekli askı yapmaktan, ağır demir kaldırmaktan belini incitmiş çorabını bile kendi giyemez olmuş. Dolaplarda yine Mustafa’nın el çizimi pahalı araba modelleri. Bazen böyle değişmez yaşamlara içten içe imrenmiyor değil. Kaç senedir gelip gidiyor, değişen hiç bir şey yok. Bu hem üzücü hem de huzur verici bir şey. Neden üzücü olduğunu anlatmasak da olur. Bu hali tecrübe edenler anlayacaklardır. Tecrübe etmeyenler içinse anlatmanın pek bir anlamı olduğunu sanmıyorum. Bu değişmezlik; içinde çırpınanların hareket kabiliyetlerini ölesiye kısıtlasa da, bu çatı altında birbirine sığınanlar için değişmez bir emniyet hissini de beraberinde getiriyor. Biraz hoş beşten sonra kalkıp mutfağa giriyor çay suyunu koymak için. Gülizar teyze de ardından geliyor gülümseyerek. Baş başa biraz daha konuşuyorlar. Eskileri yad ediyorlar. Siz yorgun argın eylemden gelir şu masanın etrafına yığılırdınız. Hemen size mayalı hamurdan lokmalar kızartırdım, akşama kadar muhabbet ederdik. Dayak yediyseniz morlukların üzerine şekerli ekmek koyardık. Burada gülüyor. Ertesi gün ben de gelirdim sizinle. Şimdi hepiniz ayrı bir yere dağıldınız.
   
    Birlikte kahvaltı yaparken lokmaları bile zor yutuyor. Bir an önce onun yanına gitmek istiyor. Ev ahalisi de bunun farkında fakat yapmaları gereken işleri bitirip ancak akşama yola çıkabileceklerini söylüyorlar.
    ***
    Hava kararırken Ali amcayı elinde bir kavanoz kara biberle arabanın ön kaportasını açmış bir vaziyette görüp şaşırıyor. Ali amca elindeki kaşıkla arabanın kimi kısımlarına boyuna kara biber döküyor. Önce çaktırmadan bir fotoğrafını çekiyor. Sonra ne yaptığını soruyor şaşkın bakışlarla. Muzipçe gülerek cevap veriyor Ali amca. Bizim emektar düldül bizi yarı yolda bırakmasın diye karbiratöre kara biber sepiyorum. Ciğerleri açılsın diye. Şaka yapıyor zannediyor baştan ama gayet ciddi olduğunu görünce onu da bir gülmedir tutuyor. Yahu diyor, arabalar üzerinde de koca karı ilaçlarının denendiğini ilk defa görüyorum. İnsanoğlunun işine akıl sır ermiyor. İşe yarıyor bu bari diye soruyor gözlerindeki yaşı silerek. Dua et de yarasın diyor çilesi boyundan büyük emektar adam.
   
    Arabanın kliması yokmuş. Bu yüzden yanlarına bir de battaniye alıp yola düşüyorlar. Erkeklerin biz üşümeyiz siz kendi başınızın çaresine bakın demelerine kanıp, yola tedariksiz çıkmalarına yanıyor Gülizar teyze. Keşke bir tane daha battaniye alsaydık, diyor. Yol boyunca vardiyeli olarak battaniye araba içinde yer değiştiriyor. Baştan erkekler almak istemiyorlar dizlerini birbirine sürtüp titreseler de. Gülizar teyze, artistiğin lüzumu yok, siz hasta olunca ben çekeceğim ceremesini yine, diye üsteliyor. İçerideki soğuk, aracın hızıyla artınca gurur yapmayı bırakıp vardiyeye onlar da katılıyorlar. Ali amca battaniyenin altından değiştiriyor vitesi. Sonra yine sıra arkadakilere geliyor. Ayaklarını koltukların üzerine çekip büküyorlar. Birbirlerinin elini tutup, hareketlerini olabildiğince sınırlayıp battaniye altında ısınan havayı yanlarda açılabilecek ufak delikler yüzünden zayi etmemeye çalışıyorlar. Bir yandan da hepsi birden içinde bulundukları duruma bakıp kıkırdıyorlar. Mahrumiyet onları birbirlerine daha da sıkı lehimliyor.
   
    Sonra birden Ali amca panikliyor. Çünkü ön cam soğuk hava yüzünden klimasızlığın da etkisiyle donuveriyor. Bir müddet böyle ilerliyorlar yarı kör bir vaziyette Şile’ye yolunda. Karşıdan gelen araba ışıklarını görmedikçe mesele yok diyor içlerinden biri. Gülseler mi ağlasalar mı kararsız kalıyorlar. Sonra gülmede karar kılıp durumlarını şakaya vurmaya başlıyorlar. Daha katedecek hayli yol var önlerinde. Yol zaten buzlanmış. Görüntü desen flu bile değil. Bakıyorlar olmuyor, aracı kenara çekiyorlar. Mustafa dışarı çıkıp buzu eline geçirdiği birkaç eşyanın köşesiyle kazımaya çalışıyor ama ne mümkün. Ne yapsak ne etsek derken bizimkinin aklına bir fikir geliyor. Söylemekten yana biraz çekimser de olsa Ali amcanın çakmağı olduğunu bildiğinden az biraz yutkunup, arabadan bir şeyler tutuşturup camın üstüne koysak buzu eritemez miyiz, diyor. Ne yakalım ki kızım eskisi gibi kumaş mendil de taşımıyoruz ki üstümüzde diyorlar. Sırayla çoraplarımızı yakalım, diyor gülümsemesini devam ettirmeye çalışarak hafif çekingen bir sesle. Olur mu olmaz mı derken, ilk denemeyi yapıyorlar. Ali amca çoraplarından birini yakıp ön camın üzerinde gezdiriyor. Olumlu sonuç alınca, yaşa kız deyip gülüyor. Hep başımıza mı örülecek bu çoraplar ülen, oh olsun, diyor öksürük terennümlü sesiyle. Bundan sonra ara ara cam yeniden buzla kaplandığında sağa çekip içlerinden birinin ayağından çıkardığı çorabı yakarak yollarına devam ediyorlar. Şimdi benimkini yakın zaten delikti, diyor Mustafa. Bir kahkaha da bunun için patlatıyorlar. Her bir çorabı yakarken gülmekten gözlerinden yaşlar geliyor. Gözlerimle görmesem çok mübalağalı bulurdum bu anlatılanları. Öte yandan düşünüyorum da aslında bazen hayatın çok mübalağalı durumlarıyla karşılaşmıyor muyuz istesek de istemesek de. Çorabın çok amaçlılığı konusunda birkaç cümle kurup gülerek, güç bela varıyorlar menzillerine.
   
    Kapı açılıyor. Birbirlerine bakıyorlar bir müddet sessizce. Sonra öyle bir sarılıyorlar ki, biri diğerinin ruhuna banıyor sanki kendini. Kalemin mürekkebi kıskanıyor bu hali tasvir ederken. İşte nice yollar aşmış geri dönmüş karşısında duruyor kadim dostu. Herkes yemekten önce bir çorap istiyor. Gülümseme tazeliyor yüzlerdeki yerini. Yıllar sonra ilk anıları bu oluyor. Vuslatın ekürisi çorap kokuyor. Dilsizmütercim