
Ekürisi Çorap Kokan Vuslat
Geri dönmüş...
Bu haberi aldıktan sonraki cümlelerin her biri birer uğultuya
dönüşüyor. O kadar uzun zaman geçmiş ki onu görmeyeli. Onun geri dönüş
haberi diğerini de kendine döndürüyor sanki. Neden daha evvel haberim
olmadı gibi bir soru aklına bile gelmiyor. Bu durumu hiç bir şey
gölgeleyemeyecek kadar özlemiş zira onu. Elbet bir açıklaması vardır ve
ben sormadan sırası geldiğinde sebebini söyleyecektir, diye geçiriyor
içinden. Nicedir layıkıyla dillendiremediği muhabbeti ufak ufak
patlamalar meydana getiriyor sanki ruhunda. Kalbindeki mağma kabarcıklar
çıkartırken yüreği ağzına gelir gibi oluyor. Bünyesinin verdiği tepkiye
kendi bile şaşırıyor. Hiç beklemiyordu bunu zira. Burnunun direği
sızlıyor.
Nerede olduğunu elindeki poşette tüten sıcak ekmeklerin kokusunu
yeniden alınca hatırlıyor. Annesinin kapısındaydı onun. Ekseriyet bir
yolculuk dönüşü, sevdiği insanlardan birini seçip, çat kapı haber
vermeden gidebileceklerinden birine kahvaltılık bir şeyler alıp giderdi
hep. Bu defa da öyle olmuştu. Evin dağınıklığını görmesinden
çekinmeyecek, nevresimleri birlikte toplayıp, kahvaltıyı sanki birlikte
uyanmış gibi hazırlayabileceği nadir evlerden biriydi burası. Eskiden bu
şehirde misafir olarak yaşamanın burukluğunu az biraz gidermesine sebep
olurdu bu evde soba üstünde demlenen bir bardak çayı yudumlamak.
Şimdiyse benzer bir samimiyeti solumak için bir yolculuktan dönüşte
soluğu kendi evinde almak yerine onların kapısında almıştı elinde dumanı
üstünde halk ekmekleriyle. Yolda birinin ucundan hiç çekinmeden az
biraz kemirmişti bile...
Hoşnut bir şaşkınlıkla karşıladılar onu. İçeri girmeyi bekleyemeden
sarıldılar birbirlerine. O coşkuyla hemen söyleyiverdi annesi onun geri
döndüğünü. Yüzündeki tebessümün yanaklarına yaydığı o ılıklık ve
ağzından çıkan soluğun dumanıyla kalakaldı bir müddet öylece eşikte...
Sonra eve doğru gelirken çiğnediği çiğ tanelerinin ıslattığı
ayakkabılarını girişteki küçük koridorda kartonların üzerine bırakıp
içeri girdi. Yeri değişmemiş portmantoya kendi astı üst başını.
Telefonlarının kesik olduğunu söylüyordu Gülizar teyze. Meraklanmıştım
ben de bir kaç defa ulaşamayınca, dedi. Yıllardır Darulacizeye yakın bir
varoş semtte üstü kaçak atölye, iki katlı bir gecekonduda bir hayat
gailesiyle yaşamaktaydılar ne uzayıp ne kısalarak. Onu çilekeş
bavullarıyla kaç defa otobüslerle sersefil dolanmasın diye otogara
arabalarıyla bırakmak için ısrar etmişlerdi de, rengi kaçayazmış düldül
yarı yolda koyunca, çamurlu mevzilerde birlikte arabayı itmek zorunda
kalmışlardı gülmekten karınlarına ağrılar gire gire. Hala dışarıda
çardağın altına çekilmiş uyuyordu o cefakar şahin.
Beynelmilel diyordu Ali amca gülerek, nerelerdeydin, ne zamandır sesin
soluğun çıkmıyordu. Seni kendi evladımız gibi severiz. Sen de pek vefalı
çıktın hakkını yemeyelim. Evladımız yıllardır yanımızda yamacımızda
değilken bile gelip gittin, halimizi hatırımızı sordun... Sizi bir tek
evlanız için sevmiyorum ki ben, diye gülüyor. Üç beş lafın belini
kırıyorlar. İçindeki karanlık dağılıyor böylelikle. Çıra gibi bir şey şu
muhabbet diye geçiriyor içinden. Bir tutuştu mu daha güzelleri de
ardından ışıyor. Hepsi biraz sessizleşiyor sonra.
Yüzlerine bakıyor. Gülizar teyzenin mimikleri, el kol hareketleri hala
bir genç kız edasında. Yapısında var incelik. Ama yüz hatlarının
diriliği ölmüş az biraz. Ali amcaysa atölyede sürekli askı yapmaktan,
ağır demir kaldırmaktan belini incitmiş çorabını bile kendi giyemez
olmuş. Dolaplarda yine Mustafa’nın el çizimi pahalı araba modelleri.
Bazen böyle değişmez yaşamlara içten içe imrenmiyor değil. Kaç senedir
gelip gidiyor, değişen hiç bir şey yok. Bu hem üzücü hem de huzur verici
bir şey. Neden üzücü olduğunu anlatmasak da olur. Bu hali tecrübe
edenler anlayacaklardır. Tecrübe etmeyenler içinse anlatmanın pek bir
anlamı olduğunu sanmıyorum. Bu değişmezlik; içinde çırpınanların hareket
kabiliyetlerini ölesiye kısıtlasa da, bu çatı altında birbirine
sığınanlar için değişmez bir emniyet hissini de beraberinde getiriyor.
Biraz hoş beşten sonra kalkıp mutfağa giriyor çay suyunu koymak için.
Gülizar teyze de ardından geliyor gülümseyerek. Baş başa biraz daha
konuşuyorlar. Eskileri yad ediyorlar. Siz yorgun argın eylemden gelir şu
masanın etrafına yığılırdınız. Hemen size mayalı hamurdan lokmalar
kızartırdım, akşama kadar muhabbet ederdik. Dayak yediyseniz morlukların
üzerine şekerli ekmek koyardık. Burada gülüyor. Ertesi gün ben de
gelirdim sizinle. Şimdi hepiniz ayrı bir yere dağıldınız.
Birlikte kahvaltı yaparken lokmaları bile zor yutuyor. Bir an önce onun
yanına gitmek istiyor. Ev ahalisi de bunun farkında fakat yapmaları
gereken işleri bitirip ancak akşama yola çıkabileceklerini söylüyorlar.
***
Hava kararırken Ali amcayı elinde bir kavanoz kara biberle arabanın ön
kaportasını açmış bir vaziyette görüp şaşırıyor. Ali amca elindeki
kaşıkla arabanın kimi kısımlarına boyuna kara biber döküyor. Önce
çaktırmadan bir fotoğrafını çekiyor. Sonra ne yaptığını soruyor şaşkın
bakışlarla. Muzipçe gülerek cevap veriyor Ali amca. Bizim emektar düldül
bizi yarı yolda bırakmasın diye karbiratöre kara biber sepiyorum.
Ciğerleri açılsın diye. Şaka yapıyor zannediyor baştan ama gayet ciddi
olduğunu görünce onu da bir gülmedir tutuyor. Yahu diyor, arabalar
üzerinde de koca karı ilaçlarının denendiğini ilk defa görüyorum.
İnsanoğlunun işine akıl sır ermiyor. İşe yarıyor bu bari diye soruyor
gözlerindeki yaşı silerek. Dua et de yarasın diyor çilesi boyundan büyük
emektar adam.
Arabanın kliması yokmuş. Bu yüzden yanlarına bir de battaniye alıp yola
düşüyorlar. Erkeklerin biz üşümeyiz siz kendi başınızın çaresine bakın
demelerine kanıp, yola tedariksiz çıkmalarına yanıyor Gülizar teyze.
Keşke bir tane daha battaniye alsaydık, diyor. Yol boyunca vardiyeli
olarak battaniye araba içinde yer değiştiriyor. Baştan erkekler almak
istemiyorlar dizlerini birbirine sürtüp titreseler de. Gülizar teyze,
artistiğin lüzumu yok, siz hasta olunca ben çekeceğim ceremesini yine,
diye üsteliyor. İçerideki soğuk, aracın hızıyla artınca gurur yapmayı
bırakıp vardiyeye onlar da katılıyorlar. Ali amca battaniyenin altından
değiştiriyor vitesi. Sonra yine sıra arkadakilere geliyor. Ayaklarını
koltukların üzerine çekip büküyorlar. Birbirlerinin elini tutup,
hareketlerini olabildiğince sınırlayıp battaniye altında ısınan havayı
yanlarda açılabilecek ufak delikler yüzünden zayi etmemeye çalışıyorlar.
Bir yandan da hepsi birden içinde bulundukları duruma bakıp
kıkırdıyorlar. Mahrumiyet onları birbirlerine daha da sıkı lehimliyor.
Sonra birden Ali amca panikliyor. Çünkü ön cam soğuk hava yüzünden
klimasızlığın da etkisiyle donuveriyor. Bir müddet böyle ilerliyorlar
yarı kör bir vaziyette Şile’ye yolunda. Karşıdan gelen araba ışıklarını
görmedikçe mesele yok diyor içlerinden biri. Gülseler mi ağlasalar mı
kararsız kalıyorlar. Sonra gülmede karar kılıp durumlarını şakaya
vurmaya başlıyorlar. Daha katedecek hayli yol var önlerinde. Yol zaten
buzlanmış. Görüntü desen flu bile değil. Bakıyorlar olmuyor, aracı
kenara çekiyorlar. Mustafa dışarı çıkıp buzu eline geçirdiği birkaç
eşyanın köşesiyle kazımaya çalışıyor ama ne mümkün. Ne yapsak ne etsek
derken bizimkinin aklına bir fikir geliyor. Söylemekten yana biraz
çekimser de olsa Ali amcanın çakmağı olduğunu bildiğinden az biraz
yutkunup, arabadan bir şeyler tutuşturup camın üstüne koysak buzu
eritemez miyiz, diyor. Ne yakalım ki kızım eskisi gibi kumaş mendil de
taşımıyoruz ki üstümüzde diyorlar. Sırayla çoraplarımızı yakalım, diyor
gülümsemesini devam ettirmeye çalışarak hafif çekingen bir sesle. Olur
mu olmaz mı derken, ilk denemeyi yapıyorlar. Ali amca çoraplarından
birini yakıp ön camın üzerinde gezdiriyor. Olumlu sonuç alınca, yaşa kız
deyip gülüyor. Hep başımıza mı örülecek bu çoraplar ülen, oh olsun,
diyor öksürük terennümlü sesiyle. Bundan sonra ara ara cam yeniden buzla
kaplandığında sağa çekip içlerinden birinin ayağından çıkardığı çorabı
yakarak yollarına devam ediyorlar. Şimdi benimkini yakın zaten delikti,
diyor Mustafa. Bir kahkaha da bunun için patlatıyorlar. Her bir çorabı
yakarken gülmekten gözlerinden yaşlar geliyor. Gözlerimle görmesem çok
mübalağalı bulurdum bu anlatılanları. Öte yandan düşünüyorum da aslında
bazen hayatın çok mübalağalı durumlarıyla karşılaşmıyor muyuz istesek de
istemesek de. Çorabın çok amaçlılığı konusunda birkaç cümle kurup
gülerek, güç bela varıyorlar menzillerine.
Kapı açılıyor. Birbirlerine bakıyorlar bir müddet sessizce. Sonra öyle
bir sarılıyorlar ki, biri diğerinin ruhuna banıyor sanki kendini.
Kalemin mürekkebi kıskanıyor bu hali tasvir ederken. İşte nice yollar
aşmış geri dönmüş karşısında duruyor kadim dostu. Herkes yemekten önce
bir çorap istiyor. Gülümseme tazeliyor yüzlerdeki yerini. Yıllar sonra
ilk anıları bu oluyor. Vuslatın ekürisi çorap kokuyor. Dilsizmütercim