[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

1 Kasım 2013 Cuma

Altın ve Bakır Filmi


Altın ve Bakırın, Hayatın İrfanıyla, Kitabi Bilginin Kali

Altın ve Bakır filmini bir dostum vesileysiyle izleme fırsatı buldum. Haliyle akabinde de kıymet verdiğim birkaç yakınımı da filmin varlığından ve güzelliğinden haberdar ettim. “Altın ve Bakır” ifadesini yönetmen tam olarak neye atıfta bulunarak filme isim olarak seçmiştir bilemiyorum. Hakkında henüz bir okuma da yapmış değilim fakat bu satırları hayli spontane bir şekilde yazarken sanırım bu iki madenin filmin isminde yer almasının, bünyesinde bariz bir şekilde kıyaslanan irfan ve kitabi bilgilere dair bir anlamı olsa gerek. Filmde evli bir ilim talebesinin bilhassa kıymet verdiği bir hocadan ders alabilmek için Tahran’a taşınması ve akabinde eşinin yakalandığı M.S. hastalığı sebebiyle hayatındaki önem sıralamaları üzerinden verdiği bir sınanış konu ediliyor. Elbette, insanın tutkuları ve sorumlulukları arasındaki gelgitleri, sevginin şark coğrafyasındaki tezahürleri de ince ince işlenmiş bu filmde. Altın ve Bakır sanırım hayatın içinde edinilen ve ruhu çok daha derinden etkileyip, talibini incelten irfanla, kitabi bilginin değer kıyaslaması için güzel bir seçim olmuş diyebiliriz. Gerçi hayatta pek çok defa bu kıyas için bakır ifadesi bonkör bir nitelemeye bile denk düşebilir.

Filme dair altı çizilebilecek, yanına mim koyulabilecek pek çok güzel, naif sahne var. Fakat şimdilik bu satırları yazmama vesile olan ana damarın filmin kendisi olmadığını belirtmeliyim. Belki filmi bir defa daha izlediğimde hakkında daha nitelikli birkaç kelam edebilecek gücü kendimde bulabilirim. O vakte dek sadece filmde bahsi geçen ilim talebesi Seyyid Rıza’nın, ahlak konusunda bir kaynak kitabını ararken kitapçıyla yaşadığı diyaloğu da içinde barındıran birkaç kısmı paylaşmakla yetineyim. Filmin başlarında, Seyyid Rıza kitapçıya konuyla ilgili bir kitap aradığını söyleyince, kitapçı kimsenin artık kitap okumadığından dem vurduktan sonra, kinayeyle gülerek üst raflara bak, diyor. Bir an acaba, kitapçı rafları tasnif ederken bu konudaki kitapları hürmeten mi üst kısma koydu diye gereksiz bir bocalamaya girsem de, aslında adamın artık kimsenin ahlakla, hele ki ahlaka dair bir kitapla pek bir işi olmadığından, rağbet edilmediği için gözden ırak bir yere kaldırdığını ima ettiğini anladım. Filmde bu ve benzeri pek çok sahne hayli ince göndermelerle bezeliydi. Seyyid Rıza pek çok açıdan bana babamı anımsattı. Sanırım, kadın misafir ve kapı, pencere sahneleri de buna dahil. Tabi başta altın ve bakırı uladığımız mefhumların, hayat sınanışlarımız sebebiyle yollarının ayrılıp bizi tercihe sürüklediği noktalarda kim neyi hangi olgunlukla seçip bunun karşılığında da varlığını neyle takas ediyor orası herkese has, hariçten gazel okunmaması gereken noktalardan biri. 

Bu mütevazi alıntılara filmin izlenişini gölgelemeyecek bir iktibası daha (spoiler kelimesinin dilimize mal edilmişcesine kullanılmasına hazzedemedim gitti) ekleyip bu konuda şimdilik sükut edeyim. Filmde minik kızını molla kıyafetleri içinde okula götürürken, Seyyid Rıza’nın, kızının kendisinden uzak durmaya çalışmasının ve gündelik kıyafetler içindeyken onunla okul kapısına kadar gitmeyi arzu edip, elini sıkı sıkıya tutmasının sebebini direk kızına sorduğu sahne de bana hiç yabancı gelmedi, annesi ve kız kardeşlerinden biri çarşaflı (bu durumda bazı açılardan toplumun neredeyse her katmanında aile dahil “çirkin ördeği” temsil eden) biri olarak... Annemin ve haliyle kendisi bana eşlik ederken benim, sivil yahut resmi pek çok yerde dışlanıp hakarete uğrayıp, neredeyse hastanaye her gittiğimizde aşağılamalar ve iğnelemeler sebebiyle baş hekime çıkmanın rutin halini aldığı, okulda hocaların çifte standardına maruz kalmış bir çocukluk yaşadım. Neyse ki aynı soruyu annemin, babamın bana yöneltmesine vesile olabilecek bir tutumum olmadığı için mutluyum. Çünkü ta o zamanlar, annemin benim yanımda kendisini ezip, aşağılamaya çalışan muhtelif insanların hepsini cebinden çıkarabilecek çapta biri olduğundan emindim. Gerçi aksi bir durum dahi olsa bu basini ettiğim insanların çapsızlığına dair neyi değiştirir k?. Her ne kadar şu sıralar yaşadığı ruhi yorgunlukta kendisine yıllardır reva görülen bu tür tutumların da büyük payının olduğuna inansam da... Hal böyleyken, filmdeki küçük kızın babasından utanmasına benzer bir tutum sergileseydim de bu toplumun dışlayıcı ve hakir görmesine karşın, çok da insani bir refleks olurdu. Buna mukabil, Seyyid Rıza’nın bu durumu anlamak için de olsa küçük kızına direk soru sorması ne kadar makuldü bilemiyorum. Yine de buna hayretini göstermesi, sebebini belki de tam olarak görememesini yansıtması üzerinden toplumdaki kimi görünmez “Berlin duvarlarına” atıfta bulunan sahneler çok değerliydi. 

Hayatın tamamına gömülü o derin hüzne rağmen tüm filmi, yüzümde doğurgan bir tebessümle izledim. Bu defalık, dostça bir film tavsiyesinde bulunmakla yetinip asıl, filmin akabinde yaşadığım bir diyalog üzerinden kelimelerime bir havza bulmaya çabalayayım. Buarada, filmin yönetmeni Humayun Esediyan hakkında doğru düzgün bir biyografiye bile ulaşamamak iç burkucu olduğunu da belirtmeliyim. 

Altın ve Bakır filmini izlemeyi yeni bitirmiştim ki, hissiyatımın dumanı üzerindeyken, zaman zaman selamlaştığım, İlahiyat alanında eğitim gören bir arkadaşın da filmi yakınlarda izlediğini öğrendim. Konu nasıl bu mevzuya geldi hatırlayamıyorum ama arkadaş Şiilerden nasıl böyle muhabbet dolu, güzel filmler çıkabildiğine hayret ettiğini söyledi. Bu tür yaklaşımlar, toplumlar ve konular ne kadar değişse de hep bir benzerlik gösteriyor. Sen Müslümansın ama Bin Ladin’e benzemiyorsun, aa sen hiç öteki zenciler gibi değilsin, sen hiç Kütlere, Türklere benzemiyor şöylesin... vs vs gibi türevleri de olabiliyor pekala. Neyse, arkadaşa neden böyle düşündüğünü sorunca da şu sıralar yaşadığı şehirde hayli Şii olduğunu ve kapkara yüreklerini bir türü sevemediğini ifade etti. Bu tasvir beni hayli üzdü haliyle. Sanırım Şii derken bahsettiği şehre bakılırsa Türkiye’deki Alevilerden bahsediyordu. Koca bir grubun “kollektif” yüreği hakkında böyle bir genellemeyi ne sebeple yaptığını sordum kendisine. O da; Hazreti Ömer, Ebubekir ve Aişe’den ne kadar büyük bir öfke ve nefretle bahsettiklerini gördükçe ben de onlardan nefret ediyorum, sevemiyorum mealinde bir şeyler söyledi. Hatta bu mevzuyu görüşme imkanu bulduğu bir kadın kendisine; Aişeyle, Ömerle beni aynı cennete koyacak tanrının adaletini sorgularım, demiş. Kadının dobralığı ve doğru olduğunu düşündüğü konuda tanrıya bile eğip bükmeden tavır alabilme hali hoşuma gitti aslında. Bu konuda İblis’i de açıkçası hayli takdir etmiyor değilim. Ben de bundan bin küsur yıl evvel yaşanan ve bize muhtelif şekillerde aktarılan bir kısım bilgiler ve kişileri sevmek ya da sevmemek üzerinden insanların şuan içinde yaşadığımız demde biribirinden nefret etmesini çok üzücü bulduğumu, anlatılanlar üzerinden alabileceğimiz dersleri alıp, bize ulaşan bilgilerde ifade edilen fitneye ve akıtılan kanlara elimizin bulaşmadığı için şükretmekle yetinmemizin daha makul olduğunu düşündüğümü söyledim.

Vaktiyle yaşanan siyasi, insani muhtelif ayrı düşüşler sebebiyle birbiriyle karşı karşıya geldiği haberi bize ulaşan insanların saki hala yaşıyorlarmış gibi tarafgirliğini yapmak bize ne kazandırır ki? Kaldı ki yıllardır pek çok şey kaybettirdiği ise muhakkak. Ben böyle şeyler söyleyince arkadaş da asıl onlar bizden nefret ediyor dedi. Bence, herkes ötekinin nefretinin altını çizerken kendi nefretinin üstünü örtüyor gibime geliyor, dedim. İnsanın ömrü bunca nefrete kısa gelir. Kaç Sünninin kaç Şii, kaç Şiinin kaç Sünni komşusu var görüştüğü, tanış olduğu, ki sevip sevemeyeceğini, ortak noktası olup olmadığını sınayabilsin. Bir İlahiyaçı olarak bile farklı mezhep ve inançtan insanlara kara kalplerini hiç sevemedim diyebiliyorsan diğer insanlar ne yapsın demeden de edemedim. Ayrıca, nefret diyorsak ben bizzat şahit oldum bazıları Alevi’nin hazırladığı yemek, kestiği et yenmez diyordu. Böyle bir yaklaşıma sahipken insanlar ötekinin nefretinden nasıl bahsedebilir ki? Hizipleşmenin, kültür ve dinle harmanlanarak kemikleşmesi yürek damarlarımızın pek çoğunu tıkıyor maalesef. Yine de, tüm bunları dostane sohbet üslubunu devam ettirerek konuşabilmek güzeldi.

Yıllar önce, mezuniyetime ramak kala, 2. yılın sonlarına doğru terkettiğim yatılı Kuran kursundan bir arkadaşım, bir hafta sonu Gebze’ye beni çocukluk arkadaşlarından birinin evine ziyarete gitmede kendisine eşlik etmeye davet etmişti. Arkadaşı o sıralar yeni evlenmişti sanırım. Beni davet eden arkadaş, çocukluk arkadaşının Alevi olduğunu ve onların ikram edeceği yemeği yiyemeyeceği için giderken bir şeyler almamız gerektiğini söylemişti. Böyle bir düşünce ve pratikle ilk defa karşılaşıp hayli şaşırdığımı hatırlıyorum. Kendi adıma, özetle yediğim sarmaların güzel olduğunu söylemekle yetineyim. Arkadaşımınsa, yol boyu aldığımız koca pastaya sürekli bazı dualar okuyup üfleyerek, arkadaşının "hidayetine" vesile olmasını arzu ettiği görüntüler zihnimde yer etmiş. Tabi bu aklıma gelen onlarca enteresan olaydan sadece biri. Hayatında ilk defa bir başörtülüyle aynı sofraya oturan insanların itirafvari ifadeleleri de, erkek kardeşini ziyarete gittiğinde evinde denk geldiği zarif bir bayan misafirle uzun uzun, tatlı tatlı muhabbet edip, sonrasında misafirin aslında evvelce cinsiyet değiştirmiş biri olduğunu öğrenip şok yaşayan arkadaşımın tecrübesi de bunlara dahil. Birbirimizin sofrasına oturmadan, birbirimizin aşını, acısını, sevincini bölüşmeden birbirimizi nasıl sevebilir, nasıl anlayabiliriz ki... 

Hazreti Aişe’den vs nefret etmeleri mevzuuna dönersek arkadaşa; Şiiler, onlara çocukluklarından beri anlatılan Aişe’den hoşlanmıyorlar. Sen sana anlatılan Aişe’nin hep güzel özellikleri olduğu için onu seviyorsun. Sana da aynı şekilde anlatılsaydı muhtemelen sevmezdin. Şiilere de Aişe yahut diğer hazzetmedikleri insanlar sana, bana anlatıldığı gibi anlatılmış olsaydı onların hisleri de farklı olurdu muhtemelen. Bu yüzden aslında tarihteki bu şahıslar farklı coğrafya ve inanışlardaki insanlar için tıpkı Yunan tanrıları gibi bazı karakter ve insanlık hallerini kapsayan şemsiye figürler. Yani aslında yıllardır Aişe’nin kimi kötü özellikleri kendisine anlatılan bir Şii aslında o bahsedilen özelliklerden nefret ediyor ve Ali’ye atfedilen güzel özellikleri seviyorlar. Aynı şekilde, Aişe’ye güzel özellikler atfedilen anlatılarla büyüyyen Sünniler de aslında bu güzel özellikleri seviyorlar ama bu konuda farklı öğretilere sahip olanlara dair bir nefret de aşılanmış olabiliyor bazılarına. Tabi asıl mesele bu tarihi şahsiyeler üzerinden sevdiğimiz yahut da nefret ettiğimiz vasıfların bizde hangilerinin olduğu… Ötekine nefret kısmı baskın öğretiler olmadan bu yaşanabiliyorsa aslında aynı isimlere farklı şekilde değer biçmek neden problem olsun ki. Sonuçta o dönemde yaşamadık, tüm bu bilgilere insan eli, dolayısıyla zaafı deymiş en nihayetinde, deyince arkadaş o zaman sen Sünni rivayetlerden kuşku mu duyuyorsun, dedi. Bu eşyanın kanunu olsa da, mesele bu değil ki. Doğru ya da yanlış olmasıyla o kadar da ilgilenmiyorum ben açıkçası vardığım bir noktadan sonra. Zira zaten bunun tam sağlamasını yapmamız mümkün değil. Sadece rivayetleri ve onlarla bize ulaşan bilgileri, şahısları putlaştırıp, geçmişin husumetlerini günüzümüze de bulaştırmaktansa, bu bilgiler arasından hangisini seçersek seçelim, diğerlerine ve onları daha makbul bulan insanlara dair itidalli bir tutum sergilemek ve bunu ayrılığın, husumetin sebebi kılmadan, geçmişten ibret almak bence önemli olan.

Muhammed Peygamber vaktiyle putları reddetmişti fakat sonrasında kendisi de dahil sahabiler de birer put halini almış gibiler. Yani illa putlaştırmak için Hristiyanların İsa peygamberi somut şekilde putlaştırması örneğine takılmamak lazım diye düşünüyorum. İnananların, kaynaklarıyla etkileşim ve hayata aksettiriş şekilleri putsallaşan, sorgulanamaz taklitçi yaklaşımlar halini almış. Birbirinin ötekisi halini almış inanç, ideoloji ve dinlerde putperestliğin farklı formları her devir yeniden ve yeniden üretiliyor.
***
Filmin sonundan bir alıntı:
herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı. bir hazine ya da bir kimya, bir iksir. mutluluğun sırrını yanlış şeyde arıyorlar. orada olmadığı malumdur. bu hazineyi hayal edenler, bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar. tüm bu mantık tek kelimeyle özetlenebilir: ister buna "anahtar" deyin, ister "remz" (şifre) ama hiç de öyle karmaşık değildir bu. yüce allah (c.c); bu 'remz'i, hz. musa'ya (a.s) bir kelimede söyledi: buyurdu: "benim için sev.. benim için buğz et." işte bundan ötürü, tüm amellerin kabulünün remz'i "velayet"tir. allah için sevmek. allah kimleri seviyorsa, sen de onları seversin. allah'tan ötürü sevmek, allah için sevmek. kaş ve göz; dış görünüş için değil. hatta kendi gönlünüz için değil. sadece allah için. eğer sevginin mîzânı (kriteri) allah olursa, kimse sizi takdir etmese de, yine seversiniz. vefasızlık görseniz de, doğru olanı yapmaya devam edersiniz. bu menzile varamayıp, yarı yolda kalanlar, allah için çalışmıyorlar. bu yolda allah için ne kadar zorluk çekerseniz, daha çok allah'a yakınlaşırsınız.

"o'nun aşkının kimyasından, bu kara yüzüm altın oluverdi.

evet; senin lütfunun mutluluğuyla, toprak altın olur."

insanların arayıp durduğu bu kimya, aşktır. gerisi çer-çöptür. şimdi, azizlerim, neden bu sözü söylediler anlayacağız:"eğer, okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı. çünkü, aşk ilmi, hiçbir kitapta yazmaz.''
***
Ve Altın ve Bakır Filmi:

*Nedense yazıyı laykıyla tashih etmeden hemen yayınlamak istedim. Düzenlemeler sonraya kalsın. Kendi halinde de olsa, dumanı üstünde bu kelime evrenine salmak geldi içimden gecenin bu vaktinde... Aliya İzzetbegoviç'in Özgürlüğe Kaçışım başlıklı zindan notlarında; resmi sansüre, kitap toplatmaya dair bir kısım vardı. Orada vaktiyle kimi devletlerin bu sansür despotluğunu en fazla 40 sayfalık nüshalara uyguladıklarına dair bir bilgi yer alıyordu. 20 yapraktan daha uzun metinlerin zaten okunmayacağından öyle eminmişler ki, sansürleme ihtiyacı duymuyorlarmış. Bu yazı da aslında daha başından, ister istemez hacimli paragraflarıyla kendine otosansür uyguluyor sayılır. Ama ne yapalım, elden başkası gelmedi. Uzun uzun yazmayı özlemişim. Dilsizmütercim013301112013