[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

7 Kasım 2011 Pazartesi

Kışın Annesiyle HasBiHal






Seninle bir otobüs durağında tanıştık, kısacık ama sıcacık bir sohbetimiz oldu daha bu hafta. O gece neredeyse her şey soğuktu. Adını bile öğrenemedim. Ama sen kızının isminin Kış olduğunu söyleyip benim içimdeki kuyuların sularını kabartsan da, gecemi ısıttın. O an dedim ki içimden, kim doğurup pamuklara, ipeklere sardığı çocuğuna Kış adını verir ki, kışı iliklerine dek yaşayandan başka. İşte bu yüzden burkuldu biraz içim. Ya da şöyle mi demeliyim, sürekli burkulmaktan zaten uzun yıllardır kendine gelemeyen ama aslında var oluşunu devam ettirmesini de bir açıdan burkulmasına borçlu olan, yüreğim bu defa da senin için bir müddet titredi. Oysa sen bu esnada benim titrekliğimle ilgilenmekteydin. İnsan böyle garip ve girift bir varlık işte, kendisi iliklerine dek kışı hissederken bile, içinde bir yerlerde sakladığı, beslediği bir bahar, başkasını çok daha hızlı sarıp sarmalayabiliyor. Bu da en azından bize içimizde bir baharı barındırdığımızı hatırlatabiliyor.

Saat gece yarısına gelirken ben sırt çantamın ağırlığından yorulmuş, bazı geceler değişiklik olsun diye dışarıda bir kafede çalışmayı tercih ettiğim halde yanlış bir bilgi üzerine 24 saat açık olduğunu düşünüp iyice kurulduğum kafeden apar topar ayrılmak durumunda kalmış, beni alıp bir başka kafeye bırakacak arabayı beklerken, sen daha yeni işten çıkmış, seni eve götürecek otobüsü beklemekteydin. Bense üşümüş, durağın camına sırtımı verip, ayaklarımı da karnıma çekmiş tahta bankın üzerinde iki kişilik yer kaplar vaziyette oturmaktaydım elimde bir kitapla. Arkadaki parkın ışıkları zayıf diye, durağın reklam panosunun ışığından yararlanmaya gelmiştim oraya, hep onlar mı bizi sömürecek diye hayıflanarak. Biraz da rüzgardan saklamaya çalışıyordum kendimi varlığımdaki tüm paratonerliğe rağmen. Bir yandan da ne kadar da çok acı var, bazen acıyı kavrayan, sahiplenen aklımdan yoruluyorum Allahım diye mırıldanıyordum içimden. Kulağımda mırıldanan bir Yunan şarkısı beni daha da hassaslaştırmıştı zira. Okuduğumu bile analayamaz olmuştum.




Sonra sen yaklaştın yanıma, gece gibi karanlıktı yüzün. Ben ayaklarımı biraz daha karnıma doğru çektim. Üşüyor musun dedin, biraz, diye karşılık verdim sana. Biliyorum dindar olduğun için etek giymen lazım ama elbisenin altına pantalon yerine yünlü bir şeyler giyersen daha az üşürsün dediğinde içimden dışıma doğru birkaç mutluluk çırasını ateşleyip beni soğuktan uzaklaştırmaya başlamıştın bile. Hüznü ve sevinci bir arada yaşadığımız ne de çok dem var. İçimden etek giymek zorunda olduğum gibi bir kanaate sahip olman beni biraz güldürse de, hoşuma da gitti. Zaten ben de hep elbise giyerim. Bana bu şehirde gidebileceğim cami olup olmadığını sordun. Ben de, var ama yer yüzünün her yeri dua(salat) etmek için bize sunulmuş, diye cevap verdim.

Sonra bir ara sustuk, ben durağın yanındaki parka bakarken sessizce ağladım. Senden saklamaya çalıştım ama yine de gördün. Seninle aynı otobüse binip binmeyeceğimi sordun. Ben de otobüs beklemediğimi söyleyince, benim iki dolarım daha vardı, bilet paran yok diye düşündüm, onu sana verecektim, dedin. Beni o gece evime sırtında taşısan o kadar mutlu olamazdım ki ben... Seni yüreğinden öpmek istedim Kış’ın Annesi. Seni o yorgun gözlerinden öpmek... Tek başına büyütmek zorunda kaldığın Kış’ın ellerinden tutsun Rabb, yüreğinden. Onu baharın kılsın. Ve sen iyi ki varsın. Şirazesi kaymış dünyanın soğuk akşamlarından birinde, yorgun bakışlarınla bana verdiğin Selam hep içimde bir yerlerde tazeliğini koruyacak. Ve ben yaşamlarımız formunu değiştirip başka bir formda yeniden varlık elbisesini giydiğinde, sana şimdi bu satırları yazdığım gibi içimde bıraktığın sıcaklığı yeniden sunup, kendimi hatırlatacağım. Hem o zaman belki yavrun Kış’ın bahara dönük yüzüne bir telefonun ekranından bakıp tebessüm etmekle de yetinmek zorunda kalmam.

Otobüsün geldi sonra, sen gittin, ardından ben... Yeni vardığım kafede, yine birkaç hafta önce böyle bir gecede tanıdığım 5 yıldır buralarda yaşayan evsiz, Ahıskalı Sabriye ablayla sarılıp, muhabbet ederken yanıma K. geldi. Hakikatten, onu aramanın dinler üstü bir şey olmaklığından bahsettik sonra. Bana yaklaşımı yüzünden ona bunları hatırlatmak zorunda kaldım. Söylemedi ama bir Linguistik okuyan bir misyonerdi muhtemelen. Okuduğu okulun misyonu, İncili bütün dillere çevirmekti çünkü. Benim için dua etmesine izin verip vermeyeceğimi sordu konuşmamızın bir yerinde. Benim için dua etmek için benden izin almasına gerek olmadığını ama incelik gösterdiğini söyledim. Ellerimi tutup, ama ben tanrının huzuruna seni de götürmek istiyorum dedi ve sesli dua etmeye başladı kafenin ortasında. Bir müddet ses edemedim, sonra çok rahatsız olup, benim için dua etmek isterse ona mani olamayacağımı ama eğer içinden ederse memnun olacağımı söyledim. Zaten hep tanrının huzurundaydık... Bu defa sessiz ama olanca mimiğini konuşturarak ve dudaklarını kıpırdatarak, başını sarsarak dua etmeye devam etti. O böyle devam ederken ben seni düşündüm. Senin samimiyetini, katıksız, formaliteden uzak doğal insani halini. Sonra K.ya dönüp, duasını sabote etmek istemesem de bu durumdan rahatsız olduğumu, tanrının bizi duyması için bu kadar görünürlüğe ihtiyacımız olmadığını, bana samimi gelmediğini söyledim. Evet, bazen sesli dua etmek tanrının bizi işitmesi için değil ama kendi kendimize unutayazdıklarımızı hatırlamak ve kimi muhataplarımıza hatırlatmak için iyi bir yol olabilir ama burada şuan yaşananın gözüme başkaca geldiğini söyledim.

Sabriye ablanın anlattığına göre ona da dinini değiştirmesini salık veriyorlarmış aynı kişiler. Bir ara o da yanımızda oturdu ama sonra sıkılıp kafe görevlisi onu kovana dek başkalarıyla sohbete koyuldu. Şükür ki o gece böyle tatsız bir şey vuku bulmadı. Zaten kafe sabaha dek ders çalışan öğrencilerle dolu oluyor. Biz konuşmaya devam ettik K. ile. İnsanlara misyonerce yaklaşmayı etik bulmadığımı söyledim ona. Kendi inançlarım için de olsa bu yaklaşımı uygun bulmadığımı... Birilerine sadece onların fikirlerini değiştirmek için yaklaşmanın yaşamımıza yansımalarından dem vurdum. Yaşamımızın inancımız ne olursa olsun, kıymet verdiklerimizden yana diri, yürüyen bir örnekliğe dönüşmesini temenni ettiğimden. Karşılıklı paylaştık fikirlerimizi. Senin için neye dua edeyim dediğinde, ona eskiden belli başlı isteklerde bulunarak dua ettiğimi ama o isteklerim gerçekleştiğinde ben geçen zaman içinde başkalaştığımdan sonrasında da onları değiştirmek için dua ettiğimi ya da en azından yüzleştiklerimle aramın pek de iyi olmadığını söyledim ve güldüm. Bu yüzden artık, O benden razı, ben Ondan razı olmayı istemek dışında belirgin bir duamın pek olmadığını anlattım. Ama o gece bir kez daha anladım ki insanların yüreklerinden tutmak, yahut da ihtiyaç halinde salt ellerinden tutmak, ellerinden tutup dua etmekten çok daha değerli ve aslında daha doğal da olduğu için daha da kolay olmalı...

K. şimdi e mail atmış. Uyarılarımdaki samimiyet o kadar uzun konuşmama rağmen onu incitmemiş demek ki diye sevindim. Yine görüşelim diyor. Ailesi Hindistandan gelmiş, eskiden bir Hidu imiş. Bakalım yaşamak sancısı ruhumuzu sarmaşık gibi sarıp sarmalamışken, kendini bulmak, kendi olmak hayli çetrefilli ama bir başkasının kopyası olmaksa çokça konforlu iken, (Elbet kopyanın aslına göre durum değişir.) birbirimizin düşünce konforunu memnuniyetle ne kadar bozabileceğiz. İşte böyle... Ey Kış'ın annesi, kendini naza çeken baharlara ermen dileğiyle... Dilsizmütercim:032620112011