[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

5 Aralık 2011 Pazartesi

Total Vicdani Ret ve Türk-İslam-Ordu Sente(ti)z(m)ine “Koçaklama





Total (Vicdani) Ret ve Türk-İslam-Ordu Sente(ti)z(m)ine “Koçaklama”

30-05-2011tarihide,http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=2&ArsivAnaID=63038 sitesi aracılığıyla, zorunlu askerliğin sadece erkekleri ilgilendirdiği ve benzeri çıkışlardan haberdar olmakla birlikte, yazılı bir beyanım eşliğinde Vicdani Reddini açıklayan kadınlar arasında katıldım. Çünkü parçacı yaklaşımların toplum genelinde yaşanan zulümleri ne kadar besleyici bir özelliğe sahip olduğunu yıllardır gözlemlemekteyim. Bu zorunlu askerlik dayatması ve Vicdani Red eyleminde bulunan erkeklere karşı devletin reva gördüğü uygulamalar doğrudan beni muhatap almasa da sessiz kalamazdım. Harekete geçmek için, dolaylı olarak da birebir yakınlarımdan birinin bu uygulama sonucunda mağdur edilmesini de bekleyemezdim.

Dünyada yaşanılan, yaşatılan zulümler; insanların durduklarını iddia ettikleri yere dair vicdani tutarlılıklarının turnusolüdür. Bu yüzden, zorunlu askerliği, militarizmi ve sistemin sivil insanlara dair dayatmacı tutumunu reddediyorum! Benim bu sistemle bir göbek bağım, dirsek temasım yok, dolayısıyla Türkiyeli olduğum için halka reva görülen uygulamaların avukatlığını yapmaktan da beriyim. Türkiyede sistem her yerde olduğu gibi vardiyeli vardiyesiz dönem dönem her kesimden sisteme muhalif olan insanları öğütmüştür, öğütmektedir, Sağcısını da Solcusunu da, Kürdünü de, Ermenisini de, Türkünü de... Bu durumu, sisteme eklemlenip içeriden değiştirme iddiasında bulunanlardan da beriyim. Muhafazakar iktidarın Emperyalist ve Kapitalist yaşam biçiminin ve politikalarının karşısındayım, tıpkı onlardan önceki Emperyalist, Seküler iktidarların zulümlerinin karşısında olduğum gibi. Bunlardan sadece bir kısmına ideolojisi gereği tepki gösterip vicdan tatmini sağlayanlardan da beriyim. Geriye "insan" olarak kim kaldıysa bir Mümin olarak onlara değiyor omuzlarım, onların kalbine lehimleniyor kalbim.

Şimdiye dek hiç oy kullanmadım, kullanmayı da düşünmüyorum. Çünkü hala Emma Goldman’ın; “Oy kullanma hakkının bir şeyleri değiştirmesi mümkün olsaydı çoktan yasaklanmış olurdu.” sözünün geçerliliğini koruduğunu düşünmekteyim. Maalesef oy kullanan pek çok insan, oy verdiği partiyi, verdiği destek sebebiyle hissetmesi gereken sorumluluk bilinciyle daha titizlikle eleştirmesi gerekirken, oy verdiği partinin, kurduğu hükümetin aldığı ya da almaktan geri durduğu kararlarını içselleştirip, tenkit mekanizmasını kapatmakta. Bu günlerde bu kırılma, Müslüman camia?da Muhafazakar güruh üzerinde de fazlasıyla gerçekleşmekte. İslamcı değilim, pek çoklarına göre de onlar gibi düşünmediğim için, Müslüman bile değilim. Kimi İslamcılara göre Modernistmişim, kimi Laiklere göre ise İrticacı, yobaz, örümcek kafalı ve marjinal, liste saymakla bitmez. Şükür ki insan için asıl önemli olan kendini nasıl tanımladığıdır. Başkalarının bizi yaftaladığı sıfatlara ayak uydurmak için bukalemun olmak bile yeterli olmaz sanıyorum şu fani hayatımızda. Bu yüzden en çok “öteki” sıfatıyla toplumdan dışlanan, farklı inanç ve düşüncelere sahip olsalar da, samimi ve omurgalı insanların oluşturduğu, devletin korumasına değil, daha çok şiddetine maruz kalan bir soyut “Kelaynakgiller” topluluğuna aidiyet hissediyorum. Bazen bu güruhun üyeleri bile varlığımdan haberdar olmasa da, beni kafalarındaki farklı şablonlara oturtma hatasına düşseler de, platonik bir kardeşlikle, yaşamımdaki tercih ve sürdürmeye çalıştığım direnişle omuzlarımı ve yüreğimi onlara ulamaya çalışıyorum. Bunları yazdım, çünkü benim gibi hisseden birkaç, inanan insana dair mütevazi bir Kelaynak portresi çizmenin de faydalı olabileceğini düşündüm.

Vicdani Reddimi açıkladıktan sonra benim açımdan olumlu ve olumsuz, muhtelif fikir paylaşımlarına ve tepkilere muhatap oldum. Kimileri için yeni bir alternatiften haberdar olmalarına, kimilerince bu meseleye yeni bir açıdan bakmalarına, kimilerinin ezberlerine tosladığım için hırçınlaşmalarına vesile oldum, diğer Vicdani Retci arkadaşlarım gibi. Bazıları devlete yönelik bu reddedişi desteklediklerini ama beyanımın içindeki kimi kısımlara katılmadıklarını belirttiler. Böylelikle, pek çok açından muhataplarımın ve kendimin Vicdani Red hakkında derinleşmesine vesile olan bir süreç başlayıp devam ediyor.

Birkaç yıldır müdahil olduğum bir Felsefe grubunun internete uzanan kısmında, Vicdani Reddin daha da yaygınlaşmasını temenni ettiğim için beyanımı yayınlanmaktan kaçınmadım. Zira Felsefeyle ilgilenmesine paralel, az çok kendiyle, toplumla, var oluşun ontolojik sorunlarıyla ilgili derdi olan, soru sormanın, sorgulamanın aklın ibadeti olduğuna inan bir Mü’min olarak, diğer grup arkadaşlarımın da Felsefeyi yaşamdan soyutlayamayacakları için konuyla benim kadar alakadar olacağını düşündüm. Gruptan bir arkadaşımız hayli agresifleşti ve devam eden, tehdit ve hakaretli mesajlarının nihayetinde kendisinin Askeriyede rütbeli bir göreve sahip olduğunu ifşa ederek, “Mustafa Kemal'in bir subayı olarak bu tür mesajlara pabuç bırakacağımı sanıyorsanız aldanıyorsunuz! Avukatımla irtibat halindeyim: 318 Dosyası-TCK 318: Halkı Askerlikten Soğutma suçu'nu araştırıyoruz. Araştırmamızın sonuçlanmasının ardından bu aşağılık mesajı bu gruba gönderenler ve imza attığını beyan edenler hakkında Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulunacağım!” diyerek, sistemin düşüce ve davranışlarına kodladığı bir ritüeli, ibadet huşusu içinde gerçekleştirip, bu paylaşımım yüzünden beni Savcılığa şikayet ederek, suç duyurusunda bulundu. Savcılık hakkımda soruşturma başlattı. Soruşturma nasıl nihayete erdi, dava açıldı mı, bir müddet daha yurt dışında bulunacağım için henüz bilgi edinemedim, zira Bakırköy Adliyesini birkaç defa arayıp, var olduğu iddia edilen bilgi edinme hakkımı kullanmak istediğimde hatlar arasında döndürüp durdular. Muhtemelen ülke sınırında belli olur. Hakkımda suç duyurusunda bulunan arkadaş göz dağında ikna edici olmak için Vicdani Red beyanımın ve kendi doldurduğu tutanakların kopyasını ve suç duyurusunda bulunduğu makamın tabelalarını fotoğraflayıp, zahmet edip gruba gönderdi.

Bunun üzerine kendisine son olarak şu kadarını söyleyebildim:

Ey ben konuşurken dudaklarımı doğrayan hoyrat el,
Susturabildiğin kadar sustur bu dili,
Dilediğince yorul, hırsını al,
Bozulmasından korktuğun ezberine kurban etmeye kalk,
Zehirli kelimeler akıt genzime,
Umulur ki başka bir dudağa uzanmaya takatin kalmaz...
Ama bil ki hakikatin kesilecek dili yoktur,
Umudun boyuna uzanamaz çolak elin,
Yaşamın damarlarında dolanan bir nefestir o,
Seslenmek için sese muhtaç olmayan...
Senin elin kendi kulağını kapatmaktan öteye gidemez,
Ve yolumu kesemez, yürüyüşümü durduramaz,
Çünkü ayakların çiğnediği bir yoldan ötedir üzerinde devindiğim.
Muştusunu yürümeyen bilemez.

Bu tecrübeyi bilhassa değinmek istediğim Türk-İslam sentezinin insanımızda ne garip algı kırılmalarına vesile olduğunu vurgulamak için paylaşmak istedim. Zira bahsini ettiğim kişi savcılığa gitmeden evvel gruba özetle; “Yarın Cuma, mübarek gün, inşallah yarın vatanım ve milletim için hayırlı bir iş yapacağım savcılığa giderek.” şeklinde bir mesaj attı. Ben suç duyurusundansa bu yaklaşımından etilendim açıkçası. Üzerine uzun uzun düşündüm. Bir zihnin, hem de bir müddettir birlikte Felsefeyle ilgilendiğimiz bir zihnin ne gibi süreçlerden geçerek böylesi bir duruma gelebileceği üzerine kafa yordum. Sistemin bilincimizdeki, ruhlarımızdaki görünür görünmez darplarıyla her yüzleştiğimde olduğu gibi kendisinden yana hayli üzüldüm, içim burkuldu.

Kadın Vicdani Retlerini bilhassa bir kamuoyu oluşturmak açısından, en insani hakları sistem tarafından gasp edilen erkek Vicdani Retcilere destek olma umuduyla hayli anlamlı buluyorum. Aldığım geri bildirimlerden de anladığım kadarıyla kadınlar olarak Vicdani Redlerimiz bu minvalde hayli işlevsel gözüküyor. Evladı zorunlu askerlik ve sistemin nemalandığı çatışmalar yüzünden ölen annelerin, bir oğlum daha olsa onu da gönderirdim, diyen ebeveynlerin varlık gösterdiği, çocukluktan itibaren sistematik propagandalarla milliyetçi, kavmiyetçiliği ayaklar altına almış İslam kriterlerine rağmen, Türk-İslam senteziyle zihinleri bulandırılmış insanların bu dayatmayı patolojik şekillerde kabullendiği bir ortamda, yaşamları yahut da yaşamlarının kıymetli bir kısmı zorunlu askerlik dayatması yüzünden ellerinden alınan insanlara yenilerinin eklenmemesi için Vicdani Reddimle en azından birkaç insanın daha zihninde bir soru işareti bir ünlem bırakmak çok kıymetli.

Çocukken okullarda vurulan tıbbi aşılardan sonra, yetkililer aşı bölgesini kaşımamamızı, aksi takdirde aşının tutmayabileceğini söylerlerdi. Düşünce bazındaki kimi siyasi, ideolojik aşılar için de sanırım bu durum geçerli. Yaşarken üzücü olsalar da şükür ki kimimizi sistem, vurduğu aşının ardından kaşıyan uygulamalara maruz bıraktı da, yaptığı aşılar muhtelif tecrübelerimizin ve bu kaşımaların yardımıyla pek tutmadı ve biz adil bulmadığımız uygulamaları karşısında susmak yerine omurgalı kimi duruşlar sergileyebiliyoruz. Bazıları bizim kadar nasipli olamayabiliyor, öyleyse biz de barışçıl ama düşünce bazında acı da verse kimi fikri, etelektüel kaşımalarla bu sistem aşılarını bozmaya çalışacağız işte böyle böyle...

Bu yönde yine işin bir ucundan tutmak gerekirse, Peygamber ocakları; tarih boyunca ordular değil daha çok zindanlar olmuştur. Bu bağlamda acı da olsa Vicdani Retcilere reva görülen “makam” orduya atfedilen “sentetik peygamber ocağın/ordu/dansa, Yusuf peygamberin ve daha nicelerinin muhtelif Vicdani Retlerine müstahak görülen; zindandır. Peygamberlerin ve diğer omurgalı insanların pek çoğu mevcut sistemlere karşı durmuşlardır. Pek çoğu bu yüzden kendisine “hak” diyen yöneticiler, sistemler, devletler eliyle, kendi istedikleri fetvaları vermeyi reddettikleri, yaptıkları zulümleri din adına aklamayı kabul etmedikleri için işkenceye maruz bırakılmış, sürgünlere gönderilmiş, öldürülmüştür. Müslümanlar arasında hayli hürmet gören, pek çok hadis rivayetinin toplanmasına vesile olan alimlerden İmam-ı Buhari sürgünde ölmüştür. Ebu Hanife, Abbasi Devletinin İkinci Halifesi tarafından işkenceyle öldürülmüştür. Ahmet İbni Hambel de öldürülmüştür. İbni Sina ve daha niceleri yaşadıkları dönemde toplumun ve sistemin akıl ve rant konforuna uymadıklarından, aforoz edilmemek için defalarca Müslüman olduklarına dair yemin ettirilmişler, sürgüne gönderilmişlerdir. Maalesef örnekler geçmişin zulmü günümüze zincirlendiğinden çoğaltılabilir. Bu bağlamda eğer ordu peygamber ocağıysa, bunun hangi peygamberin ocağı olduğu açıklanmaya muhtaçtır! Benim yolundan gitmeye çalıştığım peygamberlerin olmadığı kesin!

Yaşadığımız dönemde devletle göbek bağlarını kuvvetlendirmek umuduyla ya da muhtelif sebeplerle Vicdani Reddi, Vicdan dışı gibi tabirlerle yeren, Vicdani Redde ve Retcilere çöreklendikleri gazete köşelerinden ırzı kırık, asalak, hıyanetin kamufle edilmiş biçimi, masonlar, deliler tarafından kuyuya atılmış bir taş ve daha nice naedep, insanlık dışı, ithamlarda bulunan yazarlara, İslam dışı ithamını da ekleyen İslamcı, Türk İslam sentezci yazar ve kalemşörler de eklemlenmiş durumda. 30 sayfaya yakın okuduğum makale derlemelerinde çok bel altı ifadeler de kullanılmış. Demek oluyor ki, bahsini ettiğim bu İslamcı yazarlar, gıyaplarında takdir ederek kendilerini de kıymetli hissettikleri, eserlerinden nemalandıkları, geçmişte yaşamış kimi İslam alimleri de, günümüzde yaşasaydılar ilk taşlayanlar arasında yer alacaklardı!

Yeni Çağ gazetesinden Özcan Yeniçeri, Vicdani Reddin temellerini Kelbiyyün diye adlandırılan kendi çevirisiyle (Köpeksi) düşüncesine kadar bağlıyor ve bu ifade üzerinden de bize hakaret etmeyi amaçlıyor. Bu vesileyle de olsa Kynikler okulundan bahsedilmesi güzel. Yazısının devamında “bu tür düşünce sahipleri, medeniyetin kati ve kavi düşmanlarıdır.” diye de ilave ediyor. Kendi kurguladıkları, sentetik düşmanlara karşı, kendi varlıklarını da sentetik kahramanlar olarak yerleştiriyorlar böylelikle. Ve genel rutin üzerine, “devlete karşı çıkmak, İslam dininin emredici hükümlerine de karşı durmaktır,” diye devam ediyor yazar. Maalesef, ayrıntıya girmeye değmeyecek kavram çorbalarını içinde barındıran onlarca yazıyı okumak durumunda kaldım duruşlarına vakıf olmak maksadıyla. Yıllardır, Devlet, kendisinin kapı kulu olan Diyanet eliyle dini kaynaklardaki bilgileri eğip, büküp kendi rantı için malzeme yapmaktan usanmıyor. Ulul emre, yöneticilere itaat etmek dinin emiridir diye camilerde hutbeler verdirip, mevzunun başını sonunu kırpıp, hangi yöneticilere, nasıl yöneticilere itaat ve kriterlerinden bahsetmeden, bu yönetici ve lider kavramlarının, nasıl da bir devlet idaresine ulandığını sorgulatmayan, sürekli halkı dini argümanlarla da kendi güdümüne sokan devletin tornasından geçmiş insanlardan çokça duyduğumuz argümanlar bunlar... Artık cevap verme iştahını bile yitiyor insan ama ne çare!

Yine peygamber ocağı sendromuna geri dönecek olursak; Muhammed peygamber (Selam ona) memleketi olan Mekke’den, zorla çıkartılmasaydım asla ayrılmazdım diyerek hicret etmek zorunda bırakılıp, yıllar sonra büyük bir güçle yeniden geri döndüğünde, Kabe’ye sığınanlar, evlerinde duranlar ve Mekke’nin (yıllardır inananlara zulmettikleri halde) ileri gelenlerine sığınanlar, yani özetle saldırıya geçmeyen kimseyi incitmeyeceklerini ilan eden bir önder iken, orduyu peygamber ocağı diye niteleyip, onun uğruna mücadele verdiği hakikatlerle seküler devletin rantlarını bir tutup cem edenler, Militarizm putuna cihat kılıfını geçirenler peygamberi; Türk sinemalarındaki Battal Gazi gibi kale burçlarından yaylanarak uçan bir profilde algılama ve algılatma derdinden bıkmadılar. Oysa onun en büyük mucizesi vakarıydı ve O, şairin dediği gibi yan gözle bakmamıştı kır çiçeklerine bile, bir yere döndüğünde bütün gövdesiyle dönüşü bile, elinden, dilinden tüm varlığından emin olunulabileceğinin bir nişanesiydi...

Tüm bunlara ilaveten, Ali Bulaç da “Bedelliye ve Vicdani Redde Red” başlıklı bir yazı kaleme almış. Bedelliyi reddedişiyle, Vicdani Reddi reddedişini bir kefeye koyarak, bu durumdaki sıkıntıyı gölgede bırakmayı mı amaçlamış acep Ali Bulaç? Evet, bedelliyi de reddediyoruz, Militarizmi de, askerlik yerine, Vicdani Redde alternatif ceza olarak reva görülen zorunlu 15+15 kamu hizmetini de reddediyorum/z. Elbette bu reddediş topluma hizmetten kaçan bir zihniyete sahip olduğumuz ithamlarını haklı çıkaramaz. Biz devlete borçlandırılma ve zorla hizmet yerine ehil olduğumuz konularda kendi hayatımızın akışı içinde insanlığa hizmet emeye her dem gönüllü oluruz. Fakat bu düşünceleri savunanlar için görülüyor ki, Vicdani Red hala cezalandırılması gereken bir tercih. Evet bedelliyi de reddediyoruz çünkü; “fakirlerimiz memleketimizin en büyük zenginliği harca harca bitmez, zenginler veli nimetimizdir” çifte standardı da ayaklarımızın altındadır.

Ali Bulaç’ın bu toprakların Vicdani Redçilerini, Batının geniş yelpazeli marjinal gruplarından etkilenen, kendine özgü aklıyla düşünemeyenler olarak nitelendirmesi ise büyük bir talihsizlik. Bizler pek çok farklı düşünce ve inançtan, kadınlı erkekli, düşünen, aklı ağrıyan, yaşadığı dünya ve toplumdan yana dert ve sorumluluk sahibi olan insanlar olarak, bu anti-militarizm, savaş karşıtlığının, dayatmacı sistem karşıtlığının, okul endüstrisi gibi, silah endüstrisinin, kan endüstrisinin, bedelli askerlik endüstrisinin karşısında hep birlikte duruyoruz. Bu duruş hiç bir inancın, doğunun, batının, ideolojinin tekelinde değildir, olmayacaktır. Bu yüzden düşünce ve yaşam tercihlerinin farklı kısımlarında birbirinden bambaşka yollarda ilerleyen pek çok Vicdani Retci; bu zorunlu askerlik dayatması karşısında omuz omuza kardeşçe durabiliyor.

“Evet, ben militarizmin karşısındayım ama militarizmden kurtulmanın yolunun savaş karşıtlığı ve vicdani red olmadığını, siyaseti askeri vesayetten tamamen arındıracak hukuki düzenlemeler, köklü zihni reformlardır diyen Bulaç’a sormak gerekiyor ki, militarizmin bu yolla çözüleceğini farzetsek bile o zamana kadar, günümüzde Militarizm de dahil kendi dogmalarını ve seküler dininin şeriatını vatandaşına zorla dikta eden devletin, bu bir türlü iflah olmaz illeti karşısında durmazsak bu sistemin hukuk(suzluğ)undan bizi kim koruyacak?!

İnsanların ve ocakların yakıldığı bu ateşe kelimeleriyle odun taşımaktansa, topal bir karınca kadar da olsa varlıklarıyla, vicdanlarının reddiyle su taşımayı uman bu insanlara, putsallarından kurtularak katılmalarını tüm bu iç burkucu yazıları kaleme alan Türk-İslam sentezci, Devletçi, sistem şakşakçısı yazarlar için temenni ediyorum.

Normalde hiç takip ettiğim yazarlar değiller ama, Vicdani Red hakkında yazılan yazılardan bana ulaşanlar içinde bir diğeri olan Cazim Gürbüz de, bir eser üzerinden “Sivil Casuslar” olarak adlandırmış bizi. Sırrı Süreyye Önder’i de şeriatçı kökenli BDP millet vekili diye etiketlemiş. Anlaşılan, bazıları farklı farklı düşüncelerden insanların bu vicdani duruşta bir arada olmasına dair hazımsızlıkları sebebiyle, görmezden gelmek için kendilerine göre çürük elmaları karşısında olduğu düşünce gruplarının sepetine atmaktan yana gülünç bir yarış içerisinde. Yazının devamında, tarihte düşman askerlerini namuslu adı verilen bir silahla, savaşmaktan geri duranları da namussuz adını verdiği bir başka silahla öldüren bir Deli Halit Paşa’dan bahsedip, yazar bizim gibi Vicdani Retcilerin varlığına duyduğu rahatsızlık sebebiyle, kendisine namussuz silahını da alıp bizi temizlemeye gelmesi için ötelerden sesleniyor. “Vatanı namus bellemeyen kaçak ve alçakları onunla vur!” diye kendi inanç jargonuyla bir çeşit niyazda bulunuyor. Sanırım kendisinin isminin başında “deli” ifadesi bulunmadığı için, Halit Paşa kadar kolay, böyle bir faşistliğin cezasından kurtulamayacağından ötürü bu işi kendisi yapmak yerine geçmişten himmet dileniyor!

Yazarlarden biri ise, “Askerliğini yapmamış birisi ile vicdani retçi karşı karşıya geldiğinde vicdani retçinin kendisini psikolojik olarak ezik ve mahçup hissetmesi kaçınılmazdır,” demiş. Vicdani Retcilerin psikolojilerini ve sağlıklarını bu kadar dert ediniyorlarsa bu kalemşörler evvela devletin, TSK’nın kendilerine reva gördüğü hapis ve işkencelere karşı bir duruş sergilemelidirler. Bu tam manasıyla gülünç yazıları okumak zor da olsa, Vicdani Retcilerin gıyaplarında, vatandaşların gözünde çizilmeye çalışılan profile işaret etmeleri bakımdan önemli olduklarını düşünüyorum.

İnsanlarda, sistemlerde patolojik bir zaaf olarak, kendi tercihlerini normal olanın merkezine almak için, standardını, dogmasını tüm topluma dikta ve empoze için, dışladığı “ötekine” aşırı, marjinal radikal, deli gibi yaftalarla saldırmak nasıl bir faşizmdir anlamak güç. Vicdani Retcilere deli diyen, milliyetçi, Türk-İslam sentezcilerine, Kureyşlilerden bir zümrenin ve daha nice zalimlerin, Muhammed peygambere ve diğer direniş ehli insanlara da “deli” yaftası yapıştırdığını, Kuran’da Allah’ın, “sen deli değilsin” hitabında bulunduğunu hatırlatmakta fayda var. En iyisi Ali Bulaç’ın bu ifadelerin geçtiği Kalem Suresinin kendi çevirisini, kendisine ve diğer bahsi geçen yazarlara yeniden hatırlatalım:

“1. Nun. Kaleme ve satır satır yazdıklarına and olsun. 2. Sen, Rabbinin nimetiyle bir mecnun değilsin. 3. Gerçekten senin için kesintisiz bir ecir vardır. 4. Gerçekten sen, pek büyük bir ahlak üzeresin. 5. Artık yakında göreceksin, onlar da görecekler. 6. Sizden, hanginizin 'fitneye tutulup-çıldırdığını. 7. Elbette Rabbin, kimin kendi yolundan şaşırıp-saptığını daha iyi bilendir; ve kimin hidayete erdiğini de daha iyi bilendir. 8. Şu halde yalanlayanlara itaat etme. 9. Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı. 10. Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık,11. Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan), 12. Hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkar, 13. Zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik; 14. Mal (servet) ve çocuklar sahibi oldu diye, 15. Ona ayetlerimiz okunduğu zaman: '(Bunlar) Eskilerin uydurma masallarıdır' diyen...”

Niyazi Öktem de zorunlu kamu hizmetinin zorunlu askerlik hizmetinden daha uzun olması gerektiğinin altını çizmiş. Hoş görünün sınırını zorlayanlara “hoşt görü” diye bir tabir kullanmaktan da geri durmamış. Gülünçtür, aynı şahıs askerliği; “insanlık ormanında goril tasallutundan kurtulmak için tutulan eğitimli nöbet” olarak tanımlayınca insan gerçekten kendini bu yüz yıldan soyutlamak istiyor! Ardından, Şükrü Alnıaçık, Askerlik “İslam’ın Altıncı Şartıdır!” başlıklı bir yazı kaleme alıp, İslama iftira etmiş. Meğer, askerlik; “Müslüman olmanın sosyal normlarından biri imiş! Yıllardır 5 şarta indirgenip, bodurlaştırılan, dinamik yapısı işlemez hale getirilmeye çalışılan, inananlarını ellerinin uzanabileceği tüm haksızlıklara karşı sorumluluk sahibi kılan bir inancı, ritüellerin vicdan tatmini haline getirip, 5 şart kıskacında kısırlaştırmaya azmeden zihniyetle mücadelemize demek ki bir madde daha eklenmiş oluyor böylelikle! Yazının bir başka kısmında, yazar bir başka yakınından “Şehitlik uzmanı” diye bahsediyor. Yer yüzünde bir başka kavram daha bu kadar laubali kullanılmış ve suistmial edilmiş midir acep? Aynı yazının devamında, Vicdani Reddi, yine İslam dışı diye yaftalamak için, Hristiyan cemaatlerinden Dostların Dini Derneği adında bir oluşuma ve Geroge Fox’a dayandırılıyor. Bahsi geçen 1650'lerde George Fox tarafından kurulan Hristiyan mezhebi. Quakerlar ayinleri, dini törenleri,resmi yönetimi reddetmeleri yüzünden kilisenin sosyal reformunda etkin oldular. Bu akımın mensuplarından William Penn de İngiltere’de bu minval üzere yazdığı yazılar yüzünden hapsedilmiş zaten. Yani bir yerde hangi inançtan olursa olsun, Vicdani Retcilerin, kendilerini bu kavramla niteliyor olsun ya da olmasın uğradıkları muamele, sistem tarafından reva görülen şey zindanda ve zulümde buluşuyor gibi gözüküyor.

Bu mevzuda verilebilecek en rafine örnek; Muhammed peygamberin, daha 20 yaşında genç bir delikanlıyken Hılfu'l-Fudul adında bir oluşumun katılımcıları arasında yer aldığını vurgulamak olsa gerek. Mekke’nin kimi ileri gelenlerinin mazlumlara ve mağdurlara karşı duyduğu vicdan azabının tahrikiyle, zulme ve gadre maruz kalanların haklarını korumak ve onlara arka çıkmak için kurulan bu teşkilat daha Muhammed (Selam olsun ona), peygamber olmadan evvel içinde putperestlerin de bulunduğu bir hareket idi. Ve Muhammed peygamber yıllar sonra, günümüze ulaşan bilgilere göre; “yine olsa yine katılırdım,” demiştir bu teşkilata. “Abdullah b. Cudan’ın evinde bir sözleşmeye şahit oldum ki, kırmızı develere sahip olmaktan (o zamanın büyük servet unsuru) daha çok sevindim. Eğer şimdi de böyle bir sözleşmeye çağrılsam gene katılırdım.'' dediği muhtelif eserlerde geçmektedir. Yani aslolan hareket ve oluşumun mahiyetidir. Velev ki Vicdani Red ilk olarak batıda filizlenmiş olsun bu; Müslümanların onu kendi üsluplarınca özümseyip hayatlarına yansıtmalarına elbette ki mani olmamalıdır.

Gerçek omurgalı insanlar, “entelektüeller, bir kaşık yoğurt gibidirler ve çalındıkları bir kazan sütü yoğurda çevirirler.” Vicdani Red hareketi de toplumun varlığına bir çeşit insanlık mayası çalmak umuduyla direnişine devam edecektir. Bu süreçte, devlet vatandaşından çaldığı dişlerle onu ısırmaktan vazgeçmelidir, bir kısım İslamcılar da, eğip bükerek tırtıkladıkları ayetlerle, alıntılarla, hakikati örtmek için dil ve duruşlarını bukalemunluktan arındırmalıdırlar. Bizimle aynı fikirde olmayabilirler fakat bizi din adına itham etmeye hakları yoktur! Ve evet, zorunlu askerliğe ve bu konudaki diktacı tutumlara karşı çıkmak, devlete ve topluma bir mesajdır ama devlet bu mesajı toplumun doğru okumasına mani olmak için şiddet araçlarını ve sesini yükseltip, bu konuda sözünü yükseltmeye çalışan sivil insanlara mani olabileceğini sanıyorsa, yanılmaktadır! Zira zulüm ve kara propaganda her dem bumerang gibi er ya da geç failine geri döner! Din de, devlet de insan içindir. İnsan, ne din ne de devlet içindir. İnsan fıtratına aykırı olarak dallanıp budaklanan her parazit, zalim kolu, sentetik aşıyı, sorumluluk ahlakına sahip nesiller eliyle budama imkan ve istidadını Allah insanların vicdanlarına yerleştirmiştir.

Son olarak bahsettiğim Hıl’ful Fudul’un tüm üyelerinin ettiği yeminin bir tercümesini aktarmak istiyorum:

"Allah'a yemin ederiz ki hepimiz mazlum ile birlikte zalime karşı bir el gibi olacağız. Ve bu zalim mazlumun hakkını verinceye kadar mücadele edeceğiz. Bu ittifakımız, denizde bir tüyü ıslatabilecek kadar su kalıncaya dek; Hira ve Sabir tepeleri yerinde durdukça ve mazlumun iktisadi durumunda adalete tamamen riayet edilene kadar devam edecektir."

Kavramlarımızın, zaaflarımızdan arınıp hakiki manalarına hicret edebilmesi duasıyla, insanlığın kardeşlik ırkına, şimdi ve her dem Selam olsun...


Vicdani Retci: Meryem Rabia Taşbilek15122012