[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

14 Şubat 2012 Salı

Eşik-4




Eşik-4

Kapıyı açtı. Eşikte durdu. Hala eşiği olan evlerden birinde oturduğunu anımsayıp, anlatması ve anlaşılması zor bir sevinç duyduğu sırada bir miktar rüzgar ayaklarına dolanıp yüzüne ulaştı. Hangi rüzgardı bu. Rüzgarların hepsini tanımıyordu ve bu adını bildiklerinden hiç birine benzemiyordu. Öğrenmek gerek diye düşündü içinden. Yanakları ürperdi. Boynundaki atkıyı burnuna kadar çekti bu yüzden. Gerçi ara ara içinde ısıttığı soluğunu yürürken burnuna doğru üflemekten hoşlanıyorsa da bunu biraz tehir etmeye karar verdi. Yola çıkmadan attığı her adımı anlatacak değilim ama güzeldir bir insanı  yumuşak atılımlarla adım adım kendini dış dünyaya hazırlarken izlemek. Bazılarımız eşiklerden öteye geçmeden evvel sadece üst başını değil ruhunu da hazırlar kalabalığın keşmekeşine, boyuna takılan bir atkı, ele alınan bir şemsiye gibi ruhuna iliştirdikleri, hatırlattıkları da vardır. Bu zaman alır biraz. Eşiklerin var oluş sebeplerini anımsayıp sınırları hatırlamak için durmak gerekir bir müddet. O da öyle yaptı...

Eşikte durdu. Düşündü. Bütün telli aletlerin bile bir eşiği vardı, teli gövdeden ayırıp ikisi arasındaki mesafenin verdiği gerilimle sesi kanatlandıran... İnsan için de muhtemeldir ki, eşikler benzer bir işleve sahip olmasın. İnsanın ömrü hep eşiktedir. Dışarısıyla içerisini birbirinden ayıran ve de bağlayan somut eşiklerin varlığı, görmesini bilene görünmez eşikleri, Araf’ı da hatırlatır. Ve belki de somut kapı eşiklerinin hayatımızdan kalkmasıyla, dışarısı ve içerisi ayrımının, mahremiyetimizin tahribi de hızlanmış, insan eşikte duruşunu unutup çokça dışarıya eklemlenmeye başlamıştır. Bu yüzden eşikleri korumak, eşiklerde durmak gerek... Yükseltisi olmasa da her kapının bir eşiği vardır elbet ama tümsek kendini hatırlatır, onu görmezden geleni tökezleterek kendini hatırlatma lüksü vardır en azından. İç burkuntusuyla da olsa hayatındaki tümseklere şükrederken bunlar geçiyordu aklından... İçini çekti, içine çekildi.

Eşiği geçti. Yola koyuldu. Ondan kaçmak isterken yakalanmadıkça soğuğu seviyordu. Yine de, soğuğu sevdiğini söylerken ona mecburiyetten maruz kalanları aklından çıkaramadığından biraz utanıyordu bunu böyle dolaysızca dillendirmeye. Zihnini ve bedenini dinçleştiriyordu soğuk. Çiçekçi kadın geçenlerde nasıl demişti soğuktan bahsederken; lezzetli bir soğuk... Lezzetli, diye mırıldandı. İnsan lezzet almak istedikten sonra, hiç de zor değildi.

Boydan boya toprak rengi giyinmişti de başının üzerinde ve boynunda birkaç gök mavisi dolanmıştı bugün. İçindeki ve dışındaki bulutların tüm parçalanmışlığına rağmen havanın pusluluğu devam ediyordu. Göğü gri görmek ona pek iyi gelmiyordu. İçinde ayıklanmayı bekleyen puslu deltalara yöneltiyordu bu hava onu. Bunun için çok yorgundu şu sıra. Oysa bir yerlerde, aynı gök altında bu griliği lezzetli bulan insanlar da vardı muhakkak. Onların görüp, kendisinin göremediği o güzelliği görmek için gözlerini kısıp göğe bir bakış attı. Neyse ki, “rüzgarın lezzeti” onun griliğini biraz olsun gölgede bırakıyordu. Şimdi kalabalığa karışmak vaktiydi. Her şeyi sade gölgelerden ibaret gördüğü bir süreçten yeni yeni sıyrılıyordu. Ama hala bazı insanlar farklı tonlarda birer gölge gibi dolaşıyorlardı etrafında. Sürekli birbirine çarpıp, hatta tokalaşıp birbirin-in derinin-e dokunmadan geçen insanlar topluluğunun içine dalmak üzereydi işte yine. İçine karışamıyordu pek, yüzer gibiydi daha çok. Yarıp geçiyordu, ta ki gözünden ruhuna doğru iletilen, dikkate değer bir şeyler bulana dek.

Derin bir nefes aldı ve bir alt geçide yöneldi. Gözleri kalabalığı taradığında siyah beyaz fotoğrafların üzerinde, bazı renklerin seçilip bazı kısımların vurgulanması gibi, kimi şeyler gözüne çarpıyordu. Kalan her şey birer gölge mesafesinde akıp gidiyordu sanki. Geçitin içinde kimi dükkanlar, dükkanlardan birinde duvar saatleri... Vitrindeki her saat bir başka vakti işaret ediyordu. Hangisi doğru acaba diye geçirdi içinden. Saatin kaç olduğu onu pek ilgilendirmiyordu aslında. Saatin yardımıyla geç kalmaktan kurtulabileceği hiç bir acelesi yoktu zira. Bir yerlere, bir şeylere geç kalıyorsa bile saatten haberdar olmasının pek bir faydası yoktu. Zamanı o kadar çok parçaya bölüp, onu yeniden birleştiremezdi biteviye koşuşturmalarla. Buna gücü yetmezdi, istemezdi de. Çünkü zamandan ziyade, halden yana bir geç kalış ve hamlık olabilirdi ancak onun dert ettiği. Bunun için zamanı bölerken kendine de ona da daha şefkatli davranması gerektiği öğretilmişti ona vaktiyle. Yine de merak ediyor saatin kaç olduğunu bir an da olsa. Daha doğrusu bunca saatin bulunduğu bir ortamda hepsinin ayrı bir vakti göstermesini garipsiyordu. Hepsi aynı vakte kurulu olsa insanlar için toplu bir saat kulesi işlevini görebilirdi bu vitrin en nihayetinde. Merakı daha çok bunca vakte işaret eden saat arasında en azından bir tane gerçeklikle uyumlu saat bulunup bulunmadığından ibaretti. Saçma diye eleştirdi sonra kendi merakını. Saat kullanmayan biri olarak gereksiz bir meraktı bu. Sesi gürültüyle bastırılmış, akan zamanın tik takları arasında yürümeyi sürdürdü...

Yağmur çiseliyordu. Umarsız bir ahestelikle devam etti yürüyüşüne. Biraz ıslanınca dalları kırılmış, yürüyen bir ağaç gövdesi gibi görünmeye başladı uzaktan. Kim ona böyle bir benzetmeyi yakıştırabilir derseniz pencereden bakmakta olan birkaç hayalbaz çocuk olsa gerek derim. Peki nereye gidiyor? Önce dostlarından birine uğramayı düşündü. Sonra şu sıra herkesin her şeyle ne kadar meşgul olduğunu düşünüp vaz geçti. Banklardan birine oturdu. Etrafı seyre koyuldu. Herkesin ne kadar acelesi var Allah’ım diye hayıflandığını duyar gibiyim. Nereye koşuyorlar bu kadar telaşla? Korkunç bir şey olmalı kaçtıkları. Ya da nereye varmak istiyorlarsa korkunç bir tutkuyla istiyor olmalılar bunu. Kaçarken etrafa çeşit çeşit kokular saçıyorlar. Her adımda bir parçaları dökülüyor paçalarından. Bu hızla dağılırlarsa, vardıkları yere kendilerinden hiç bir parçayı ulaştıramayacaklar korkarım, diye geçirdi içinden. Sonra yan tarafta bir saçak altına ufalanıp bırakılmış ekmek kırıntılarını hızla didikleyen güvercinleri görünce hatırladı. Ekmek dedi, ekmek kavgası. Bu doğru olabilir miydi gerçekten, hepsi ekmek için mi, diye sordu kendi kendine. Emin olamadı. İlk defa gittiği Urfa’da ineceği durağı kaçırıp son duraktan aktarma yaptığı minibüsün muavini genç delikanlı, daha liseli yaşlardaydı besbelli, çok yorulduğunu ama kendisi için aldığı LCD ekran televizyonun taksitleri için katlandığını söylüyordu bu işe yanındaki hısmına... Bir tarafta vitrinlere zincirlenmiş insanlar öte tarafta yediğinden fazla çöp çıkartan insanların artıklarını toplayıp ekmek kırıntılarından lokma devşirmeye çalışanlar... İnsan düşündükçe aklının, vicdanının kısa devre yapması işten bile değildi.

Bu çelişkiler bütününden, insan birkaç ilmek çözmek için yumağı nereden tutsa, daha da dolanıyordu karmaşık yapısı küçük dünyasının... Başını önüne eğip, ayaklarının altındaki birkaç küçük çakıl tanesini sürüklerken ileri geri; bir yerde buzdan varlıklarız diye düşündü. Telaşeyle koşup kızıştıkça beklenenden daha hızlı eriyip gidiyorlardı yaşamın içinde. Oysa alında biriken terlerin hayata anlam kattığı ve ruhu yücelttiği demler de yaşanmıştı illa ki yer yüzünde. Alın terinin soğumadan emeğin hakkının verildiği, gereksiz şeylerle takas edilmediği kimi demler olmuştur illa ki. Ve biz tüm bunlar hiç yaşanmamış gibi yapabilir miyiz? O tat ruhumuza insani bir imza olarak geçmişken onu yeniden aramadan yaşanabilir miydi? İnsanı havadan, rüzgardan ve ışıktan çok daha fazla sarıp sarmalayan şeyler vardı ve bu şeyler eskiden ne iseler artık o değillerdi. İşte bu değişim ruhumuzda çalkalanış ve çırpınışlara yol açıyordu. Bizi sarıp sarmalamasına alıştığımız ve sarıldığımız şeyler parmaklarımızın arasından dökülüp, sıvası bozulmuş ruhumuza bambaşka ellerin vuruşları ve bizlerin de yardımıyla başka başka gölgeler, karanlıklar yerleştiriyordu. Ama içimizde taşıdığımız nefes umudun umudunu taşıtıyordu yine de bize. Bundan asla haberdar olmayan insanları az biraz anlayabilirdi bu akıntıya kapılışın içinde, ama ya farkında olanlardan biriyken bu hengamenin neresinde nasıl yer alıyordu?.. Aklı almıyordu. Üzerinde yol almaya çalıştığı yola dair bunca farkındalık hamallığına rağmen bunca sendeleyiş ve yerini yadırgayış neye alametti, nasıl okunmalıydı?

Ölümün kaçınılmazlığı karşısında acıyı ve sevinci aynı zeminde cem eden hakikat bilincinin yitimi ya da unutuluşu yaşamın renklerini bu kadar mı bulanıklaştırırdı? Farkındalık dallarının filizlenip bir ahenk yaratması gerekirken, köklerinin yaşam toprağından bu kadar ayrılması, tüm renklerin birbirine karışması, yer çekimini yitirmek gibi bir şeydi?

Karnının acıktığını farketti, kalkıp yakınındaki seyyar simitçiden kendi seyyarlığına mazot almaya yeltendi. Bir simit alıp 4 simit parası bıraktı. Adam onu tanıdığını belli eden bir gülümsemeyle; "Eyvallah, tamamdır," dedi. O da gülümsedi, simidi ağzına götürürken belli belirsiz. Böylece aralarında, artık söze hacet bırakmayan bir anlaşmanın (askıya simit bırakmanın) geri kalan kısmını simitçiye devretmiş oldu. Susamlardan bir kısmı yerlere döküldü. Bunu gören birkaç karınca o tarafa doğru yöneldi. Renkler böyle böyle biraz olsun ayırt edilir hale gelebilirdi belki de. İçi biraz serinledi. Yine aynı rüzgar yüzünde dolaşmaya başladı. Kirpiklerini yoklayıp henüz görünmez ellerine ihtiyacının olmadığını anlayınca da, atkısını az öteye uçurup bir başka yöne doğru esti d/okunaklı bir fısıltıyla...

Dilsizmütercim212214022012