[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

14 Mart 2011 Pazartesi

Topal Hİkaye

Topal Hikaye



Öyle berbat bir yazı kaleme almak istiyorum ki sormayın. Yazı yazmayı da berbatça istiyorum, berbat bir yazı olmasını da. İnsanlar okuduklarında fenalaşıp, yazıyı okudukları atmosferden uzaklaşıp, oda değiştirsin ya da dışarı çıksın, ağır bir yemek üstüne içilme ihtiyacı duyulan maden suyu gibi birileriyle muhabbet etme iştiyakı hissetsin istiyorum. Bu defa bir istisna yapıp bunu naifçe gerçekleştirmek istemiyorum. Kalemimin mürekkebini az da olsa değiştirmek istiyorum belki de. Böylesi bir yazıyı yazmak daha evvel mümkün oldu mu bilmiyorum. Öyleyse bile birileri beni bu güzelim olaydan henüz haberdar etmedi. Bunu istiyorum çünkü bazen hiç bir okuma sahici bir kavganın bile yerine tutabilecek nitelikte doyurmuyor insan ruhunu. Sürekli kısa devre yapan diyaloglar aklıma şase yaptırmak üzere. Bu yüzden içimde büyüyen çıbanı sayfalara patlatmak istiyorum. Satırlarda buna uygun bir damar yolu bulana dek de şöyle bir dolaşacağım aranızda.

Farzediyorum ki ben de sizin başınıza gelene benzer kötü bir yazı okudum ve kendimi dışarı zor attım. Yanımdan bir buçuk bacaklı bir adam geçiyor. Bu tabir ona ait, her nasılsa ben de bunu biliyorum. Benim nereye gideceğinden yana kararsız bacaklarıma göre daha fazla işe yarıyor gözüküyorlar. Çünkü gidecekleri yerden yana hayli emin adımlarla ilerliyorlar. Tam bu esnada bir karar verip adamı rahatsız etmeden takibe alıyorum. Ne tarafa giderse ben de onunla beraber aramızda hafif bir mesafe bırakarak yol alıyorum. Bir buçuk bacakla bana bir yerden sonra açık ara fark atıyor. Sonra bir toptancı dükkanına giriyor. İş yerine aşina olduğu her halinden belli. Güler yüzlü karşılanmasına seviniyorum. Ben de toptan vazgeçiyorum onu takip etmekten. Bir de bakıyorum ki Arap Camiinin dibindeymişim. Tek şeritli çift yön çalışan hem de toptancı dükkanlarının sürekli mal indirme bindirmesine maruz kalen çilekeş yolların çilekeş esnaf çehrelerinden çoktan anlamalıydım oysa. Uğramadan olmaz deyip, içeriye dalıyorum. Buradaki dinginlik, çarşıdan uzak kalmışlığın verdiği suskunluk gibisi yok. Esnaf mescitlerini de bu yüzden seviyorum. Neden kendi başıma buraya gelmeyi akıl edemedim de bir hafiyelik sonrası payıma düşmesine talim ettim diye kızıyorum kendime bir müddet.

Caminin üst kata uzanan simetrik merdiveninden birine oturup, akşam izlediğim filmi düşünüyorum ibadet niyetine. Hindistan yapımı Black; hem kör hem sağır ve dilsiz bir kız çocuğu ve onun içine doğduğu karanlıkta kaybola yazmış ruhuna kelimelerden kanat takarak aydınlığa kavuşmasına basamak olan sıra dışı bir öğretmenin hikayesini anlatıyor film. Bir insan hem görüntü hem sesten mahrum olarak kavramları nasıl kavrar aklım pek almıyor. Gerçi ben hala bu beş duyuyla bunları yapabiliyor olmamıza da hala hayret edenlerdenim. Düşündükçe daha da genişliyor daire ve daha büyük bir boşluğun içinde buluyorum kendimi. Vardığım yer boş/a değil elbette ama cevaplara muhtaç pek çok bakir kısım var bu konuda zihnimde. Belki de önce insan, bahsi geçen kızın sahip olmadığı duyularla ve hatta onlara rağmen nasıl bir kavrayışa sahip olabiliyor, diye sorması gerek. Yatılı okulun bahçesinde, havuz başında sohbet ettiğim görmekten çok bakma engelli arkadaşları hatırlıyorum, nüktedan ve zeki arkadaşları... Kabartma Kur’anlardan hafızlık yapıyorlardı. Bizde olup, onlarda olmayan duyularının yerine daha çok kullandıkları duyuları keskinleşmişti işte. Ya da bize olmayıp onlarda olan duyular mı demeliyim bu noktada, emin değilim. Yaşamın sür/tü/nme kuvvetiyle zorlukların biley taşında daha belirgin şekillenmişti kimi özellikleri.

Yanıp sönen bir lambayı elinde tutarken, kalbi tekleyip, can çekişen bir kuşun yanında şefkatle durur gibi ona eşlik eden hocayı anımsıyorum filmdeki sahnelerden birinde. Kendisini azarlayan arkadaşına, bu ışık ölüyor, son anlarında yanında olmayayım mı, diye karşılık veren öğretmeni. Aynı hürmeti kitaplara da gösteriyor. Varlıkları muhatap almak onlara nesne muamelesi yapmamak yerine göre başkaca bir bilgelik boyutu. Onların emrine girmekse ayrı bir rezillik... Sonra engelli kızın kardeşinin, ona gösterilen ilginin eziciliği karşısında ruhen kimi konularda engelli hale gelmesini düşünüyorum. Her gün ruhumuzun bir başka azası çolaklaşıp, kötürümleşmiyor mu bizim de? Kimi zaman bizim, kimi zaman başkalarının ellerindeki kör keskilerle yontulmuyor muyuz istemsizce!

Hayatımızda varlık gösteren her insan ve olaydan sonra geriye kalan kraterlerin içine kitaplardan, fotoğraflardan, şarkılardan dolgular yapmıyor muyuz? Düşünceler için de geçerli bu. Hava alan dolgular sızlıyor aklımızda. İnsanın bazen kökünden çektiresi geliyor tümünü, çektiği onca acıya bakınca. Ama insan en nihayetinde “biraz” mazoşist yaratılmış. Bu meyil değişirse ya terki diyar etmek istiyor insan ya da sadizme kayıyor sanki. Bilginin sınırları içinde bu hep böyle. Aslında hususi bir acı arayışı değil, var olan acıları duyumsayış bu.

Bu yazıyı hala okumaya devam ediyorsanız amacıma ulaşamamışımdır demektir. Ne sinir bozucu bir durum bilemezsiniz. İyi bir yazı için de, kötü bir yazı için de kendini yetersiz hissetmek. Bari birinde vasatı aşabilseydim. Canımın sıkıntısı geçer miydi bilmiyorum o zaman.
***
Sırf arıza çıkarmak için, zaman zaman rozet aldığım bir dükkana giriyorum. Çok güzel bir müzik çalıyor. hem de pikaptan. Alacak hiç bir şey bulamıyorum. Sırf müziği biraz daha fazla dinlemek için absürt absürt şeyleri inceliyorum. İnanmayacaksınız belki ama iki yıl önce sergilenen kimi eşyaları hala üzerleri biraz tozlu da olsa orada görünce garip bir mutluluk kaplıyor içimi. Buraya ne zaman gelsem bir hoş oluyorum. Sırf laflamaya geldiğim zamanlar hiç de azımsanmayacak kadar çok. Dükkandaki çalışan arıza Rıza en az eşyalar kadar eski. Mekan sahibinin burasını sırf Rızanın orada plak koleksiyonundan şarkılar çalıp gelen gidenle laflaması için hobi olarak işlettiğini düşünüyorum bazen. Çalan müzik kime ait, diyorum. Söylemem, diyor. Keyfin bilir, diyorum. Sırf kendime bir şans daha oluşturmak için biraz daha dolanıyorum etrafta. Çin malı, zilli stres toplarının üzerine lütfen dokunmadan bakın yazısını görüyorum. İnsanı strese sokmak için yazılmış sanki. O kadar dolanıp bir şey almadan çıkmayayım mantalitesindeki şapşal müşteriler birliğinin müdavimi olarak rozetlerden “İnsanları tanıdıkça, kedileri daha çok seviyorum.” yazılı olanı almaya karar veriyorum. Rozet için ceplerimde bozuk para ararken, rozetin dükkana gelişimin üzerinden geçen zaman zarfında pek de bozukluklara pabuç bırakmayacak kadar tuzlandığını fark ediyorum. Her neyse, rozeti hemen şimdi taksam hiç fena olmaz deyip üzerime iliştirirken elimdeki kitabı, hayli tozlu camekan tezgahın üzerine bırakıyorum. Rıza’nın göz ucuyla kitaba baktığını görüyorum ama ses etmiyorum.

Rozetim için güzel seçim diyor sonunda. Ben de hiç konuşmayacaksın sanmıştım, acayip canım sıkkın, ama senin de benden geri kalır yanın yok anlaşılan, diyorum. Biraz laflıyoruz. Ben seni anca hatırladım, hayli zamandır gelmiyordun, diyor. Susarak onaylıyorum sadece. O devam ediyor. Hep bu kitaplar yüzünden. İnsanın yaşamla arasındaki bağları kopartıyor bunun gibiler. Başka işin mi yok senin kalkmışsın Hiç İçin Metinler okuyorsun. Bunlar var ya bunlar, tutar adamı elinden başka bir dünyaya götürür, ondan sonra da orada ne yol gösterir, ne de geriye dönüş yolunu tarif eder insana, diyor. Ne yapayım, açım diyorum. Beter ol, diyor. Öfke ve şefkat birbirine karışmış bir sesle. Senin gibi mi yani demeye kıyamıyorum. Ama o beni anlıyor. Kitabı açıp sorduğum müzisyenin ismini ilk sayfaya yazıyor. Sir Richard Bishop-Salvador Kali. Salvador Daliyle tek bir harfleri farklı ama ikisi de delilik derecesinde dahiler sanki, diyorum. İçimden mi dışımdan mı hatırlamıyorum şimdi. İnsanın kendi kurgusuyla eş zamanlı olarak hatırlamamak gibi bir fiili kullanması amma da absürt. Öznenin yükleme varmadan öldüğü hastalıklı cümlelerden daha ne beklenir ki.

Neyse oradan ayrılıyorum. Aklımda bir sürü ihtimal vardı ama işe bak ki hepsini unuttum. Hayal kurarken bile insanın unutkanlık illeti yakasını bırakmıyor, iyi mi? Üstüme öyle bir ağırlık çöküyor ki anlatamam. Başka bir muhitte olsa yüzüme şalımı çekip bir bankta kestirecek kadar kötü hissediyorum kendimi. Gerçi bunu en son yaptığımda polis kaldırıp gbtme bakmak için kimliğimi istemişti. En nefret ettiğim şeylerden biridir. İskele camisine sığınıyorum güç bela. Bir köşeye kıvrılıp sızıyorum. Heybem de başımın altında içindeki kitaplarla birazdan boynumun tutulmasına sağlayacak da olsa yastık işlevini sağlıyor. Bir ara bunu seccadelerle denemeye kalktım, ayak kokusundan uyuyamadım maalesef. Dışarıda Romen kadınlarının bağırış sesleri. Çiçek satıyorlar. Sanki eskiden buketlerinde ottan daha çok çiçek vardı. Buara onlardan kendime çiçek alma hevesimi de kaçırdılar çağın hastalığına onlar da kapıldıklarından. Aklım sıra onları cezalandırıyorum resti çekerek ama çiçeklerden de mahrum kalıyorum. Baharın beraberinde getireceği kır çiçeklerini beklerim ben de ne yapalım. İçlerinden sadece Gülseren’i tanıyorum. Birilerine buket yaptırırken demetten yana gözüm doymadığında veresiye çiçek alırdım ondan. Sırf veresiye almak için de çiçek alırdım ondan. Veresiye bu asrın kelaynak kavramlarından biri sanırım. Vadeli vadesiz, kartlı kartsız taksitler var artık. Gülsereni tanımak beni tezgahlar arasında çekiştirilmekten de kurtarıyordu.hem. Sahi hepsinin isminde ille de bir çiçek ismi geçiyor. Şarkıcıların sahne isimleri gibi, onların da çiçek tezgahı isimleri miydi acaba bunlar. Yoksa çiçekle hemhal oldukça anneleri, babaları başka bir isim düşünememiş olabilirler mi. Akıllarına çiçek mi bulaşmıştır yoksa. Sormuştum bir defasında ama verdikleri cevabı hatırlamıyorum şuan.

Bu unutkanlık da hayli canımı sıkıyor buara. Mesela aylardır kullandığım musluklardan sağdakinin mi soldakinin mi sıcak aktığını ezberleyeli hayli zaman olmuştu. Şimdilerde unutuverdim, birkaç defa elimi yaktım bu yüzden. Bir köşeye kıvrılıp uyuduğumu da unutmadan uyanmalıyım. Yoksa kış uykusuna dalacağım. Dışarı çıkıp yola koyuluyorum. Bildiğim bir yere, bilmediğim birkaç yolu deneyerek varıyorum. Az buz zamanımı almıyor. Ama acelem yok. Genelde de olmamıştır. Deniz kıyısında bir mekan...  Denizin dalgaları bana kendimi iyi hissettiriyor bazılarının aksine, kendi çırpınış ve çalkalanışlarımda yalnız olmadığımı hissedip, bencilce sevinmeme sebep oluyorlar zira. Daha önce bir arkadaş getirmek istemişti beni buraya. Yalnız kalmak isteyişimi üzerine alınan bir arkadaş. Oysa bu doğru değildi. Başka bir vakit kendim gelip keşfetmiştim mekanı. Duvarlarından salaşlığın görkemi haykırıyordu insanın yüzüne. Yalnız kalmamam gerektiği dönemlerde beni çok yalnız bırakanlardan biriydi ve ben cezaevindeki hücresinden uzun zaman sonra çıkmış biri gibi iletişim sorunları yaşıyordum. İnsanlarla belli bir düzende iletişim kur-a-mayalı çok uzun zaman olmuştu. Dilim debriyajdan bir türlü kalkmıyordu. Sükutumu da bağrına basar sanmış yanılmıştım. Ondan sonra insanlarla karşılıklı konuşurken kendimden daha da sıkılır olmuştum. Yeni insanlara emek vermekten yana da iştahım, iştiyakım kesilmişti. Yeni insanlar yeni incinmeler demekti bir açıdan da. Uzun zamandır sağlıklı diyaloglar kuramadığımdan -ki ortada iki insanın diyaloğu varken tam manasıyla sağlıktan bahsedebilir miyiz bilemiyorum- dilim çözüldüğünde aklım ve kelimelerim pire gibi oradan oraya zıplıyorlardı. Muhataplarımı da yorduğumu düşündüğümden iki kat yoruyordu bu beni. Susuz da olsam bu böyleydi. Susup monologları yeğlemek bir noktadan sonra sağlıksız da olsa, tek kişilik bu gevezeliklerden başkasına gücüm yetmeyecek kadar zayıflamıştım.

İşte sonunda gelmiş oturmuştum mekandaki taburelerden birine. Tam kendime bir çay söylemiştim ki içeri bir buçuk bacaklı adam girmez mi. Çok şaşırıyorum. Benim onu takibimden sonra, o mu beni takip etti acaba diye geçiriyorum içimden. Yok artık, daha neler. Sanki yıllardır görmediğim bir dosta rastlamışım gibi seviniyorum. Gelip yakınlarda bir yere otururken içimden geçenleri okumuşçasına hiç de yabancılık çekmediğim bir şekilde bakıyor bana. Çaylar iki olsun, diyor taburesini yaklaştırırken. Bazen insanlar söze hacet duymadan selamlaşıp, aşinalıklarını dışa vururlar. Çayın ikiyle çarpılması bizim varlığımızın çarpışıp tanışması oluyor bir bakıma. Gelen çayın yanındaki şekerlerden ikincisini kırarak attığı, bir buçuk küp şekerli çayını karıştırırken, bazen kaybetmek kazanmak kadar zordur, diyor. Bu cümlesine kulak vermem için varlığındaki somut nişaneye ihtiyaç duyurmayan bir tecrübe sesinin titreşimlerinde yer etmişti. Acı hep var ama acınası olandan uzak durmaya çalışmalı. Bazen insanın böbrek taşı gibi hayatında kimi sancılarla kimi şeyleri yaşamından dökmesi gerekir. Edip Cansever’in dediği gibi eksilerek yaşarız ama dışımızdakiler bir fazladır artık. Sahip olma tutkumuzun ağrına gider bu. Kimi zaman bu hazımsızlık yapar, diye ekliyor. Niçin böyle konuştu, kendisini mi anlattı, bana mı bir şey söylemek istedi anlamadım ama bunu belli etmemeye çalışıyorum. Sadece çayımdan bir yudum, bir yudum daha aldıp, yutkunuyorum.

Akbabalar kadar vahşi oluyormuş martılar da acıktığında. Aklımı parçalayıp kayalıklardan aşağı attığımda anladığım son şey buydu...
İnsanların zarif ihanetleri yaşamın nakaratı haline gelince görmezden gelmek için bunu -da- yapıyor insan kendine bir yerden sonra. Aklı parçalayıp fırlatmak da ne, simit mi bu da diyebilirsiniz elbette. Evet simit, can simidi, derim ben de size o vakit.  Hangisi;  aklı parçalamak mı, aklın kendisi mi diye sormayın...  Bu cümle ona mı aitti bana mı her şey birbirine karıştı. Ama ne diyeyim, çay güzeldi. Ben de bir buçuk şekerli içtim çayı. Nispet yapar gibi olsun istemedim. Şimdi çok yorgunum, hayatın ve yazının bir kısım imlasını tehir ediyorum bu yüzden bir gün daha.
Dilsizmütercim:Meryem Rabia Taşbilek:140320112320