Kimler soru sorar?
Soru soran zihin nasıl bir zihindir?
Bir toplumda “soru saran adam” olmak ne demektir?
Örneğin bir peygamberi “sorun soran adam” olarak hiç düşündünüz mü?
Eğer öyleyse gelin “İbrahim’in soruları” üzerine düşünelim.
Bakın Hz. İbrahim neler sormuş?
(Allaha) “Allahım! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” dedi. “Yoksa inanmıyor musun?” deyince “Evet, inanıyorum ama kalbim iyice tatmin olsun diye” dedi. (2; 260).
Soru soran zihin nasıl bir zihindir?
Bir toplumda “soru saran adam” olmak ne demektir?
Örneğin bir peygamberi “sorun soran adam” olarak hiç düşündünüz mü?
Eğer öyleyse gelin “İbrahim’in soruları” üzerine düşünelim.
Bakın Hz. İbrahim neler sormuş?
(Allaha) “Allahım! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” dedi. “Yoksa inanmıyor musun?” deyince “Evet, inanıyorum ama kalbim iyice tatmin olsun diye” dedi. (2; 260).
(Kendi
kendine) “Gece çökünce yıldız gördü: ‘İşte bu Rabbim!’ dedi. Yıldız
batınca ‘Batanları sevmem’ dedi. Ayı doğarken görünce: ‘İşte bu Rabbim!’
dedi. O da batınca ‘Eğer Rabbim yol göstermezse şaşıranlardan olurum’
dedi. Güneşi doğarken görünce ‘İşte bu Rabbim, bu daha büyük’ dedi. O da
batınca ‘Ey halkım! Ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım’ dedi.” (6;
76-78).
Kanaatimce
bu ayetlerde, “İbrahim’in soruları” üzerinden, bir aklın nasıl
yürütüleceği ve bir vicdanın nasıl uyanacağı dersi veriliyor; soru
sorarak, düşünerek, cevaplar arayarak…
Çünkü
insanoğluna ilk vacip olan şey sanıldığının aksine iman etmek veya
teslim olmak değil; kuşku duymak, düşünmek, cevap aramaktır. İman ve
teslimiyet bunlardan sonra gelecektir.
Zira
cevabını aradığınız sorulara tatminkar bir cevap bulduğunuzda içinizde
bir itminan hali oluşur. İşte buna “iman” denir. Aksi halde, demirin
ateşten geçip çelikleşmesi gibi kuşkulardan geçmemiş, soruya cevap
olarak gelmemiş, bir arayışın sonucu oluşmamış olana iman denmez. O,
olsa olsa taklit, önyargı veya kuruntu olur ki bir üfürüklük işi vardır.
Bu
nedenle Kur’an “Önce iman et, sonra düşün” değil; “Önce düşün, sonra
iman et” der. Ekin hasattan, acıkma doymadan, soru cevaptan önce gelir.
Bir meseleyi önce etraflıca konuşur sonra kararını alırız, önce kararını
alıp sonra konuşmayız. Bunların aksini yaptığınızı düşünün… Ne kadar
manasız oluyor, değil mi?
İbrahim’in soruları işte bize bunu öğretiyor.
Sorular sorarak “soylu bir hakikat arayışının” peşine düşmek…
Yerleşik doğrulardan kuşku duymak, onları sorularla sarsmak…
Hz.
İbrahim’in bu tür soruları bir çok yerde sorduğunu görüyoruz: Allah’a,
babasına, oğluna, ileri gelenlere, halka, devlete, gelen elçilere…
İtminana, imana ve teslimiyete bu sorulardan sonra ulaşıyor.
***

Hz. Peygamber de öyle değil miydi?
Genç
yaşındayken Mekke’de hüküm süren hayat hakkında vicdanında sorular
oluştu: “Bu kız çocukları neden gömülüyor?”, “İnsanlar neden alınıp
satılıyor?”, “Tahtadan taştan yontma taşlara insan neden tapar?” ,
“İnsanlık nereye gidiyor?”, “Allah olanları görmüyor mu?”…
Sonra
bu tür soruların cevabını bulmak için dağlara, mağaralara çekildi.
Geçmiş ve gelecek, dün ve bugün, yerler ve gökler, görünenler ve
görünmeyenler, insan, hayat ve tabiat vs. üzerine derin düşüncelere
daldı. Bazen kırk gün kırk gece eve dönmediği, gözünü mehtapta tek bir
noktaya dikip sabahlara kadar öylece daldığı anlar oldu.
Allah bu arayışı cevapsız bırakmadı.
Daha
önce iman nedir kitap nedir bilmiyordu. Yani bu soruların cevabı
konusunda itminana/imana ulaşmamıştı. Göğsü daralıyor, sıkıntı
çekiyordu. Allah onu bu soruların cevabını arar vaziyetteyken buldu. Onu
arayışlar içindeyken seçti ve sorularına cevap vererek yol gösterdi (Ve
vecedeke dâllen feheda).
İşte,
bu, sorular sorarak işleyen bir aklın, hisseden bir kalbin ve uyanan
bir vicdanın itminana ulaşması, ne yapacağını bilir hale gelerek karar
sahibi olması ve bu karalılıkla tarihin önünü çıkması, meydana atılması
olayıdır.
Bu sorulara gelen cevaplar tarihin akışını değiştirdi.
Aslında her soruya cevap arayış böyle bir etki yaratır.
Akıl
işler, kalp hisseder, vicdan uyanır, gözler görür, kulaklar duyar, dil
konuşur hale gelince insanın meydana atılası ve kollarını makas gibi
açarak “Durun kalabalıklar! Bu yol çıkmaz sokak!” diye bağırası gelir.
İbrahim,
Musa, İsa ve Muhammed’in (hepsine selam olsun) yaptığı işte buydu.
Onlar esastan sorular sordular, Allah da onlara esastan cevaplar verdi.
İnsanlık tarihinde derin etkiler bırakmalarının bir nedeni de budur.
Baktığımızda
en aykırı soruları onların sorduğunu görüyoruz. Öyle ya dini düşünce
alanında (İbrahim’in) “Ölüleri nasıl dirilttiğini göster? veya
(Musa’nın) “Bana kendini göster” veya (Havarilerin) “Bize gökten bir
sofra indirmesini Rabbinden isteyebilir misin?”
sorularından/isteklerinden daha aykırı ne olabilir?
(“Soru”
sözcüğünün Arapçası “suâl” (se-e-le) aynı anda hem soru sormak hem de
istekte bulunmak anlamına gelir. Dolayısıyla soru sormak istekte
bulunmak, istekte bulunmak soru sormak demektir. Mesela “mes’ele” soru
sorulmayı/sorgulanmayı/isteklerin neler olduğunu öğrenmeyi gerektiren
şey demektir.)
Buradan
şunu anlıyoruz; soylu bir hakikat arayışına girmişseniz, her tür soru
mübahtır. Yeter ki gerçeği sadece gerçeği öğrenmeye çalışın. Allah bu
tür soruların hiç birisini terslememiştir. Aksi halde laf olsun torba
dolsun diye soru sormanın, cevabı gelince altından kalkamayacağı
soruların peşine düşmenin manası yoktur.
***

Hz.
İbrahim’in, sadece Allah, kıyamet ve ahiret ile ilgili değil; toplumsal
konularda da; yaşanan hayat, siyaset, devlet ve imparatorluk tanrıları
hakkında da esastan sorular sorduğunu görüyoruz.
(Devlet
erkanına) “Nelere tapıyorsunuz? Bunlar, çağırdığınız zaman sizi
işitirler mi veya size bir fayda veya zarar verirler mi? Eski
atalarınızın ve sizin nelere taptığını görüyor musunuz?” (26; 70-75)
(İleri gelenlere) “Şu karşılarında dikilip durduğunuz heykeller nedir öyle?” (21; 52)
(Saray
eşrafına) “Belki onu şu büyükleri yapmıştır, konuşabiliyorsa ona sorun
bakalım? ‘Onların konuşmadığını biliyorsun’ deyince ‘O halde, Allah’ı
bırakıp ta size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek durumda olan putlara
mı tapıyorsunuz? Size de, Allah’ı bırakıp taptıklarınıza da yuh olsun!
Bu akıl tutulması neden?” (21; 57-67)
Bu
ayetlerde de, yerleşik siyasi ve sosyal düzene karşı esaslı sorular
soruyor. İçinde yaşadığı Babil İmparatorluğu’nun dini/ideolojik
köklerini sarsıyor. Aynı şeyi Hz. Musa Mısır, Hz. İsa da Roma
İmparatorlukları için yapmıştı.
Burada “özgür ruhlu” insan örneğini görürüz.
Özgür
ruhlar yerleşik olana teslim olmazlar. Herkes Mersine giderken onlar
tersine gidebilir. Doğruyu söylediği için dokuz köyden kovulmayı, ateşe
atılmayı veya çarmıha gerilmeyi göze alırlar. Sözün namusuna inanırlar.
Eleştirilemeyeni eleştirir, sorulamayanı sorar, düşünülemeyeni düşünür,
söylenemeyeni söyler; “kral çıplak” derler. Gönüller fethetmeyi değil;
zihinler açmayı misyon bellerler. Egemeni eleştirir, zorbanın karşısına
dikilir, zenginin önünde eğilmezler. Böyle yapanın dininin yarısının
gideceğine inanırlar. Haksızlık karşısında dilsiz şeytan olmazlar.
Sultan sofralarından beslenmez, gerçeği sadece gerçeği söyler, acı
konuşurlar.
Bir
toplum, içinden böyle “özgür ruhlu” insanlar çıkaramazsa katı
geleneklerin, donmuş yasaların, kendi elleriyle ürettiği statükoların
girdabında boğulur. İleriye doğru açılım ve atılım yapamaz. Devrim
yapmış toplumlar, içinden özgür ruhlar çıkarabilmiş toplumlardır.
Halklar özgür ruhlu insanların sayesinde sıçrama yapabilmiş, insanlık
onların sayesinde ileri gidebilmiştir. Tarihine bakın, bütün büyük
devrimlerin ve insanlık sıçramalarının kökünde özgür ruhlu insanların
soruları vardır.
***

Hz.
İbrahim’in Allah’a , devlete, imparatorluğa dair olduğu gibi babasına,
oğluna, halkına ve de gelen elçilere de sorular sorduğunu görüyoruz:
(Babasına)
“Putları tanrı mı ediniyorsun?” (6; 74) “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen
ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?” (19;42/45)
(Babasına
ve halkına) “Nelere kulluk ediyorsunuz? Allah’ı bırakıp ta uydurma
tanrılar mı istiyorsunuz? Alemlerin Rabbi hakkında nedir bu
kuruntularınız? Sundukları yiyecekleri yemiyor musunuz? Ne o konuşmuyor
musunuz? Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” (37; 85-97)
(Oğluna) “Oğlum! Ben uykuda iken seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün, ne dersin?” dedi. (37; 102)
(Elçilere) “Ben yaşlı bir adamken bana müjde mi veriyorsunuz? Nedir müjdeniz?” (15; 54)
Görülüyor
ki “İbrahim’in soruları” hayatın her alanını kapsıyor. Daha kimbilir
neler ve kimler hakkında sorular sormuştur? Kur’an bize bu kadarını
aktararak evrensel mesajlar veriyor ve demek istiyor ki: Siz de böyle
sorular sorun. Allah, kitap, peygamber, insanlık, dünya, toplum, devlet,
geçmiş, gelecek hakkında her şey… Size söylenenlere körü körüne
inanmayın, araştırın. Kimsenin sözünü duyar duymaz teslim olmayın.
Teklif olarak kabul edin ve kendiniz araştırın. Sorularınızın cevabını
buldukça, itminan oldukça doğruluğunu kabul edin. Her sözü ve iddiayı
dinleyin fakat doğru olanına uyun. “İnanmıyor musun?” denince, “Evet,
ama itminan olmak istiyorum. Yani delillerini görmek, bizzat kendim
benimsemek istiyorum, körü körüne inanmak istemiyorum” deyin. Elçiler
dahi olsa birisi gelip tarihe, hayata ve tabiata aykırı bir şey söylerse
“Nasıl olur? Bunu açıkla, izah et, ispat et” deyin. Allah’ın kavlî
ayetleri ile kevnî ayetleri arasında çelişki olamayacağından hareketle
ikisi arasında “uyum” arayın. “Allah’ın kudretinden şüphen mi var,
yapamaz mı?” diyen olursa “Evet, şüphem yok ama itminan olmak istiyorum.
Onun benzerini göster” deyin…
Öyle
ya Hz. İbrahim bile peygamber olduğu halde itminan olmak istiyorsa
bizim bin kat daha fazla itminana ihtiyacımız yok mu? İbrahim’in
soruları, kıyamete kadar insanların elinde olacak bir Kitaba alınarak
neden ayet yapılmış dersiniz? Kime mesaj veriliyor bu soru örnekleriyle?
Peygamberlerde bizim için en güzel örnek olduğuna göre onun benzeri
soruları bizim de sormamız gerekmiyor mu? Kaldı ki İbrahim soruları ile
tabiri caizse “tavan” yapmış; en olmadık soruları sormuş. Bu soruların
cevabı ona var da bize niye yok?
Aslında var.
Hz.
İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya, Muhammed’e cevap olarak ne gösterilmişse
bize de gösterilip duruyor. Fakat bizim gözlerimiz var görmüyor,
kulaklarımız var işitmiyor, dilimiz var konuşmuyor.
Gerçeğin
ta kendisi yanı başımızda fakat onu görecek gözler körleşmiş, duyacak
kulaklar sağırlaşmış, hissedecek kalpler taşlaşmış, bulacak vicdanlar
donmuş, bağını kuracak akıllar tutulmuş, idrak edecek zihinler dumura
uğramış… Yoksa “Ne uçan var ne kaçan? Her şey normal ve olağan!” deyip
durmazdık…
***

Demek ki sorular sormak lazım.
Gözleri açmanın, kulakları işittirmenin, kalpleri hissettirmenin, vicdanları sızlatmanın, zihinleri açmanın yolu sorularda…
Zira
soru sormak meselesi olmaktır. Sorusuzluk meselesizliktir.
Meselesizleşme ise sürüleşme ile eşdeğerdir. Sürülerde soru soran bir
tek hayvan görülmemiştir. Sürüleşmeden, sorduğunuz sorular ile
ayrılırsınız
Soru
sormak tehlikeli görünmektir. Sürüleşmiş topluluklara konuşmaya alışmış
birisi için en riskli ve tehlikeli şey topluluğun içinden soru sormak
için kalkan eldir. Ya cevaplayamazsa? Ya bilmediği bir şey sorarsa? Ya
konunun cahili olduğu ortaya çıkarsa?
Soru
sormak gerçeği aramaktır. Gerçeğin ortaya çıkması için sorulur bütün
sorular… Savcı soru sorar, hakim soru sorar, gazeteci soru sorar,
filozof soru sorar, çocuk soru sorar… Düşünün; sorular olmazsa insan
hayatı nice olurdu?
Peki
“Fazla soru sormayın, sizden öncekiler bu yüzden helak oldu. Soru
sormak şeytan işidir, ilk akıl yürüten Şeytandır” yollu rivayetlere ne
diyeceğiz?
Akıldan, zekadan ve soru sormaktan rahatsız olanlarca uydurulmuş sözlerdir bunlar…
Karşılarında sürü görmek isteyenlerin hezeyanlarıdır bunlar…
Bunlar Kur’an’ın ruhuna, İbrahim’in misyonuna aykırıdır ve reddedilmelidir.
Çünkü ilk soruyu melekler sordu: “Kan dökecek birini mi yaratacaksın?” (2; 30)
Evet, ilk soruyu melekler sordu!
İnsana
dair gerçekler meleklerin bu sorusuyla açıklığa kavuştu. İnsanlık
tarihinin en büyük cevabı ve açıklaması bu sorunun ardından geldi.
Şeytan
soru sormaz, aldatır. Sorsa bile aldatmak, kandırmak için sorar; ona da
soru denmez. Kibir, kıskançlık, haset, yanıltma, aldatmadır şeytanın
işi; gerçeğin ortaya çıkması için soru sorma değil… Asıl soruyu melekler
sordu, dikkat edin!
Onun için insana ilk vacip soru sormak; bunların cevabını aramak, onun için düşünmek, araştırmak, yollara düşmektir…
Bu şu demek: Sorunuz yani arayışınız, yollara düşmeniz yoksa Allah sizi ne yapsın?
İlk soruyu soran “melâike”ye selam olsun!
Pirimiz İbrahim’e ve muhteşem sorularına selam olsun!
Karikatürler; üstad Hasan Aycın