[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

8 Temmuz 2012 Pazar

Kilyos Kimsesizler Mezarlığında





“Yasın yavaş yavaş çalışarak acıyı sildiği söylenir; ben buna inanamadım, inanamam; çünkü benim için zaman kayıp duygusunu yok eder (artık ağlamam), hepsi bu." Roland Barthes

Kendi kendine dolaşmış bir çile yumağı gibi ilerliyor işlek oto yolun kıyısındaki kaldırımda. Hava karanlıkla aydınlığın birbiriyle savaştığı yahut kucaklaştığı demler. Kimine göre birbirine karışıyor, kimine göre birbiriyle tokuşuyorlar ve baskın gelen hangisi ise meydanın tonu onun rengine bürünüyor. O, bu kucaklaşmalardan peydah olan yeni bir rengin hayatın devir daim ahenginde yeri ve göğü devraldığının farkında, bakışlarıyla tarıyor ufku. Bu yolda en son hava kararırken, koyu bir yalnızlıkla yürümüştüm. O da, şimdi aynı yoldan tan yerinde güneşin ışık çilesi karanlığa galip gelirken ilerliyor. Bir elinde kahvaltılık nevalelerin olduğu bir poşette taze ekmek, biraz kahvaltılık peynir, zeytin, domates ve bir paket sigara. Sırtında birkaç kitap ve not defterinin zulalandığı bir çanta... Diğer elinde ise iki küçük saksıda çiçekler. Kim bilir görünüre ilaveten daha neler taşıyor bu beden ruh zulasınsa? Sırt çantası yahut da çapraz takılmış mütevazi bir heybe dışında elleri dolu gezmeyi hiç sevmez aslında. Bir de cepleri dolu gezmeye alışkın değildir. İkisinin de fazlası yüktür, ikimiz de biliriz bunu.

Yolda ilerlerken nereden geldiğini kestiremediği bir koku yüzünden duraksıyor. Duraksama yerini mıhlanmaya bırakıyor. Uzaklaşıp kokuyu yitirmekten korkarken kendisine kızan bir hali var. Nasıl olur da kokunun kaynağının ne olduğunu bunca aşinalığa rağmen çıkaramam diye hayıflandığını hisseder gibiyim. Şimdi aklının içinde dağınık çekmeceleri kurcalayıp geçmişte aynı kokunun ne/re/ye ait olduğunu hatırlamak için hafızasını zorladığına eminim. Böylesi güzel bir kokuyu isimlendirmekte bu kadar gecikmesi belki de kendi dilinin pek çok kelimesini ne zamandır kullanmaya fırsat bulamadığındandır. Anidan gözleri ışıyarak Leylak kokusu, diyor. “Leylak kokusu.” Çocukken dallarına tırmandığı narin dallı leylak ağacının kokusu... O kadar yoğun ki geçmişte izi kalmış o baygın kokudan başka bir şey sanki. Oysa o, biraz daha yakınındaki adını sanını bilmediği ve daha önce hiç görmediği küçük çiçek tomurcuklarıyla bezeli ağaçtan geliyor sanmıştı bu efsunlu kokuyu. Yanıldığını farkedip etrafa bakınarak biraz ilerlemesi onu kokunun kaynağına eriştirmiş oldu. Leylakların kokusunu öyle çok içine çekiyor ki soğuk havanın da etkisiyle iyiden iyiye üşüyen burnunda yoğunlaşan nem, kokuyla arasına giriyor. Burnu sızlıyor. O kadar büyük bir açlıkla kokluyor ki, leylağın kokusu sanki soluyor. Derken yola koyuluyor yeniden. Kesilmiş çimen kokusu, fidanların diplerine serpilen nemli tahta parçacıklarının kokusu hepsi birbirine karışıyor. Uzun zamandır çevresinde birbirinden bu kadar ayrışacak kuvvette kokulara rastlamadığından, imkanı olsa tek tek ardlarına düşmek istiyor. Fakat bir menzile kurulu varlığı, yolunda sebat etmesi gerektiğini hatırlayıp beden çilesini Kilyos’a doğru yuvarlamaya devam ediyor... Elindeki canlı çiçekler de pek kokmuyorlarsa da bir çiçeğin asgari tüm güzelliklerine sahipler. Kokudan mahrum olmaları göze el verişlerini daha da keskinleştirmiş besbelli. Duraksayıp hafif bükülmüş dallarını okşadığı çiçeklerin renklerine can mı geliyor ne! Bir müddet sonra bahçe kapısına benzer bir yerde durup derin bir nefes alıp veriyor. İçindeki birikmişliği yeni bir nefesle tazeleme çabası bu besbelli. İçeriye doğru meylediyor. Az ileride küçük, salaş bir kulübe gözüne ilişiyor. Kulübeye vardığında onu yarı açık kapıdan yaşlı bir adam karşılıyor. Kısa bir şaşkınlığın ardından ziyaret sebebini soruyor ona ihtiyar.

“Kimsesizler mezarlığında hem de bu saatte ne işin var evlat?”

-Prova yapmaya gelmişimdir belki ağabey,” diye cevap veriyor belli belirsiz yandan çarklı bir tebessümle.

-Evlat, bunun provası mı olurmuş yahu,” diyor yaşlı adam ama tebessüme karşılık vermeden de geri durmuyor.

İnsan yüzündeki hayat çentiklerine bakınca onun kulubeden daha metruk olduğunu düşünmeden edemiyor. O da burada hemcinsi insanlar tarafından unutulmuşa benziyor. Zira insanlar korktukları gerçekler kadar onlarla ister istemez irtibat halindekilere da pek çok defa açıklayamadıkları bir öfke ve nefret beslerler. Hiç olmazsa bir mesafe koyma ihtiyacı hissederler ve onları yalnızlığa iterler. Yoksa bu yalnızlık nişanıyla farketmeden onlara iyillkte bulunurlar mı demeliydim? İç sesimi es geçip tekrar onların hasbihaline dönersek:

-Bir çiçek fidesi getirdim buradaki kimsesiz mezarlardan birine kimselik etmesi için. Bir mahzuru yoksa birinin mezarına gitmeden ekmek istiyorum. Sonra bir saksı çiçek de size getirdim. Belki bu dingin sessizliği bozmadan size yoldaşlık edebilir burada diye.

Adamcağız biraz şaşkın ama gün görmüşlüğün itidaliyle sessizce karşısındakini inceleyip sözcüklerin ciddiyetini tartmaya koyuluyor.

Bizimki devam ediyor:
-Bir de üç beş kahvaltılık, peynir, ekmek. Ben açlığımı burada doyurmak istedim, belki siz de bana eşlik edersiniz diye düşündüm. Tabi bir de sigara. Buradaki kimsesiz ölülerin kimsesi olmuş birini nedense tütünsüz düşünemedim.

Adam tütünden sararmış dişleriyle hafifçe gülüyor, “Eyvallah” derken.
Nereden esti evlat, diyor bilge bir sakinlikle.

-Esti işte tüm rüzgarlar nereden esiyorsa. Gürlemesinden iyidir herhal. Kimsesizliğimi kimsesizlerle bölüşeyim dedim. Hemi de geleceğe bir yatırım yapmış olurum. Ön ödemeli Selamlardan bir Selam edeyim dedim fena mı? İnşallah zamansız gelmemişimdir ağabey.

-Yok evlat burada tek bir anın içinde yaşıyorum ben yani biz. -Burada gülüyor.- Arada bir gündüzleri bu mezarlık toprağına ekilmiş insan tohumlarının üzerindeki fideleri sularım. Geceleri de bostan korkulukluğumu yaparım. Onlar büyük kıyameti, ben de bu işten azadlığım için küçük kıyametimi bekler dururuz beraberce. Bunun için zamana ihtiyacım olmaz ki! Niçin onu parçalara böleyim de kapıma gelen bir Tanrı misafirinin zamansızlığından yakınayım? Hiç olur mu? Hoş geldin.

Biraz şaşkınım ama memnun oldum elbet. Tütünüm de bittiydi zaar. Beraber tüttürürüz. Efkarımızın bacası tütsün ki içimizde yer açılsın değil mi ya... Bu şehirde halinden en memnun sükut ehlini anca burada bulursun. İyi etmişsin gelmekle akıllı bir çocuğa benziyorsun sen. Ön keşife geldin demek. Adın ne peki?

-Yaren.
-Mağara yarenleri gibi desene, pek güzelmiş. Benim adım da Turabi. Sen de bana yarenlik et bakalım bu defalık. Buyur gir içeri. Önce şu gazeteyi masanın üzerine serelim. Çayı da demlemiştim zaten. Halden hala geçmek için, bir işi bırakıp diğerine başlamak için, yarım kalan cümleyi tamamlamak, sükuta mola vermek için ya höpürdeterek çay içeceksin ya da cigara...

Yüzünde bir aydınlanma oldu ihtiyar bekçinin. Bu beklenmedik yaren onun yanlızlığına da iyi gelmişe benziyordu. Yüzündeki eskitme verniği çizgiler memnuniyetini çokça dışa vurmaya mani olsa da gevşeyiverdi bir anda.

Birlikte nevaleleri gazete üzerine yerleştirdiler. Çaylar dolduruldu. Muhabbete katık edildi tüm bunlar..
Yaren bir ara gülerek bir anısından bahsetti:

Ben dedi bir gün ailemle beraber bir ziyarete gitmiştim. Sofrayı hazırlamaya yardım etmeye koyuldum. Bu sırada diğerleri sohbete daldılar. Ben de yemekleri sofrada hazır ettikten sonra hepsine seslendim. Bir den herkes bana dönüp sessizleşiverdi. Neden herkesin böyle birden tavır değiştirdiğini hiç anlamadım Meğer arkadaşlarla beraber kaldığımız evdeki alışkanlık icabı yere sofra bezi sereceğime mutfakta gözüme ilişken gazeteleri gayrı ihtiyarı kaptığım gibi yere sofra niyetine serip yemekleri üstüne sermişim farkında bile değilim. Mesele anlaşılınca herkes gülmüştü bana. Ben de kıpkırmızı yanaklarla durumu telafi etmeye kalkmıştım. Aslında bu kadar şaşılacak ne vardı sanki hala anlamış değilim. İnsan sofra bezi niyetine gazeteleri yemeklerin altına serdiğinde dikkatle gazete okuduğundan çok daha fazla şey gözüne ilişiyor. Fena mı yani değil mi?

-Öyle tabi, diyor ihtiyar bekçi.
-Gerçi artık insanlar sofra bezine bile burun kıvırır oldular ya neyse...
-Birer cigara da yakalım tam olsun değil mi evlat?..
-Olur.
-Sonra asıl sebeb-i ziyaretine geçer, getirdiğin çiçeği verecek bir arkadaş bulalım sana bizim kimsesizler yurdundan.

Yarenle bekçi Turabi bir müddet sonra çiçek saksılarından birini kapıp dışarı çıktılar. Yüzlerindeki gölgeler güneşin muzip ışık oyunlarından değil de, içlerinden taşıyor sanki. Mimiklerini okumak ne de güç. Ağır aksak mezarlar arasında dolaşıyorlar. Bekçi onu bir tarafa doğru yönlendirmiyor. Hangi mezarı seçerse onun üzerindeki toprağı bir miktar eşelemek için elinde küçük bir çapa ve saksıdan azad olacak çiçeğe ilk can suyunu vermek için içi su dolu bir ibrikle temkinlice ayak uyduruyor Yaren’in mezarlar arasındaki savruk yürüyüşüne. Yaren’in gözüne önce birkaç küçük bebek mezarı ilişiyor. Anne babalarının geçmek bilmeyen üzüntüleri yüzüden yahut başka başka sebeplerle morgdan cansız bedenlerini almaya geciktikleri için Belediye tarafından buraya defneldilen minyatür mezarlar... Sonra bekçi Turabi’nin sükunetle söylediklerinden anladığı kadarıyla kadavra için kullanılmış ve “posa”ları bu mezarlığa bırakılmış kimsesiz mahkumların buruk mezar taşlarını görüyor. Biraz daha dolaştığı mezarlıklar arasında aslında bilhassa bir ismi aradığını gün görmüş bekçi anlamış mıdır kestirmesi güç olsa da, o bu dilsizlikleriyle çok şey anlatan mezar taşları arasında ondan başka kimsesi olmayan annesinin dindiremediği öfkesiyle sahipsiz bıraktığı mezarını arıyor. Sonunda bir çocuk mezarının komşusu olmuşken buluyor onu. Mezarın başına yerleştirilmiş tahta zemin üzerinde Meryem yazıyor. Gözleri doluyor. Burun delikleri genişliyor. İçinde bir zamandır daralmaya başlayan gam çukuru bir anda onunla beraber her şeyi, tüm kimsesizlerin yasını içine alacak kadar büyüyor. İçinde genişleyen çukurdan içeri yuvarlanacakken bekçi Turabi’nin kolunu sıvazlaması ayaklarını yeniden mezarlık topraklarına bastırıyor Yaren’in. Bekçi sorgusuz gözlerle şefkatle bakıyor. Hiç bir şey konuşmadan Yaren çiçek fidesini saksıdan çıkartırken, o da toprağı çapalayıp ekime müsait hale getiriyor. Birlikte yerleştiriyorlar çiçeği mezarın üzerine. Bekçi Turabi ibriği Yaren’nin eline veriyor. Haydi can suyunu sen dök, diyor. Su, çiçeğin köklerine mi, mezarın toprağına mı yoksa Yaren’in göz pınarlarına mı akıyor kestirmek güç!

“Yitiriş” yasının yavaş yavaş geçtiği doğru mudur gerçekten? Unutmanın mümkün olmadığı, sadece daha az hatırlayarak yol aldığımız bu hayat yolunda, acının zamanla mutlaka silikleştiğini söyleyenler yanılıyor olmalılar. Zira insan kayıp duygusuyla her zaman kaybediş anıyla eş zamanlı olarak tanışmaz. Yitirmenin yasının zamanla yitirilenin ne-liği ve kim-liğine dair farkındalığın artmasıyla günden güne çoğaldığı da görülmüştür. Zaten insan yeni bir şey öğrenmez olsa olsa hatırlar. Yaşadıkça varlığındaki kabuklar sökülür sadece. Yahut da yeni kabuklarla kimi hatırlananlar yeniden örtülür. İşte bu yüzden bekçi Turabi’nin anlatmadığı hikayesi, yani zamanla kayıp duygusunun yitirilmesinin verdiği bu dinginlik hali, Yaren’in yitirdiğinin gerçek neliğiyle yeni tanışıyor olmasının verdiği gamla yan yana kimsesizler mezarlığının toprağında kök salarcasına bir bekleyişe koyulmuş duruyordu.

Dilsizmütercim060720122040