[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Mektup, Oyun Çadırı, İçsel Mağara




Yine kütüphanenin satış reyonunda dolaşıyorum. Aslında dolaşmaktan öte neredeyse her gün uygun bir masada sipere yatıp ilgimi çeken kitapların raflara düşmesini umud ederek bekliyorum başka şeyler okurken. Tatillerin burhan dalgalarına karşı bir dalga kıran mevzii burası benim için. Raflara emekli teyzelerin kütüphane gönüllüsü olarak gelip her gün arkadaki bir bölmeden dizdikleri kitaplardan bazılarının hakkında okuduğum kısa bilgiler de hayli istifademe oluyor. Maya Angelou’na da bu gün rastladım. Aslında muhtemelen kitaplarını okumayacağım. Zira önceliğimi 50 cente satılan Anne Frank'ın küçük bir kız iken yazdığı günlüklere verdim. Yine de varlığından haberdar olmak güzel. Pek çok cümlesi artık popüler kültürün suyu çıkartılmış bir nesnesi haline gelmişse de ben kendisinden ve eserlerinden yeni haberdar oldum. Kitaplarının yanı sıra vaktiyle Abd'deki ilk zenci yönetmen/lerden olduğunu ifade edenler de var. "malcolm x, martin luther king gibi çikolata renkli insanların dünyasının tarihinde mühim kişilerin yanında yer almış, onlarla dünyayı gezmiş, onlara fikir ve destek vermiştir." cümlesini gıyabında kurarak dikkatimi celbedenler de. Hallmark Maya, Angelou'nun kimi cümlelerini tebrik kartlarına filan da basıyormuş sanırım, ki bu kartlardan oldum olası nefret etmişimdir. Bir tanesinin fiyatına neredeyse içinde kendisinden alıntı yapılan yazarın kendi kitabı alınabilecek durumda. Ve her şeyin hazır ne ruhsuzunun yaygınlaşmasıyla kendi elimizle, el yazımızla hazırladığımız küçük kartlar da yerini seri imalat "ürün"lere bıraktı. Her neyse bu "çikolata renkli" ablamız; Maya Angelounun kitabı hakkında bir şeyler okurken rastladığım iktibaslardan biri de şöyle:

"İnsanlar söylediklerinizi ya da yaptıklarınızı unutur, ama onlara neler hissetirdiğinizi asla unutmaz," demiş kendisi. Her zaman olmasa da bazen bu durum geçerli. Sanırım bu mektuplar için de böyle... Yahut bu hali mektuplar aracılığıyla da yaşarız kimi insanlardan yana. Mektup içinde yazılan düşünceler, mektubu gönderdiğimiz insanla olan iletişimin boyutu, mektubu yazan şahsımız, zamanla değişip başkalaşabilir ama sanıyorum sahici bir mektubu okurkenki ruh halimizin tadı hep ruhumuzda asılı kalacaktır. Buna bağlı olarak mektubu gönderen kimseyle de arada kalıcı bir bağ oluşuyor gibi...

Geçen gün Türkiye'den bir mektup geldi. Her gün posta kutusunu kontrol ediyordum eskimeyen bir heyecan ve merakla. Bu bekleyişi sekteye uğratmamak için mektubu okur okumaz cevabını yazmaya koyulup yeniden bu Selam döngüsünü besledim kendi çapımda. Bir arkadaşım da köye gitmeden evvel nasipse yarın postalayacağını söylemiş son mektubuma yazdığı cevabı. O gün kütüphaneye her zamanakinin aksine hayli geç gittiğimden postacı uğradığında aslında evdeydim. Fakat zil sistemi yaygın olarak kullanılmadığından postacı iadeli ve taahhütlü mektuplar geldiğinde hiç ses etmeden zarfı gidip postaneden almam için posta kutusuna bir kağıt bırakıp gidiyor. 21. yüzyalda hala normal bir mektubun buradan yaklaşık 3 haftada gitmesi ve yine bir 3 haftada da cevabının gelmesi bana çok uzun geliyor. Bir haftada gitmesi için birkaç sayfalık bir mektuba 16 dolar gibi bir ücret istiyorlar. İki günde gideni ise 34 dolarmış. Ki bu kadar hıza zaten ihtiyacım yok. Ben hızdan kaçıyorum. Haliyle bu seçenekleri eliyorum. Aslında uzun geliyor dememe bakmayın bu durumdan hayli hoşnutum da. Hizmeti çeşitlere ayırıp bir kısmını kasdi olarak yavaşlatarak seçenekler üzerinden karı arttırmaları bazen hayrımıza olabiliyor. Beklemek zor olsa da bir o kadar da keyifli. Cevap beklediğim 4, 5 mektuptan biri geldiğine göre diğerleri de yakında posta kutumda belirir demektir. Ne de olsa kat ettikleri yol birbirinden pek farklı değil.

Yaşadığımız bu bekleyiş arzında mektuplardan yana olan bekleyiş en acısızı. Yine de mektuplar 3 haftadan da fazla gecikince hapishanede görüldü ibaresini mektupların kıyılarına ve bazen de tam orta yerine basan görevlilerin rütüğüne mi takıldı diye endişelenmeden edemiyorum. Sonradan bir avukat arkadaşın bir mahkumdan aldığı mektubun sadece bir cümlesinin üzerini kelimesi kelimesine anlaşılmayacak şekilde karalandığını öğrendiğimde (ki bu kısım başka bir mahkumun yaşadıklarının kendisini ziyaret edilip öğrenilmesinin ricasından sonraki cümle idi) lokal olarak müdehaleler bile olsa en azından bir kısmını yani mektuptan geriye ne kaldıysa onu iletebiliyorlar demek ki diyorum. Aklıma Rusya yapımı bir film sahnesi geliyor. Mektuplara o kadar fazla müdehale ediyorlar ki alıcıya sadece kesilmiş, daha doğrusu mektuptan yontulmuş birkaç cümle gönderiliyor. Bu satırları yazarken de İlya izzetbegovic'in evvelce okuduğum zindan notlarından bir örneği hatırladım. Eskiden 20 yapraktan fazla olan eserlere sansür uygulanmazmış çünkü zaten okunmayacakları düşünülürmüş, bilinirmiş. (Bu manidar durum ne kadar değişti acaba okur cephesinde?!) Ben de mektubun yol alacağı mesafe hayli uzun diye pek kısa tutmuyorum mektupları. Hem dışarıdan açık hava zindanından, yine de mavi bir gök altından, soğuk gri duvarların ardına gönderilmiş bir Selamı kısa kesmeye içim de el vermiyor zaten. Bu yüzden belki de mektup kontollerini yapan görevlerileri de hayli bunaltıyor olabilirim:) Bazen kimi edebi ve fikri eserlerden iktibas kopyalarını da yerleştiriyorum zarfa. Büyük bir itinayla kapattığınız zarfın gönderdiğiniz kişiden evvel açılacağını bile bile bu farkındalığın tesirini asgaride tutarak mektup yazmak da çok garip bir duygu uyandırıyor insanın içinde... Bu görevi yapan insanların iş icabı da olsa düzenli olarak insanların mahremlerine müdahil olmaları varlıklarında nasıl bir etki ediyordur acaba? Geçenlerde bir mektubun altına bir önceki cevabın görüldü mührünü mektup sayfalarına değil de zarfın içine basan görevliye teşekkür notu yazdım, içimden geldi...

Uzun süredir, kıymet verdiğim, selam etmek istediğim insanlara düzenli ve belli bir ahenkte iletişim kurmakta zorluk çekiyorum fakat bu uzun mesafeli mektupların hızı benim bu tutukluğumu çok güzel bertaraf edecek zamanı veriyor bana. Mektuplaşmanın, kendi el yazımızla kendimizden kimi parçaları fikir ve hislerimize ilaveten paylaşmanın tadının yanında bu sebeple de ayrı bir yeri var bende... Yıllardır mektup yoluyla yahut değil alamadığım kimi dost selamlarının bir kısmını benzer bir şekilde hasretle dışarıdan bekleyen insanlara göndermek benim de ruhuma iyi geldi. Üstelik onlar bu selamın kıymetini gerçekten en az benim kadar biliyorlar. Buna paralel son mektup görme engelli bir mahkum arkadaşımdan geldi. Kendisinin fiziken bakması engellenmişse de,koğuş arkadaşının yardımıyla yazdıklarına bakarak, ona kim kör diyebilir ki demeden edemiyorum içimden... İlk mektubuma cevabında, bana içeride demledikleri çayların çöplerinden yaptıkları bir nevi toprakla havalandırmada tenekelerde yetiştirdikleri çiçeklerin ardında çektirdiği güneş gözlüklü bir fotoğrafını göndermişti. Zaten gözlerini yitiriş hikayesi hayli trajik olan bu arkadaşımın kendi gözleriyle göremediği bir fotoğrafını bana göndermesi çok garip etti beni. Fotoğraftan mektuba geçmem hayli zamanımı aldı ilkinde. Bu sonuncu mektubu ise kan ter içinde bisikletle gittiğim postanenin kapısında okudum ve güneşin biraz daha şefkatli bir boyun büküklüğüne geçmesini beklemek için hemen yakınlarda bir ağaç gölgeliğine çekildiğim sırada da cevaıbı yazıverdim. fotoğrafta gördüğüm çiçeklerden sonra bir önceki mektubuma güzel kokulu hoş bir çiçek tohum paketini de ilave etmiştim. Hapishane yönetimi içeriye verilmesine müsade etmediğinden ailesine iletmiş tohumları. Belki makul sebepleri vardır ama siyasi mahkumları sadece düşüncelerinden dolayı içeride tutmalarının yanında çiçek tohumlarına dair bir yasağa gerekçe aramaya da gerek yok. Bir umut belki ailesi saksıda yetiştirip kendisine iletir çiçekleri, belli mi olur. Bir önceki mektupta H., koğuştan başka bir arkadaşının da bana mektup yazmak istediğini söylemiş hatta mektubuyla beraber ayrı bir kağıtta onun kendi el yazısıyla bir Selam notunu göndermişti bana. Bu notta kendisini tanıttıktan sonra içerideki durumlardan bahseden N. de, annesinin cezasını o da çekiyor dediği 3 yaşındaki Renas’ın varlığından beni haberdar etmişti. Sonradan bu ikinci arkadaşın sevk edildiği hapishaneye de bir mektup yazdım. Ama her nasılsa üzerinde açık adres bulunduğu halde bu mektup da H.ye iletişmiş. O tekrar postalamış mektubu eski koğuş arkadaşına.

Bu yazışmalar vesilesiyle Renas’ın varlığından dolaylı da olsa haberdar oldum. 3 yaşında bir çocuk gri duvarlar arasında tanımaya başlıyor hayatı. Bu nasıl bir gerçeklik... Onun halinden hangimiz layıkıyla anlayabilir ki! Uçurtmayı Vurmasınlar ve Kadınlar Koğuşu filmleri üzerinden ne kadar empati kurulabilir ki! Kaldı ki kurulsa ne olur! Böyle bir dünya işte burası. Sözlükten baktım, Renas: yol bilen demekmiş. Umarım birgün bildiği yollara daha güzelleri de eklenirküçük Renas’ın.

Gri, soğuk yüzlü duvarların arasındabir küçük Renas...
Bir mekanın duvarlarının rengini değiştirmek bize uçucu bir ruh serinliği verebilir ama hangimizin hayatını, atmosferini bu anın zorluklarından sıyrılacak derecede değiştirebilir ki? Sanırım bu ancak çocuklar için mümkün olabilir. Hapishanelerin duvarlarından, ortamından hep yoğun bir grilikle bahsediyor pek çok mahkum anlaşmışcasına. İlk buna vurgu yapıyorlar. Ruhumuzdaki umut sönse bu soğuk duvarlar bizi yutar der gibi, ama umutlular.

Düşündüm de hapishanedeki bu küçük yavrucağın oradaki ortamdan kaçabileceği, saklanabileceği, kendi çocuk evreninde kurduğu dünyasında dinlenebileceği, içindeki insanlık tohumunu koruyup, besleyebileceği küçük de olsa renkli, çocukça bir atmosferi olsa ne güzel olur? Bunun için elimden çok bir şey gelmez ama bu hiç bir şey gelemeyeceği anlamına da gelmez. Mütevazi bir oyun çadırı iki ranza arasına kurulsa, içine minderlerden bir yatak yapılsa, belki Renas orada gündüzleri oynamakla kalmaz, geceleri bile uyur. Hapishane koğuşlarında bazı ışıkların geceleri de açık tutulması belki onu da yeterince rahat uyutmuyordur kim bilir. En azından sabah gözlerini açtığında gördüğü ilk şey bir mahpus damı yerine çocuksu figürlerle bezenmiş küçük bir oyun çadırı neden olmasın. Belki bu renkli küçük mağara onun cezaevinden daha az hasarla çıkmasına vesile olur, belli mi olur? Aslında bunları yazmayıp kendime saklamayı yeğlerdim. Ama belki aramızdan bazıları da bayramda seyranda kardeşçe bir Selam vermek ister onlara. Ve yine belki bazılarımızın ufak bir kardeşlik için illa ki eline kanlar içinde yatan bir çocuk fotoğrafının pornografik dernek reklam afişlerinden birinin geçmesi gerekmez, dedim kendi kendime. Renas’a son mektup elime geçmeden evvel bir oyun çadırı ısmarladım internetten. Hapishane görevlilerinden birinin eline ulaştığına dair de bilgilendirildim. Ama sonradan çiçek tohumlarının bile mahkum arkadaşın eline geçmediğini öğrenmiş bulunuyorum. Yine de umutlanmadan edemiyorum. Sonuçta o bir çocuk ve mahkum bile değil. İnsiyatif kullanmayı göze alan birine denk gelse koğuşun düzenine ne zararı olabilir ki! Fazla mı iyimserim? Sistemin dış dünyadaki yansımalarına bakarsak, aslında evet. Bir sonraki mektupta bu küçük adımımın burkuntuya mı tebessüme mi vesile olacağını öğreneceğim. Her şeye rağmen umud etmek güzel... Umut zaten her şeye rağmen diyebildiğimiz demlerde nice sancıyla doğurduğumuz bir hal değil mi? Dilsizmütercim: Meryem Rabia Taşbilek 153906082012