[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

21 Ekim 2013 Pazartesi

Bin Hüzünlü Haz/larımız


notos öykü‘nün 42. sayısında (ekim-kasım 2013) hasan ali toptaş ile yapılmış bir söyleşi var. başlıktaki sorunun cevabı işte o söyleşinin şu bölümünde:

“… Heba‘daki Sınır bölümünü çalışırken şöyle bir cümle yazdım: “Sadece Suriye topraklarından değil, belki yedi sekiz Kalaşnikofla Türkiye tarafından da ateş ediliyordu mevzideki nöbetçilerin üzerine.” Bu cümleyi yazdım ama bir türlü üzerime sinmedi. Neden sinmediğini de anlayamadım. Cümlenin lafzına ve ruhuna defalarca baktım, sesli okudum, sessiz okudum, sonra acaba yakınındaki bir cümlenin tatsızlığı onun üzerine mi düşüyor diye önündeki ve arkasındaki cümleleri de kontrol ettim ama olmadı. Bir türlü bulamadım bu cümledeki yanlışı. Birkaç sayfa ilerlemiştim ama aklım hâlâ o cümledeydi. Üç dört gün sonra, birden yanlışı buldum. Yanlış olan şuydu; cümle bize, mevzideki nöbetçilerin üzerine her iki taraftan da ateş edildiğini, başka bir ifadeyle, nöbetçilerin iki ateş arasında kaldığını söylüyordu ama cümlede yer alan nöbetçiler iki ateş arasında değildi, cümlenin sonunda duruyorlardı. Hemen düzelttim tabii ve cümle romanın 240. sayfasında şu şekilde yer aldı: “Sadece Suriye topraklarından değil, mevzideki nöbetçilerin üzerine belki yedi sekiz Kalaşnikofla Türkiye tarafından da ateş ediliyordu.”
***
Çok az kitabı yazarın eserlerinden evvel karşılaştığım farklı söyleşi ve tutumlarının etkisiyle, karakterine beslediğim ülfet sebebiyle okuma imkanım olmadan hediye yahut tavsiyede bulunabildim şimdiye dek. Elbette bunu arzu etmezdim fakat yaşadığım beldeyle Türkiye arasındaki mesafenin, daha fazla haşır neşir olmayı arzu ettiğim, özlediğim ana dilimde yazılmış eserlere ulaşma problemi doğurması böyle bir duruma yol açıyor. Hasan Ali Toptaş ve Şule Gürbüz de bu sözünü ettiğim nadir yazarlara dahiller. Bir müddet evvel Şule Gürbüz'ün kitapları hoş bir jestle elime geçmişti. Bu defa da nazımızı çekebilen bir arkadaş sağolsun memleketten dönerken 15 kadar kitabı sırt çantasına yüklenebileceğini söyledi. Hasan Ali Toptaş üstadın şuanda yayında olan tüm kitaplarını ısmarlayınca cidden içim bir hoş oldu. Nicedir külliyat okuma imkanım olamıyordu böyle. Gerçi yine bir yarım kalmışlık mevzu bahis, zira en çok merak ettiğim ve yazarın da kaleme alırken aldığı hazzı hususen belirttiği "Bin Hüzünlü Haz" eserinin, ısmarladığım sitede satışta gözükmüyor. Sanırım mevcut olan son baskıyı, ben müebbet yatan mektup arkadaşlarımdan birine göndermiştim bayram hediyesi olarak gönderdiğim kitaplar arasında şimdi bana kalmamış ama olsun. Gariptir şu sıra okumayı arzu ettiğim eserleri önce cezaevindeki arkadaşlarla paylaşmak nasip oluyor bana daha sonra anca sıra geliyor. Yazarlar böyle bir durumdan haberdar olsa ne hissederlerdi acep. Neyse ki artık mektuplarda müşterek okuduğumuz kitaplar üzerine de yazışabileceğiz. Hayat cidden garip. Bizler gündelik dertlerimizin içinde saplanmış debelenirken bir yerlerde 44 bayramı içeride geçiren insanlar var ve metanetleri, düşünsel derinlikleri bizi çok geride bırakacak cinsten. Hele zaman içinde ideolojilerin sloganik posalarından da sıyrılmış, daha aşkın bir derinliğe ulaşanlarıyla yazışmak farklı, buruk bir güzellik. Gün gelir onlar da zindan içindeki zindandan bizim kısmi özgürlüğümüze terfi ederler umarım. Ve sonrasında belki de birlikte daha da özgür günlere ereriz. Kitap göndermek yahut mektup yazmak isteyenler olursa Mahsus Mahal'in internet sitesinden istifade edebilirler bir kez daha belirtmekte fayda var.
...
Büyük bir ayakkabı kutusundan bozma mektup zulamı düzenlerken aklıma gelenleri, gözüme çarpanları da ilave edeyim. Bu yıl Mahsus Mahal ve Writeaprisoner.com adresi üzerinden edindiğim mektup ardaşlarıma yazdıklarıma mukabil 37 mektup almışım. Buna ilaveten bir dostumun yazdığı mektuplar da var. İlk etapta mahkumların bazılarından ya cevap gelmedi yahut da devamı gelmedi. Zaten ben de çok fazla kimseyle yazışmak istemiyordum fakat hangisinden cevap geleceğini bilmediğimden birkaç deneme yapmıştım haliyle cevap verenlere vefa gösterdim. Şimdilik Türkiyeden; biri Mardinli, biri Urfalı, biri Diyarbakırlı 3, Abd'den biri Latin Amerikalı, biri Afro-Amerikalı 2 arkadaşla düzenli yazışıyorum. Bir de Kızılderili bir bayanla yazışmaya başlamıştım fakat el yazısından bile depresyonda olduğu anlaşılıyordu maalesef devamı gelmedi. Hepsi farklı zamanlarda mektup gönderdiğinden zor olmuyor. Amerikadakilerin ikisi de yaklaşık 16 yaşlarında hapse girip yetişkinler arasına yerleştirilmiş, 15 yılı aşkın zamandır içerideler. Biri bu yıl, diğeri de 4 yıl sonra özgürlüğüne kavuşabilecek. Cezalarına uyuşturucu madde satışı ve cinayet dahil. İkisi de zaman içinde hayli derinleşmişler. Maalesef bunu sömürgen ceza sistemine değil kendi çabalarına borçlular. Öyle ki ikisi de günde 12 saat çalıştığı halde biri hiç para alamıyor biri ise saatine yanılmıyorsam 12 cent alıyordu. Büyük markaların hapishane ihaleleriyle nasıl semirdiğini biz tahmin bile edemeyiz sanırım. Öte yandan içerideki bir mahkum onca çalışma temposuna rağmen mektup pullarını dahi dışarıdan istmek zorunda kalabiliyor. Sitedeki otobiyografi kısmında; "suçsuzum demiyorum ama daha farklı olabilirdi," yazmıştı içlerinden biri. Kendileri anlatmadan suçları hakkında hiç bir şey sormadım sitedeki bilgilerle yetindim. Türkiye'de tahliye olan siyasi tutuklu (Hediye) arkadaşımın yerine bir başka yakın arkadaşıyla yazışmaya devam ediyoruz. Bir defasında tahliye olan arkadaşın mektubuna ilave bir notla kendisinin de yazışmak istediğini belirtmişti. Mahsus Mahalden rast gele seçtiğim tüm mahkumlar siyasi tusak çıktı. Türkiye'dekilerin de hepsi en azından 15 yıldır içeride. İçlerinden biri 22 yılıdır mahpus. En çok kendisiyle mektuplaşmayı seviyorum. Maalesef birkaç ay içinde 2. defa sürgün edildi. Sanırım bu mektuplaşmaların ve birkaç yakınımın verdiği Selamın doygunluğu hayatımın keşmekeşine eklenince pek fazla zaman ayıramıyorum eskisi gibi buraya ve yazmaya. Yine de umarım bu mütevazi izler dokunduğu birkaç ruha azık oluyordur.

Kısa bir not düştükten sonra geçenlerde rastladığım bir röpörtajdan alıntılarla noktayayım:


“ASIL KAHRAMAN HER DAİM METNİN KENDİSİDİR”
Hasan Ali Toptaş'la Söyleşi: Rengin Arslan:

Hasan Ali Toptaş’ın yayımlanan yeni romanı “Heba”da Resul isimli karakter acı bir “durumun” ağırlığı altında şöyle diyor: “Gerçek fazlasıyla hissedildiğinde insana her vakit gerçek değilmiş gibi gelir.” Toptaş ile yaptığımız söyleşinin yarattığı duygu elbette “acı” değil, tersine bir umut aralığıydı ve sohbetimiz bittiğinde romandaki bu cümleyi hatırladım. Tıpkı romanı bitirdiğimde hatırladığım gibi. Toptaş’ın romanı da, bu söyleşide anlattıkları da gerçeği, yalınlığı, hesapsızlığı, göstermeden veya “bağırmadan” var olmayı hissettiriyor okura. Karşımdaki koltukta oturanın, sayfalarca sözcüğü dağarcığımıza sızmış bir yazar değil, romanlarındaki bir kahvede oturmuş sohbet eden bir karakter olduğu hissine kapıldım çok zaman. Bunun nedeni, yazarın “bir roman kahramanına” dönüşmesi değil; sadeliği, sakinliği ve gizli bir gösterişten bile uzak haliydi. Umarım bu söyleşide, Hasan Ali Toptaş’ın “gösteri çağında” televizyonlarda, panellerde, pek de duyulmayan sesini yansıtmak mümkün olmuştur. Bu türden bir tınının “heba” olmasını bir söyleşici elbet istemez...

“Romanlarınızın isimlerinde genelde kayba, olmayana veya eksik olana bir gönderme var. ‘Kayıp Hayaller Kitabı’, ‘Gölgesizler’, ‘Heba’... Böyle hikâyeler anlatmanızdaki çıkış noktası nedir?”

“Birbirine yakınlıkları bilinç düzeyinde tasarlanmış bir şey değil, bunu bilinçaltı yaptırıyor olmalı. Aslında ‘Heba’nın iki yıl önce başka bir adı vardı. Başlangıçta romanın adını koymaktan korkarım ben, bir ad koyarsam o adın bir baskı oluşturacağını, doğrudan olmasa bile çağrışımlarıyla metni sınırlayacağını düşünürüm. O adın her cümleyi biçimlendireceğini, kelimelerin duruşlarını bile etkileyeceğini düşünürüm...

Bu nedenle benim romanlarımın adı ya ortalarda bir yerde ya da metnin sonuna geldiğimde ortaya çıkar. ‘Heba’da da öyle oldu, yazmaya başladıktan birkaç yıl sonra ad ortaya çıktı. Çok da denk düşen, metnin ruhuna uyan bir addı. Ne var ki, yedi sekiz ay önce aynı adla bir roman yayımlandı ve ben bulduğum addan vazgeçmek zorunda kaldım. Bu tür şeyler de hep benim başıma gelir, ya da ben öyle sanıyorum. Daha önce de ‘Uykuların Doğusu’na Feleğin Bir Kuşu Var’ adını düşünmüştüm. Bir türkü dizesidir biliyorsunuz. O günlerde de bu adda bir kitap çıktı, ondan da vazgeçmek zorunda kaldım. Bu ne iyi ne kötü bir şey. Belki o ad gitti, ‘Heba’ geldi; daha hayırlı oldu. Rahmetli babaannem, ‘A Hasanım, ad dediğin gök bir boncuktur,’ derdi.”
...
“Peki bu bağlamda roman kahramanlarının kendi kaderlerini tayin hakkı var mıdır?”

“Zaten bir metni yazarken, kahramanlar şöyle dursun, metnin bile kendini biçimlendirme hakkı vardır. Cümleler çoğaldıkça insan hem özgürleştiğini hem de yazdığı cümlelerin sayısı kadar zincirlerle çevrildiğini hisseder. Özgürleşirken aynı zamanda bağlanıyordur ve geride kalan cümleler aslında önünde duruyordur. Yeni yazacağı cümleyi geride kalan cümleleri aşarak, aşarken de onlarla işbirliği yaparak yazar. Benim çalışma tarzım açısından bakıldığında, metnin sonuna geldiğimizde aslında ona teslim olmuşuz demektir. Benim için, metnin de kahramanların da kendi kaderlerini tayin hakkı vardır sonuçta. Tabii, başka bir yazar için olmayabilir. Ne onun yaptığı doğrudur ne benim yaptığım; aslolan ortaya çıkan metindir. Yine de ben şöyle düşünürüm; roman yazarken bir plana bağlı kalmak yazarı her an kendinde olmaya mecbur kılar. İnsanın sürekli kendinde olması da matah bir şey değildir; bu, hayatın solgunluğuna yol açan geniş bir hapishanedir.”
...
“Yazdığınız eserlerde gerçeklik içinde sık sık boşluklar bırakmayı ve ucu açık noktalar yaratmayı tercih ediyorsunuz. Bunun romana etkisi ne oluyor sizce? Bir de bunun hayatta karşılığı nedir?”


“Hayattaki karşılığı tam olarak nedir bilmiyorum ama genel olarak, hayatı da boşluklarıyla okuruz aslında. O da ipuçları bırakarak, doluluk kıvamında çeşitli boşluklar bırakarak akar ve biz onu öyle okumaya çalışırız. İyi okuyamadığımızda da şaşırırız, olmaz böyle şey diye isyan ederiz, vesaire... Ayrıca, biliyorsunuz, tam olan şey her daim eksiktir. Tam olduğu için eksiktir. Galiba Novalis söylemişti; ‘Kıymetli olan kısmi ifadedir.’ Her şeyi açıklamak, okurun elinden tutup her şeyi işaret etmek yahut işaret parmağını uzatıp gerçek şudur, budur diye göstermek roman sanatının çok geride kalan, eski bir tavrıdır. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, roman sanatı işaret parmağını cebine sokalı çok oldu. Yahut ben böyle düşünüyorum. Tabii, bir de biliyorsunuz, boşluklar bırakmanın okuru metni yazmaya, onu yeniden üretmeye yol açan bir yanı var. Okuru aktif kılan bir yanı. Belki de bir metnin en kıymetli cümleleri, yazarın kâğıda değil, okurun zihnine yazdığı cümlelerdir.”

...
“Romanlarınız başka dillere çevriliyor. Sizin kullandığınız dil açısından romanlarınızın çevrilmesi oldukça zor aslında. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?”

“Bugüne kadar beş dile çevrildi. Almanca, Fransızca, Flemenkçe, Korece ve Fince. Başka dillere de çevriliyor ama henüz yayımlanmadı. Tabii ben yabancı bir dil bilmiyorum. Yurt dışında bir sandviç bile satın alamam. Buna kötü bir şey olarak bakmıyorum, iyi bir şey olarak da bakmıyorum. Belki Türkçenin içinde kalmamın iyi bir yanı bile vardır. Diğer dillerdeki çevirilerle kıyaslamaları yapamıyorum tabii ama besbelli ki ses kayboluyor. Benim cümle yazmayı, beste yapmakla eş değer gördüğümü düşünürsek, metnin müziği, kesin kayboluyordur. Notalar uçup gidiyordur. Bir keresinde Cunda’daki çeviri atölyesine katıldım; metinlerimin nasıl çevrildiğine biraz tanıklık ettim.

‘Yalnızlık geçmişin çekmecelerinden her zaman bir şey bulur’ cümlesine gelince, çevirmenler, İngilizcede ‘geçmişin çekmecesi’ diyemiyoruz demişlerdi. Sonra konuştuk kendi aramızda; rafları desek olur mu, gardırobu desek olur mu diye. ‘Çayname’ adlı kitapta şöyle bir cümle var: ‘Çeviri her halükârda bir kumaşın ters yüzüdür.’ Neticede, sadece müzik değil, anlam bile kayboluyor bazen.”
...
“Gündemi takip eder misiniz?”

“Ben her sabah önce gazeteleri okurum. Beş-altı gazete okurum. Bu iyi bir şey mi bilmiyorum. Keşke bunu yapamayabilsem, o ağırlığı sırtlanmayabilsem ama yapmadan da olmuyor. Bu toplumun bir parçasısın, bu gezegende yaşayan bir insansın.”

“Peki gündeme bakınca hangi kelimeler geliyor aklınıza, ne hissediyorsunuz?”


“Ben çok karamsar bir insanım. Karamsar olunca, normal sayılan şeyler bile bana mucizeymiş gibi geliyor. Benim markete gidip hiç öfkelenmeden, hayıflanmadan geri dönmem benim için mucizedir mesela. Çünkü her defasında bir şey olur; ya sıramı kaparlar, ya elektrik kesilir ya da tam sıra bana geldiğinde kasa bozulur. Bozulmasa bile kâğıt şeridi biter. Öyle yaşıyorum ve hiçbir beklentim yok. Kendi adıma, edebi maceram adına da yok. Sadece yazdığım metinler kitaba dönüşsün istiyorum, sayısı önemli değil, 400 yahut 500 adet de olabilir. Gerçek dünya kelimelerin arasındaki dünya benim için. Kelimelerin dışında kalan şeyler, yalan dünyanın işleri. Her şeyden umudumu kesmiş gibi kapkaranlık bir görüntü ortaya çıktı bu söylediklerimden, fakat o kadar da değil; kâğıdı önüme koyup cümleler yazıyorsam, bu bir umut işaretidir sanıyorum.”


“Niye yazıyorsunuz?”

“Neden yazdığını tam olarak kimse bilemez aslında. Belki birçok neden gösterilebilir ama bunların hepsi anlık cevaplardır, yahut yanılgılardır. Marquez’in dediği gibi, ‘arkadaşlarım beğensin diye yazıyorum’ bile denebilir. Neden yazdığımızı anlamak için de yazıyor olabiliriz, bilemiyorum. Bu meçhul bir şey.”

“Romanlarınızda taşrayı okuyoruz, oradan insanların hikâyeleri can buluyor. Sizce taşra nedir?”

“Taşra ve merkez diye bir şey kaldı mı bilemiyorum.
...
Binlerce çocuğun Boğaz’ı görmeden yaşadığı İstanbul merkez midir mesela? Yahut, Sivas’taki bir insan tuşlara basınca Amerika’daki ya da İngiltere’deki bir kütüphaneye girebiliyor, oradaki kitaplardan birini okuyabiliyorsa Sivas taşra mıdır? Bence her yer taşra artık, aynı zamanda her yer merkez. Hem yazar için taşra yahut merkez diye bir şey söz konusu olamaz; o kelimelerin arasında yaşar. Önümüzdeki ay, İstanbul’da bu konuda bir sempozyum var; taşra ve edebiyat konuşulacak. Ben de geliyorum ama konuşmacılar arasında değilim, 10-15 kişilik bir grupla sohbet edeceğim sadece. Konuşmaktan korktuğum için böyle. Kalabalık karşısında fazlasıyla heyecanlandığım ve konuşmayı sevmediğim için. Ya da düpedüz, konuşma becerim olmadığı için. Bu sohbet de son sohbetim olacak. Artık evimde oturup sadece yazmak istiyorum.”
...
“Son sorum eleştiriyle ilgili. Sizce bugün gerçek anlamda bir eleştiri var mı? Yoksa neden yok? Olursa neden iyi oluyor?”

“Olursa iyi oluyor. Geçmişe dönüp baktığımda, mesela Fethi Naci’nin yazılarından çok şey öğrendiğimi görüyorum. Gençtim, dergilerde yeni yeni öykülerim çıkmaya başlamıştı. Naci Abi nerede yazarsa gidip o yazıyı bulurduk. Bir romancı çalakalem bozuk bir cümle yazsa, Fethi Naci cümle ölçeğine inip eleştirirdi. Türkçenin inceliklerini hatırlatırdı, püf noktalarını. Birisi o dönemde roman kahramanına ‘kahvaltı yaptırıyorsa’ Fethi Naci, onu yazdığı yazıda hemen uyarırdı mesela; kahvaltı yapılmaz, edilir derdi. Yahut bir başka yazısında, kurşun atmakla kurşun sıkmak arasındaki farka değinirdi. Cioran’ın özlediği dönemlerdi o dönemler; bir virgül uğruna ölünürdü. Birkaç hafta önce Selim İleri bir söyleşisinde, Memet Fuat’ı anmış ve onun bir virgül yüzünden kitabı yayımlamadığını söylemişti. İçim nasıl cız etti... Ben Naci Abi’yle rakı içmeyi özlediğim kadar onun yazılarını ve metinlerin didik didik didiklendiği o dönemi de çok özlüyorum.”