kardeşime.
Evlat dedi, sanıyor musun ki hayat yolculuğu bir tek sana çetin.
Şu dünyada nice hevesi sigaramın ucunda biriken kül gibi silkelemişimdir. Şu pencerede biriken buğu kadar kalıcı sevinçlerden fazlası düşmedi payıma. Ve şu duvarda titreyen gölgeler kadar değişkendi acılar. Bir çınarın kovuğuna saklandığım da oldu, bir osuruk ağacının gölgesinde dinlendiğim de. Ne gölgesi gölgeydi ne kokusu serince bu hayatın. Ahırdaki atımın dört nala gidişi gibi biteviye koştuğum ve konuştuğum olduysa da çokça bineğimin arpayı çiğneyişine denk düştü kelamım. Yani çok düşündüm az söyledim. Az söyledikçe çok eyledim. Şu iki bayram arasında bile atımın yelesindeki teller sayısınca cümle yutkundum da yine az geldi bu dünyanın kursağıma dizdiği yutkunuşu doğuran hayrete. Nice zaman kendimi dut ağacında asılı seyrettim de, dutun, incirin kokusu beni bu amelimden vaz geçirdi.
Sakın ha hayvanları hakir görme,
geviş getirmek,
bir lokmayı çokça çiğnemek,
az konuşup, kararında eylemek,
çokça seyreylemek imandandır.
Bir huş ağacı sessizliğinde dinledim tüm söylediklerini. Sonra, ahırdaki atın kuyruğundaki teller adedince ben de payıma düşen sükutu döşümde demleyip kalktım da, döşeğimdeki yerime geri döndüm. Uyudum. Rüya değilmiş. Yarının düşüne uyandım.
…
Kalktım işin yolunu tuttum. Herkesin evine gittiği demlerde ben işe koyulurum, böylece insanlarla fazla yüzgöz olmam, içimin dışımın çizilmesini azaltırım diye ummuştum bu işe başlarken. Hey had, ne mümkün. Geceleri eve gitmek gibi bir arzum pek yoktur zira bir dostumun dediği gibi bazen günün en hüzünlü demi eve gittiğin zamanlardır, çünkü ev demek her zaman yuva demek değildir. Güya bu gece klübünün bekçisi yaptılardı beni. Klubün tamtamda çığlıkları ve höyküren müzikten yorgun düşmüş duvarlarnıı, eşyalarını bekleyecektim, gece de bana eşlik edecekti. Gelin görün ki iş ahdi denen şey bizim buralarda don lastiği gibi esnek olduğundan mekanın temizliğini de bana yıktılar. Aslında severim temizliği, pisliği içimden ve dünyadan tam olarak arındıramasam da birkaç dakika önce kirli olan bir zemini pasparlak yapmak içimi az da olsa kamaştırır, sevinirim ama işte hem erkekler hem kadınlar tuvaletini de temizlemek zorunda kalınca kursağıma ekşi bir tat düğümlenip kaldı. İnsanlarda kendilerine olunca tüm tartılar bankördür fakat iş karşındakine, hele de görece kendinden zayıf gördüğü birine gelince durumlar değişir. Bizim köyde evvelce lastik satan bir adam vardı. Rahmetli lastiği satarken sonuna kadar kolları arasında gerer öyle ölçerdi. Hal böyle olunca tabi sizin bel için aldığınız lastik paçanızı anca kavrardı. Bizimki de o hesap. Adama bir de deli derlerdi. Peh. Kim deli kim akıllı hiç belli olmuyor ilahi. Hem böyle şeyleri işportada yaparsan düzenbaz, ya da şanslıysan deli olursun bu şirazesinden çıkmış dünyada, amma işi büyütürsen beyefendi, iş adamı derler. Tabi bu şartlarda işinin adamı olabilirsin ama adam olamadığın kesin.
Neyse efendim, ne diyordum? Bu gece canıma tak etti tuvaletleri temizlerken. Hem ben anlamadım; hacetlerini giderirken mekanları ayırmayı biliyorlar da temizlerken neden bir insana her iki tarafı da temizletiyorlar. Bu haksızlık değil mi? Ben de kime neyi soruyorum. Kadınlar tuvaletini de temizlerken gururum çok kırıldı, ağlamaya başladım az evvel. Yüce Allahım bu ne rezilliktir, nefis terbiyesi de bir yere kadar ya Rabbim, diye hayıflanırken buldum kendimi. Kendi pisliğini (hele de hususi evlerinde) temizlemekten aciz insanlar neden yaşar, hem de bundan arrtırdıkları “değerli” zamanlarında ne gibi kıymetli şeyler üretiyorlardır ki, dedim kendi kendime. Ne olacak, senin arkalarından temizlemen için daha fazla foseptik üretiler ülen, başka ne olsun, diye cevap verdi bir diğer iç sesim.
…
İşten sonra biraz sahilde yürüyüp hava aldım. Denizin üzerinde bu defa karabataklar değil de rüzgar ayaklarını çırpıp muzip dalgalar üretiyordu. Bir sigara yakıp ciğerlerime biriken efkarı dumanla görünür kılarak dışarı atmaya çalıştım. İnsan böyledir işte, varlığının iyi kötü bir sondaja ihtiyacı olunca durumunu ve tercihlerini estetize etmede üzerine yoktur. Neyse birkaç fırt miktarı en azından hızı kesip düşündükten sonra, hayatta gerçeklikle hayallerimiz arasında büyük kırılmalar olabileceğini zihnime ilk kazıyan amcamın yanında bir şeyler atıştırmak için kaldırımları arşınladım. Hava ılık ılık esiyordu. Mevsim normalleri denen şey bir türlü gerçekleşmediğinden bazı ağaçlar çiçek açmıştı. Ne yazıkk ki çiçeklerinden hangi meyve ağacı olduklarını çıkaramıyorum. Efendim, daha ben turunçla protakal ağaçlarını bile ayırd edemiyorum zaten.
Dediğim gibi, amcam Hasan benim ilk defa gerçekliğin keskin, köşeli uçlarıyla yüzleşmeme dolaylı olarak sebep olmuştur. Kendisini çok severim, adamın hasıdır. Nedense isminde “ha” sesi barındıran insanlar ruhumda hep acı tatlı derin izler bırakmıştır. Hayretin “ha”sını sürekli varlıklarında gezdirdiklerinden midir bilmem, genelde baskın gelen arif bir yanları vardır bana kalsa. Evet, farkındayım biraz zorlama bir çıkarım oldu bu, diyebilirsiniz ama anlamlara tüme varım, tümden gelim her çeşit varıyoruz. Sizi ikna etmesem de olur. Anladığım ve inandığım bana yeter. Bazı kavramlar, isimler eşyaya insana şekil verebildiği gibi bunun tam tersi de mümkün. Benim için de bazı isimlerin içi, güzel insanların simalarıyla dolu olduğundan aklımdan geçerlerken bile tebessüm açtırırlar yüzümde, henüz hayatımdan ölmedikçe harakiri yapanına rastlamadım.
…
Hasan amcam ressam olmayı isterken karayollarında asfalt, tabela ve yol çizgileri alanında ehilleşip emekli olmuş biri. Öteden beri zaman ve imkan buldukça evinin bodrumunda tuvale, gidemediği dağların, bayırların resimlerini yapıp, bu mütevazi yağlı boya tabloları sevdiklerine hediye etmeyi bir adet haline getirmiştir. Evet, kısmen de olsa bu tutkusunu gerçekleştirmişse de, resimde derinleşme imkanı bulamamıştır. Düz şerit çizgilerinin ruhunda bıraktığı izlerle törpülenen yeteneğini düşündükçe içim burkulup durmuştur. İbn-i Arabi; istidat en gizli duadır, diyor demesine de, hayatımızda bu gizli duaya amin diyen hiç bir kimse ve kurum olmayınca, bu aforizma da yerini hayatın farklı üfürizmalarına bırakıyor maalesef. Yerleşik hayatın görünmez lanetleri peşimizi nesilden nesile takip ediyor işte.
Amcamın resimlerinde dikkatimi çeken ve beni tüm güzelliğine rağmen rahatsız eden bir şey varsa o da ara tonları neredeyse hiç kullanmıyor oluşudur. Yani ara renkleri kendi imkanlarıyla oluşturmaya çalışırken fazladan hazırlanmış karışımlar zayi olduğundan mı bu yolu pek seçmemiştir yoksa cidden kara yollarınının net renk tonları mı sanatına sirayet etmiştir hep merak edip, bir türlü soramamışımdır. Yaptığı pastoral konulu resimlerin aksine, renkler aynı asfalt yol çizgileri gibi mekaniktir ve ara tonlardan uzaktır. Bu haliyle sanki hayatın sert çizgilerini çocukluğumdan itibaren yüzüme vuruyor gibidir, bodrum katında biteviye birbirinin ardılı olarak ürettiği resimler. İşte bu yüzden Hasan amcam hayatın sivri köşeleriyle beni erkenden tanıştırmıştır.
Ne diyordum, işten sonra yanına gittim. Birlikte çay içtik. Biraz konuştuktan sonra ona rüyamı anlattım. Çay bardağını avucunun içinde garip bir kavrayışla tutup yudumlarken gülümseyip; demek “Şu dünyada nice hevesi sigaramın ucunda biriken kül gibi silkelemişimdir.” cümlesini hatırlıyorsun rüyandan. Güzel kelam da bir rüya için fazla net cümleler değil mi? Bunlar senin rüyanda geçiyorsa, senin gerçekliğin olmasın, dedi.
“Ayın menzilleri olduğu gibi, seni bütün iddalarından soğutup uzak kılacak menziller vardır, dur hele dur…” daha hangi küllenen hevesten bahsediyorsun. Tuvaletleri temizlemeyi de kafana takma, şimdiye kadar kullanıp arkandan başkaları tarafından temizlenen hususi, umumi tuvaletlere say, dedi.
Bir huş ağacı sessizliğinde dinledim tüm söylediklerini.
Sonra...
Uyandım.
Rüyaymış.
Gerçek de neymiş.
Yarının düşüne uyandım.
Dilsizmütercim001210122013