Filmin
girişinde gösterilen yüksek dağlar ve akabinde kayan yıldızlar. Önce
insana verilen halifeliğin yapabileceği yüce icreatlara rağmen,
sonrasında irademizle aşağılara doğru düşüşümüzün hemen girişteki özeti
gibi bir şeydi benim için.
“De
ki: Herkes bulunduğu hal ve niyetine göre iş yapar. Bu durumda kimin en
doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir." İsra Suresi 84
İlk dikkatimi çeken üzerine reklam afişi yapıştırılmış, hüzünbaz bir yüz. Üzerindeki afişin yarısı aşağıya düşmüş… İçinde yaşadığımız, yaşatıldığımız çarpık sistem insanoğlunun sorunlarının üzerini suni ve kısa vadeli hazlar, sentetik boyalarla kapatmaya çalışsa da bir şekilde patlak veriyor yine de insanın huzursuzluğu ve mutsuzluğu diye düşündürüyor. Sonrasında bir Budist tapınağı önünde gösterilen dini ritüel, insanonğolunun kendinden başkalarıyla birlikte olma ve aşkın olana dair toplu şekilde ibadet etmenin hangi toplumda olursa olsun fıtrattan gelen bir ihtiyaç olduğunu, farklı beldelerde de olsa, benzerlik arzettiğinin bir göstergesi olsa gerek. Diğer tüm ritüellere karşın bahsettiğim sahnede gösterilen beni daha bir farklı etkiledi. Karşılıklı iki guruba ayrılmış ve birbirlerinin üzerine doğru bir o yana bir bu yana ileryen, biri diğerinin üzerine gittiğinde diğerlerinin toplu şekilde yere yattığı bu eylem; kendi içimdeki nefis mücadelemi anımsattı. Hayır ve Şerrin birbiriyle olan çekişmesi gibi bir şey. Çok zorlama yorumlar yapmak istemiyorum elbette… Belki belgesele eklenen bu görüntülerin farklı bir anlamaı da olabilir lakin zaten sözsüz olmasındaki maksat da bu zengin görüntü kumkumasını herkesin kendi iç ve dış dünyasıyla harmanlayarak farklı yorumlar getirmesi deği midir? Yine bahsettiğim görüntülerin sonunda bu iki gurubun birbirine karışıp farklı bir ahenkle birlikte hareket etmesi de hissettiklerimi güzel bir tatla noktalıyor. Akabinde aniden dingin bir dağ ve hemen sonrasındaiçten içe kaynayan yanardağ görüntüsü bu içsel gel gite dair gizliden gizliye güzel bir şerh gibi…
Doğadan, yani Dünya’nın tahrip olmamış kısımlarından alınmış görüntülerde benim görebildiğim en belirgin özellik ufkun her daim açık olması. Metropolden alınan görüntülerdeyse, yani içinde yaşamakta olduğumuz beldelerde ufkun tamamen yitirilmesi. Zannımca buna paralel olarak insanoğlu düşünce ufkunu da kısırlaştırıyor. Kendisine ve yaşadığı topluma biraz uzaktan bakıp, hayatın sağlamasını yapabilmeyi günden güne daha da zorlaştırıyor. İnsanın elinin değdiği beldelerde insan gibi ufuk da kirleniyor, tahrip oluyor, zaten bu mesaj da yerinden edilen karıncalar ve devrilen ağaçla ifade edilmiş sanırım. İnsanoğlu onca dağı delip, ağaçları devirdiği, kendisine böyle de yeteceği halde doymayıp daha geniş yerler açtığı halde buna ters orantılı olarak bir şekilde gün be gün yeri ve ufku daralıyor.
Devrilen
ağacın ardından suratı kan kırmızı bir yerli hiçbir şey söylemeden
gözlerimizin içine bakıyor tıpkı Metodaki koşuşturmanın, solgun ve
uyuklayan insanların akabinde 3 genç kızın bir şey söylemeden hesap
sorarcasına yahut huzursuz bir ifadeyle yüzümüze bakması gibi… Kibrit
kutularına sıkıştırılmış insanların dışarıya baktığı camsız pencereler…
O kadar yalın ki… Diğerlerinin acılarından izole yaşayanların suratına
tokat gibi çarpmalı bu görüntüler. Bir yanda adı üstünde izocamlar öte
yanda camsız pencerelerden kemirdiği ekmekle başını uzatmış çocuklar.
Kapsül barınaklar… Kaybedilen yuva kavramı da cabası…
Kalabalık
caddede dümdüz yürüyen bir isteyicinin çaldığı çan ve tek bir kimsenin
durup ilgilenmeyişi… Yine bir başka kısımda çalan sessiz çan! Çan mı
sessiz biz mi duymuyoruz, kendimizden bile gizli yada aşikar attığımız
çığlıkları!
Havuzda rahatlamaya çalışan adamın sırtında kendisinden hemen sonra gösterilen yerliye benzer bir dövme hem de tüm vücudunu kaplamış. Ne kadar yıkasa da çımıyor olmalı… İnsan olmanın acısı, fıtratla, fıtrata aykırı olanın örtüşmemesi, sürtüşmesi…
Ve şehir… İç gıcıklayan bir müzik. Yukarıdan bir pencereden, “içeriden” bakıldığında şehre, zorlukla alınan nefes…
Bu
gürültülerden geçilen secde görüntüleri… Ağrıyan aklın, insanın en yüce
mevkiine yerleştirilen başın Yaratan huzurunda yere serilmesi…
dinginlik ve huzur kokuyor!
BaRaKa
Filminde muhtemelen bir çoğumuzun benzer şekilde etkilendiği en vurucu
sahne; seri imalat civcivlerin fabrika bantları üzerinde ilerleyişi,
standartlara uygun olup olmadıklarının kontrol edilişi ve aniden benzer
bantlar üzerinde, yürüyen merdivenlerde, trafikte ilerlemekten çok
sürüklenen, akan insan topluluğuna geçiş sahnesi… Gerçekten tekrar ve
tekrar kendimize, içinde yaşatığımız topluma dışarıdan bakmamız
gerektiğini dişleriyle bilincimize geçiren sahneler! Varlığımız bu
civcivlerin yaratılış sebebinden farklıysa, yaşantımızın da farkı
olmalı…
Bir
yanda araçların felçettiği trafik bir yanda merkeplerle ilerlemeye
çalışanlar… Eşit olmasını beklemediğimiz adil olmanın yanından geçmeyen
gelir dağılımı… Çöpten, yani başka insanların artıklarıyla hayatlarını idame ettirmeye
çalışan insanların utancı… Filmi izlerken çocukların arkasında bulunan
duvara sprey boyayla yazılmış “Zul!„ suratımda patlıyor! Tevafuk mudur,
bilemiyorum ama ürperiyorum. Hemen
burada Hotel Rwanda'dan bir sahne geliyor aklıma. Otel müdürü haber
muhabirine teşekkür ediyor, “burada yaşananları dünyanın diğer
kısımlarında yaşayan insanlara ulaştırıp, belki de yaşadıklarımıza bir
son verilmesine vesile olacaksınız“ diye… Muhabir üzüntüyle adama dönüp,
dostum, insanlar buradaki katliamı izleyip, aman Allah’ım bu bir vahşet
diyecekler ve sonra yemek yemek için dışarı bir yerlere gidecekler, 2
gün sonra unutulacaksınız!„ Ve biz bu gerçekliğin neresinde duruyoruz
bunu düşünüyorum, öyle içim acıyor ki anlatamam!
Bulunduğum
şehirde belediye tarafından modern hayatın vicdanı tıkıldığı kuytuda
depreşmesin diye, insanların göz zevkleri bozulmasın diye şehir
merkezlerinden toplanıp şehrin ücra kısımlarda yatmalarına müsade edilen
evsizler geliyor aklıma… Ve bir de; Aliya İzzetbegoviç’in “İnsan insanı
sevmeli, insanlığı değil! İnsanlık, insana yönelik sevgi yokluğu için
ileri sürülen bir mazerettir!” sözü ne de yakışıyor bu insan olmaklığa
yakışmaz hayatımıza!
İşçilerin
dünyanın her yerinde boynu bükük. Yediğinden yedirme, giydiğinden
giydirme kriterlerini bilenler şimdilerde en hoyrat davranıyor elleri
altındakilere. Eskiden kölelerin sağlıkları köle sahipleri için
önemliydi, sermayeleriydi çünkü onlar. Şimdilerde kapitalist sistem
kiralık köleler devrine geçtiğinden durum daha da vahim.
Cam
fırınlarından Can fırınlarına geçiyor belgesel… Kamboçya ölüm
tarlaları… 9 milyonluk nüfusunun 3 milyonu katledilmiş… Komünizm ve
Materyalizme kurban edilen beldelerden sadece biri… İstiflenen başlardan
yeni istifler için sıraya dizilmiş silahlara çevriliyor kamera. Sonra
devasa saraylardan yerle bir olmuş sütunlara, yeryüzünde ebedi
kalacakmış gibi yaşayıp, zulmedenlerin arklarında bıraktıkları
piramitlere… Düşünüp ibret almaz mıyız?
Sessiz çalan çan… Çan mı sessiz biz mi Sur’u duymuyoruz!
Bulutlar nehirler gibi akıyor gök yüzünde, zaman geçiyor.
Güneş tutuluyor. Akabinde Kabe etrafında tavaf eden insanlar. Herkesçe doğru yada yanlış, kısa vadeli yada ebedi olanda aranan huzur göze çarpıyor. Ve taştan yontulmuş kafalar, kafasız bedenlerden oluşan heykeller…
“Hiç düşünmez misiniz?”
Bulutlar nehirler gibi akıyor gök yüzünde, zaman geçiyor.
Güneş tutuluyor. Akabinde Kabe etrafında tavaf eden insanlar. Herkesçe doğru yada yanlış, kısa vadeli yada ebedi olanda aranan huzur göze çarpıyor. Ve taştan yontulmuş kafalar, kafasız bedenlerden oluşan heykeller…
“Hiç düşünmez misiniz?”
“İnsanların
kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya
çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını
kendilerine taddırmaktadır.” Rum 41
Fili
tam bir görüntü ve tefekkür şöleni. Baktığımda gördüklerimi anlatmak,
izlemelerin mahiyetine paralel bir formda oldu mu bilemiyorum ama
paylaşmak istedim.
Dilsizmütercim:19 Ağustos, 2008 - 19:29