[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

10 Mart 2010 Çarşamba

Çocukluktan Merkze


Çocuktu. Küçük, masum ve diğerlerinden ayırd edilemeyecek nitelikte bir güzelliğe sahipti. Çocuk demek isim kadar sıfattır da. Güzelliğin som hali. Başka bir latifeye ne hacet. Annesi hasta olduğundan saçlarını hep kendi örmüştü şimdiye dek. Örüp yanaklarının az berisinden yukarıya doğru pelitlerini uzatıp başının üzerinde bir yerlerde toplardı. Nedense pembe bir kıyafeti hiç olmamıştı. Basit bir ajitasyon değil bu. Kendi seçimi. Şirin küçük kızlara yakıştırırdı da o pembeyi bir kendi üzerinde garip durduğunu duyumsardı. Yine de ayağını sıktığı halde babasına oldu deyip aldırdığı o eflatun ayakkabı kendine dair garip bir farkındalık kazanmasını sağlamıştı. Özellikle de o ayakkabıyı her giyme denemesinde topukları ve parmakları acıdan sızlarken, tatlı sert ve hatta alayvari bir şekilde gülerken yakaladığı olurdu kendi kendini. Dedim ya, çocuktu.
Şimdi merdivende oturuyor ve yanındaki demirlerde salınan sarmaşık güllerini kokluyor. O zamanlar bu bahçe henüz tarumar olmamıştı besbelli. Enteresan bir cümle gibi gelebilir size ama ne yazık ki ben bu bahçedeki iğdeden başka her bitkinin bir bir soluşuna şahit oldum çünkü sonraları. Bahçe merdivenleri yarım kat bodrumun üzerinde iki cepheden karşılıklı hilal şeklinde girişe uzanır. Bordo demirlerin üzerinde yıllar sonra bile beyaz noktalar kendini eleverip, beni hep gülümsetir. Çünkü küçük kız onları annesinin hastaneden çıkışına hazırlık niyetiyle silmeye yeltenmiş ve fakat deterjanla kireç kaplarını birbirine karıştırıp, onları ayırd edemediğinden, bordo demir korkulukları bir güzel kirece bulamıştı.
Orada öylece oturuyor. Elenmiş topraktan yaptığı çamur toplarının güneşte kurumasını seyrediyor. Ara ara anneannesinin mutfağından aşırdığı zeytin yağıyla onların çatlaklarını cilalıyor. Bu iş bittiğinde göğsü kabara kabara eline alıp bu doğal toplarla itinayla oynayacak.
Şu vakitler, geceleri ninesi ve erkek kardeşiyle beraber bir yatakta enlemesine uyumakta. Geceleri en çok ninesinin masallarıyla uykuya dalmayı seviyor. Yine de genellikle herkes uyuduktan sonra, ki bunu nefes alıp verişlerindeki ritimden çıkarmayı öğrendi, uyumayı yeğliyor. Bir müddet ninesinin henüz o kadar da yorgun düşmemiş nefesinin ensesinde oluşturduğu sıcak nemliliğin, içine sıcak sevimli hisler doldurmasına şahitlik etmeyi yeğliyor.
Sabah kalktığında çekmecesinde Osmanlıca nüfus cüzdanları bulunan tahta masanın üzerini yokluyor. Bardak içinde takma dişleri görüp gülümsüyor. Bu onun hep ilgisini çekmiştir. Odanın içinde ahşaptan gömme bir tuvalet... Kapısı kapanmadığından her girişte arkasına bir tuğla sürülüp karanlığa gömülen ufak bir odacık. Eskiden burası neydi acaba? Dışarı çıkınca liflere ayrılmış bir ipi kapının çerçevesinde çakılı duran çiviye dolamak gerekir. Her seferinde itinayla ve zevkle yapardı bunu. Bazen ip boşalır yeniden sabırla sarmak lazım gelir.
Bu evde eşyalar kadar insanların da üzerine tozlar üşüşüyor, zamanın akıp geçtiği her yerde olduğu gibi. İlerde çocuk hemen şurada bu odadın girşinde, yere uzatılıp, gömülmeyi bekleyen dedesiyle konuşacak. Baş ucuna çömelip, grileşmeye başlamış, mavi gözlerine bakarak. Acı çekemediği için ağlayacak. Oysa dedesini ne de çok severdi. Hiç bir sebep bulamasa, 3 yıl boyunca her öğleden sonrası bisikletiyle onu okul çıkışında alıp eve götürdüğü için... Ama dedesinin omzundan dürten ölüm kadar, çocuğun da omuzlarına binmişti hayat. Sorulan tüm sorulara ve sorunlara burnunu çekip omuz silken mızmız bir çocuk olma lüksü hiç olmamıştı. Buna başta kendi katlanamazdı zaten. Gerçekliği parça pinçik eden görmezden gelmeler boy verememişti bir türlü yürek tarlasında. Derin ve gür bir ırmaktı belki de çocukluk ve fakat hayat onu hızla çakıl taşlarıyla dolduruvermişti işte. Şimdiyse bu bulanan su birikintisinde kendi elleriyle derleyip bir araya getirmeye çalıştığı bu çakıl taşlarıyla çocukluğunu en azından basamak olarak kullanıp bir ada inşa etme çabasından başka bir şeye takati yetemezdi. Bu kadar erken büyümek, erkenden ölmeyi de beraberdinde getirir mi diye düşünürdü çocuk.
Önceleri bir kedisi vardı. Bembeyaz. Yavruları öldükten sonra iyice aylak kalmış, huy değiştirmişti. Birgün ninesi ve teyzesi onu artık fare tutmaya yeltenmediği için çocuktan habersiz bir kutuya koyup şehre götürüp bırakmışlardı. Üzülmekten çok şaşırmıştı çocuk. Büyükleri anlayamıyordu. Sadece ellerinin altındakilere böylesine garip ve matematiksel yaklaşan yetişkinlere karşı yaratıcının çok şeflatli olduğunu düşündüğünü anımsıyorum. Kedi olalı kaç fare tuttu, sorusunu soran ve bedelini kendi elleriyle çocuğun kedisine ödeten yakınları gibi daha kaç insan vardı ki insan olalı, insanca bir şeyler yapabilmişti? Tanrı ne kadar da şefkatli ki onalara tahammül ediyor, diye mırıldandı merdivende oturan çocuk. Ve kuruyan toprak toplardan birini yere fırlattı!  
Meryem Rabia Taşbilek