
Çocuktu.
Küçük, masum ve diğerlerinden ayırd edilemeyecek nitelikte bir
güzelliğe sahipti. Çocuk demek isim kadar sıfattır da. Güzelliğin som
hali. Başka bir latifeye ne hacet. Annesi hasta olduğundan saçlarını hep
kendi örmüştü şimdiye dek. Örüp yanaklarının az berisinden yukarıya
doğru pelitlerini uzatıp başının üzerinde bir yerlerde toplardı. Nedense
pembe bir kıyafeti hiç olmamıştı. Basit bir ajitasyon değil bu. Kendi
seçimi. Şirin küçük kızlara yakıştırırdı da o pembeyi bir kendi üzerinde
garip durduğunu duyumsardı. Yine de ayağını sıktığı halde babasına oldu
deyip aldırdığı o eflatun ayakkabı kendine dair garip bir farkındalık
kazanmasını sağlamıştı. Özellikle de o ayakkabıyı her giyme denemesinde
topukları ve parmakları acıdan sızlarken, tatlı sert ve hatta alayvari
bir şekilde gülerken yakaladığı olurdu kendi kendini. Dedim ya, çocuktu.
Şimdi
merdivende oturuyor ve yanındaki demirlerde salınan sarmaşık güllerini
kokluyor. O zamanlar bu bahçe henüz tarumar olmamıştı besbelli.
Enteresan bir cümle gibi gelebilir size ama ne yazık ki ben bu bahçedeki
iğdeden başka her bitkinin bir bir soluşuna şahit oldum çünkü
sonraları. Bahçe merdivenleri yarım kat bodrumun üzerinde iki cepheden
karşılıklı hilal şeklinde girişe uzanır. Bordo demirlerin üzerinde
yıllar sonra bile beyaz noktalar kendini eleverip, beni hep gülümsetir.
Çünkü küçük kız onları annesinin hastaneden çıkışına hazırlık niyetiyle
silmeye yeltenmiş ve fakat deterjanla kireç kaplarını birbirine
karıştırıp, onları ayırd edemediğinden, bordo demir korkulukları bir
güzel kirece bulamıştı.
Orada
öylece oturuyor. Elenmiş topraktan yaptığı çamur toplarının güneşte
kurumasını seyrediyor. Ara ara anneannesinin mutfağından aşırdığı zeytin
yağıyla onların çatlaklarını cilalıyor. Bu iş bittiğinde göğsü kabara
kabara eline alıp bu doğal toplarla itinayla oynayacak.
Şu
vakitler, geceleri ninesi ve erkek kardeşiyle beraber bir yatakta
enlemesine uyumakta. Geceleri en çok ninesinin masallarıyla uykuya
dalmayı seviyor. Yine de genellikle herkes uyuduktan sonra, ki bunu
nefes alıp verişlerindeki ritimden çıkarmayı öğrendi, uyumayı yeğliyor.
Bir müddet ninesinin henüz o kadar da yorgun düşmemiş nefesinin
ensesinde oluşturduğu sıcak nemliliğin, içine sıcak sevimli hisler
doldurmasına şahitlik etmeyi yeğliyor.
Sabah
kalktığında çekmecesinde Osmanlıca nüfus cüzdanları bulunan tahta
masanın üzerini yokluyor. Bardak içinde takma dişleri görüp gülümsüyor.
Bu onun hep ilgisini çekmiştir. Odanın içinde ahşaptan gömme bir
tuvalet... Kapısı kapanmadığından her girişte arkasına bir tuğla sürülüp
karanlığa gömülen ufak bir odacık. Eskiden burası neydi acaba? Dışarı
çıkınca liflere ayrılmış bir ipi kapının çerçevesinde çakılı duran
çiviye dolamak gerekir. Her seferinde itinayla ve zevkle yapardı bunu.
Bazen ip boşalır yeniden sabırla sarmak lazım gelir.
Bu
evde eşyalar kadar insanların da üzerine tozlar üşüşüyor, zamanın akıp
geçtiği her yerde olduğu gibi. İlerde çocuk hemen şurada bu odadın
girşinde, yere uzatılıp, gömülmeyi bekleyen dedesiyle konuşacak. Baş
ucuna çömelip, grileşmeye başlamış, mavi gözlerine bakarak. Acı
çekemediği için ağlayacak. Oysa dedesini ne de çok severdi. Hiç bir
sebep bulamasa, 3 yıl boyunca her öğleden sonrası bisikletiyle onu okul
çıkışında alıp eve götürdüğü için... Ama dedesinin omzundan dürten ölüm
kadar, çocuğun da omuzlarına binmişti hayat. Sorulan tüm sorulara ve
sorunlara burnunu çekip omuz silken mızmız bir çocuk olma lüksü hiç
olmamıştı. Buna başta kendi katlanamazdı zaten. Gerçekliği parça pinçik
eden görmezden gelmeler boy verememişti bir türlü yürek tarlasında.
Derin ve gür bir ırmaktı belki de çocukluk ve fakat hayat onu hızla
çakıl taşlarıyla dolduruvermişti işte. Şimdiyse bu bulanan su
birikintisinde kendi elleriyle derleyip bir araya getirmeye çalıştığı bu
çakıl taşlarıyla çocukluğunu en azından basamak olarak kullanıp bir ada
inşa etme çabasından başka bir şeye takati yetemezdi. Bu kadar erken
büyümek, erkenden ölmeyi de beraberdinde getirir mi diye düşünürdü
çocuk.
Önceleri
bir kedisi vardı. Bembeyaz. Yavruları öldükten sonra iyice aylak
kalmış, huy değiştirmişti. Birgün ninesi ve teyzesi onu artık fare
tutmaya yeltenmediği için çocuktan habersiz bir kutuya koyup şehre
götürüp bırakmışlardı. Üzülmekten çok şaşırmıştı çocuk. Büyükleri
anlayamıyordu. Sadece ellerinin altındakilere böylesine garip ve
matematiksel yaklaşan yetişkinlere karşı yaratıcının çok şeflatli
olduğunu düşündüğünü anımsıyorum. Kedi olalı kaç fare tuttu, sorusunu
soran ve bedelini kendi elleriyle çocuğun kedisine ödeten yakınları gibi
daha kaç insan vardı ki insan olalı, insanca bir şeyler yapabilmişti?
Tanrı ne kadar da şefkatli ki onalara tahammül ediyor, diye mırıldandı
merdivende oturan çocuk. Ve kuruyan toprak toplardan birini yere
fırlattı!
Meryem Rabia Taşbilek