[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

31 Mart 2011 Perşembe

İç Ses ve Kıyak Emeklilik



İnsan sesini düşünüyorum. Ses tellerinden çok daha fazlasına tekabül eden o tınıyı. Kainattaki en güzel musiki olduğu kadar üzerine giydiği anlamlarla kıyamet surunu aratabilen o varlık meyvesini. Hiç bir telli çalgı onun erişebileceği estetik makama ulaşamaz kanımca. Tüm müzikler ona alternatif bir güzellikte olsalar da bir yerden sonra hep ona bir öykünmedir. İnsanın yönelişini aşikar eder sesi. Yüzün olduğu kadar sesin de çizgileri, yaşanmışlıklardan mütevellit kırışıklıkları vardır. Onu biricik kılan da bu değil midir? Zaman içinde şekillenir, derinleşirler bazen de. Bir de vicdanın imgesel enstrumanı iç sesimiz vardır, onun sesi kulaklarımızı tıkamakla susturulamaz. Ne var ki insan ona uygun da susturucular aramaya yönelir fakat asla tamamıyla kısamaz onun sesini. Kendi başına kaldığında insanın az biraz ses tonunun değişiyor olması muhtemeldir. Tonlar insanlarla aramızdaki irtibatlara, mesafelere göre nasıl değişiyorsa, dönemsel olarak kendimizle olan diyaloğumuz, egomuz/nefsimizle aramızdaki mesafeye göre iç sesimiz de başkalaşabilir haliyle. Kimilerinin -iç- sesi daha bir haşinleşir kendine karşı, kimilerininki daha bir sakin yahut da bıkkındır. Ya da dönem dönem tüm bu tonları kendimize yönelttiğimiz de vakidir. Yine de dışarıya doğru yükselen sesimizle illa ki bir sesteşliğimiz vardır sanıyorum. İşte ben de yine kendi varlığımın iç çeperlerine çarpan sesimle hasbihal halindeyim. İçimi evirip çeviriyorum. Aklımın, düşünen ve hisseden, sevinen ve acı çeken bu mefhumun hayatın mevsimleri gibi halden hale geçişini düşünüyorum. Şeytanlarımız kimi zamanlarda kalbimizi bozmaya muktedir olamazlar da aklımızı çelmeyi başarırlar. Akleden kalp kombinasyonuyla hareket eden insanoğlu için de ona malup olmaya bu kadarı yeterlidir, en azından bir müddet. İçimde derin bir özlem. Kalbin açılmasının bir başka kalbe açıldığını duyumsamasına bağlı olduğu o demleri, yükseklik ve alçaklık korkusu olmadan katıksızca bir kalbin diğer kalbin balkonuna atladığı çocukluk demlerini özlediğimi hissediyorum. Burnumun direği sızlıyor fakat ne çare; büyüdük, şeytanlarımız kalbini bozamadığı çocuğun aklını bozarak ulaştı az buçuk muradına...

Tüm bunları düşünürken müdavimi olduğum Kürt börekçisine varmak üzereydim. Fakat ne olmuşsa henüz açılmadığını fark ediyorum dükkanın. Küçük bir aile müessesesi. İki yakın arkadaş ve onlardan birinin hayatta olan eşi işletiyor mekanı. Hafif çökmüş olanın eşi vefat etmiştir. Diğer arkadaşına göre erken yaşlanmasını buna bağladığını duymuştum bir defasında. Bazen sırf ben bir şeyler atıştırırken muhabbetlerini dinleme zevkini tatmak için giderim bu börekçiye. Tek kusurları çay bardaklarının küçüklüğüdür. Hayır, çaydan çalmıyorlar böylelikle. Fiyatlar gayet makul hatta makulün bile altında sayılabilir. Ama benim her lokmada çay yudumlama ve dahi iflah olmaz çay tiryakiliğim yüzünden sürekli çayımı tazelemek zorunda kalıyorlar. Neyse ki böylelikle teyzemiz her yanıma geldiğinde az biraz muhabbetlerine müdahil oluyorum ben de. O kadar tutkunlar ki birbirlerine ortaklaşa iş yapan insanların geneline kıyasla, sırf bu hale şahitlik etmek bile güne iyi başlamama vesile olabiliyor. Ne var ki bugün nasibimde bir başka mekanın müşterisi olmak varmış.

İlk intibağım pek iç açıcı olmuyor maalesef ilk defa girdiğim mekanda. Ben imkanlarım dahilinde Kapitalizmin henüz katledemediği küçük esnaftan alışveriş etmeye çalışırım. Fakat aradığım bazı insani şeyleri bulmak için bir diğer mekana biraz daha fazla para vermem icap ediyorsa onu da ödemeyi tercih ederim. Bir kere yiyecek bir şey ısmarlandığında, karşı taraf talep etmeden içecek ne vardı? diye sorulmasından hiç hazzetmem. Sadece benim değil, benim gibi kimilerinin de ceplerindeki birkaç bozuklukla ve belki de son dolmuş parasıyla sırf bu soruyu reddedemediği için içecek bir şeyler alıp sonra da yaya kaldığı vakidir. Kimi ters zamanlarımda zaten bir şey içmeme karar vermişsiniz, ne içeceğime de karar verin diyesim gelir bazen.

Tüm bu düşüncelere rağmen Kürt böreğinin tadına diyecek yoktu. Kimileri diğer böreklerle onu kıyaslama gafletine düşerler. Oysa hiç bir şeyle kıyaslanmasına gerek yoktur onun. Güzeldir. Başkaca bir tattır. Mütevazi bir lezzettir. Bana biraz keteyi anımsatır. Demli bir çay ve muhabbet eşliğinde tadından yenmez. Pek severim. Ama jön türkleri bozabilir. Çok açsanız önce pudra şekersiz bir kısım yiyip sonrasında tatlı niyetine de kalanını şekerli yemeyi tercih edebilirsiniz. Hayli işlevseldir bu anlamda. Benim için Kürt dostlarımla sahip olduğum müşterek tatlardan biridir. Simit gibi bir klasik. Yakın bir arkadaşımın kendisiyle tanışmadan evvel, Ülkücü olduğu dönemlerde, börekçilerden bu böreği isterken, şu börekten verir misiniz ama ismi söylemeyin, dediğini öğrendiğimde hayretler içinde kalmıştım. İyi ki seninle o dönemde tanışmamışız, demeden de edememiştim. En azından geldiği nokta sevindiriciydi. Hasılı kelam güzeldir Kürt böreği.

Tabanvay için gerekli yakıtı temin ettikten sonra yeniden yola koyulmanın zamanıdır. Dün hiç dışarı çıkmadım, gitmem gereken yerlere de gitmedim, yapmam gereken şeyleri de yapmadım. İçimde de pek dolaşamadım. Sadece bir müddet aynada gözlerime baktım ve sustum. Zaman öyle geçip gitti. Bir sitem gibi klavyemin z harfi de tutukluk etmeye başladı. Zaman şeddeli olmalı artık parmaklarımın altında. Bu tekleyen harfi bana uzaklarda kutularda benim dönüşümü bekleyen kimi eşyalarımı anımsattı. Özellikle de bir tanesini. Kahverengi tahta çantasıyla Yeşil'de bir ara açılıp hemencecik batan ve sırra kadem basan bir ikinci el dükkanından aldığım yıllanmış çehresine rağmen varoluşunun anlamını koruyan o güzelim daktilomu özledim. Onun elektrikler kesilse de yazabiliyor oluşuyla masamın üzerinde olanca mütevaziliğiyle duruşunu. Ki onu beğenene kadar kaç bit pazarı gezmiştim. Tek bir soluk alımı için iki defa çekiyorum ciğerlerime havayı. İç çekiş mi diyorlar buna? Şeddeli nefes ve ivedi adımlar.

Özlem ve hatırlayış; biraz da geçmişin benzeri bir geleceğe öykünmedir. Gelecekten ümitvar olmak şimdiyi daha mı parçalı bulutlu gösteriyor yoksa, şimdinin parçalı bulutluluğu mu geleceğin daha güneşli olabilirliğine bel bağlamamızı bize salık veriyor, kararsızım. Zira insan kimi eylemlerinde de bir sonraki adımı daha güzel görmek ve göstermek için anı ve evvelini olduğundan daha gölgeli bir hal ile tasvir edebiliyor. Kontrastın suistimali işte bu. Kötüye doğru ilk adımı, kötü yönetilmiş iyi duygularla atarız gibi bir cümle okuduğumu hatırlıyorum geçenlerde. Bir de bunun tam tersinin mümkün olduğunu düşünüyorum ben, çok rahat açıklamayamasam da. İnsanın şeytanından faydalanması gibi bir ifade hayli muallak kalabilir diye endişe ediyorum. Bu hali bilenler anlayacaktır. Nihayetinde hünere gebe olan sıkışmışlık değil midir. Kul sıkışınca bazen Hızırlar da çeşitlenebiliyor.

Hayatın buruk tadı dimağımda yoğunlaşınca, aklıma çocukluğumda misafirliğe gittiğimiz evin mutfağında, masanın üzerinde bulunan plastik meyveleri yeme çabam geliyor aklıma. O vakitler henüz insanoğlunun yapmacıklığının hayata bu kadar somut yansıyabileceği gerçeğiyle yüzleşmemiştim. Öğrendim. Hep genzimde bir plastik tortusu o demden bu deme, bir kısmını da kendi bünyemin yaptığı.

Yürüye yürüye Yedi Kule’ye geldim sonunda. Burada soğanlı bitkiler parkı diye bir yer var. Çok daha salaş mekanlarda hayli uzun zaman geçirebilmeme rağmen nedense fazlaca vakit geçirmeyi bir türlü beceremiyorum içinde. Yine de yürürkenki soluklanma duraklarımdan biri olmasından hep hoşnut olmuşumdur. Burada çiçekleri az biraz temaşa ettikten sonra sıkılmamın sebebini hayli zaman düşündükten sonra anlıyorum ki; beni rahatsız eden parkın fazla düzenli, intizamlı olan hali. Ben bu kadar insan kontrolünün hissedildiği yerlere pek ısınamıyorum. Buna rağmen soğanlı bitkilerin, bir sonraki yıl yeniden özlerinin gürlediğini görmek insanı zaman zaman sarhoş edecek derecede etkilemiyor değil. Hele de boynu bükük laleler ve daha niceleri...

Parktan uzaklaşmamın hemen ardından, sokak öfke ve telaşın, hırsın mimikleriyle koşmakta benim ve diğerlerinin üzerine doğru. Sahil tarafında balonlara atış talimi yaptırıyor birkaç Anadolu genci. Genelde böylesi yürüyüşlerin bir yerinde mola verip bir banka oturur, varlığımı şehrin bu insan denizine-dehlizine daldırırım. Yanıma oturacak bir teyzenin, bir küçük çocuğun umut kuyusu gözlerinden bir kaç bakraç yaşama sevinci devşirmek isterim. Toplu taşıma araçlarında ise iş dönüşü insanların gözlerindeki umutsuzluk kuyuları benim aklımdaki uçurumları daha da derinleştirir. Çoğu zaman bakmaya korkarım.

Geçenlerde bir adam yanaştı ama benim oturduğum banka değil, bir yanımdakine. Ve orada dinlenmekte olan birinden biraz para istedi yiyecek bir şeyler almak için. Az evvel yanaştığı kişilerden eli boş dönmüştü zira. Kadın kalkıp büfeden bir şeyler alıp ona verdi. Adam öyle iştahla yedi ki kendisine verileni, hali; açlığını ve onun işaret ettiği hikayeyi doğrular nitelikteydi.

Yine bir bankta oturuyorum. Tahtadan yapılmış olması hoşuma gidiyor. Diğerleri insanı hayli üşütüyor. Rüzgar kendini hissettirdiğinden vardiyeli olarak ellerimin üzerine oturarak ısıttığım parmaklarımla bir kitabın sayfalarını çevirmeye koyuluyorum.

Zamanın güleryüzlü acımasızlığında birkaç arpa boyu yol kat etmişken, bu defa yanıma yaşlı bir kadın oturuyor. Kıpır kıpır, sanki mantosunun içinde bir kedi tepiniyormuş gibi eğilip bükülüyor. Ama tedirgin edici bir halde değil, sadece uzun zamandır hiç bu kadar mutlu olmamış gibi bir hali var. Mutlu olununca ne yapıldığını unutmuş gibi. Ellerini bile nereye koyacağını şaşırmış bir vaziyette ara ara pozisyon değiştirme ihtiyacı duruyor. Yandan çarklı çarklı gülümsediğini duyumsuyorum. Gözleri etrafın manzarasını tararken, kirpiklerini kırpıp duruyor. Elbisesi temiz ve özenli ama tıpkı benimkiler gibi kimi yerlerinde ufak aşınmalar mevcut. Demek ki, aynı dünya kadar aynı kaderin mütevazi yolcularıyız diyorum kendi kendime. Bu onu benim için daha da sevimli kılıyor. Sabırla ve umutla bana bir şeyler söylemesini bekliyorum. Elimdeki kitaba göz gezdirir gibi yapmamın da buna mani olabileceğini düşünüp başımı yeniden kaldırıp muhtelif bir kaç açıya yönelttiğim bakışlarımı sonunda ona döndürüp küçük bir gülümseme bırakıyorum gözündeki anlam küfelerine. Allahtan o da bir benzerini benim yüzümün eşiğine bırakıveriyor. Sonra biraz daha susuyoruz.

Eskiden olsa belki ilk sözü ben söylerdim. Ama artık kimi zamanlarda ilk taşı en günahsızımız atsın minvalinde bir tutum sergiliyorum. Bunun adına da bireyselliğin kanıksanması denmiyordur umarım. Hem bu gün bu teyzenin içinde kabaran o dingin mutluluk onu daha fazla suskun bırakmaz gibi geliyor bana. Bu gün söz sahibi olmak benden çok onun hakkı sanki. Ve evet şükür ki beni yanıltmıyor.

“Kızım,” diyor, “bugün öğrendim ki 3 yıl daha çalışmam gerektiğini düşündüğüm halde emekliliğim gelmiş.” Anlatma iştahını ürkütmemek için, sakince dinlediğimi belirten tepkiler vermekle yetiniyorum. “Öyle mi teyzecim ne güzel,” diyorum. “Başta nasıl olduğunu ben de anlamadım. Bir yanlışlık oldu sandım. Sonra demezler mi ki, sizin ilk çalıştığınız iş yerinin sahibi, reşit olmadan evvel de yanında çalıştığınız zamanları, siz yanından ayrıldıktan sonra geriye yönelik bir ödemeyle yatırmış. Yani ailemin yokluk döneminde yaşım sigortaya tutmazken çalıştığım için sigortama yatıramadığı 3 yıllık bir meblayı ben reşit olduktan sonra hiç haberim olmadan yatırmış eski patronum. Nur içinde yatsın. Yıllarca hiç kontrol etmedim, ne bileyim. Öyle şaşırdım ki.”

Çilekeş ama sanki bir anda gençleşşmiş bu teyzeyi dinlerken hem sevindim hem içim burkuluyor. Nur içinde yatsın demişti en son evet. Zira öylesi kıymetli, eli öpülesi insanlar artık Dünyanın toprak altı koleksiyonunda yer alıyorlar maalesef. Bize düşense toprak üstündekilere hayıflanmak ve onların artlarından hayırla yad etmek ve bir ihtimal kendilerinin numunelerinden kaldı ise denk gelmek yahut da o numunelerden olabilmek için azmetmek, dua etmek. Başka ne yapılabilir ki emek sömürgeciliğinin ahlak halini aldığı bu düzende. Kıyak emekliliğin elitlerin hayatını şad ettiği, ülkenin ve dünyanın kaymağının hep bir küsuratlı azınlık tarafından afiyetle yendiği, millet vekillerinin görevlerinden ayrıldıktan sonra ömür boyu emekliliğe bağlandığı bir düzende; ömründe topu topu elitlerin “çalıştığı” kadarlık bir zaman dilimini onca emektar yılın ardından çalışmak zorunda kalmadığını öğrenen kadının sevinci karşısında başka ne yapılabilirdi ki?

Sevindim ve bunu ikimize ortalıkta dolanan seyyar çaycıdan birer çay ısmarlamayı teklif ederek gösterdim. Bu ikram benimle bunu paylaşmasının şerefineydi. En nihayetinde kendim için bulamadığım bir sevinci bir başkası üzerinden temin etmiştim bu gün ya yarına Allah kerimdi. Çaylarımızı yudumlayıp biraz daha konuştuk. Bilmiyorum bu mutluluk kendisine daha ne kadar giderdi ama ilk işverenine duyacağı minnet ve insanlıktan yana hayata dair bilincime eklenen katma değer yargısı hayli kadim bir iz bırakacaktı içimde. Yaşamdan, insandan yana bir kaç yudum umut içebildiğime göre dönüş yolculuğuna çıkabilirim artık kendime doğru.

Dilsizmütercim: Meryem Rabia Taşbilek: 033120111600