H2O Diyalogları
O:
Herkes içindeki birikmişliği, içinin zehrini ve/ya şevkini sunabileceği
bir kulak arıyor. Aynı fikre sahip olmaktansa, anlaşılma isteği duyan
insanı anlıyorum çünkü ben de onlardan biriyim. Fakat etrafıma
baktığımda görüyorum ki modern insan pek çok defa ne anlamak ne de
anlaşılmak derdinde. Sadece gürültü çıkartıyor ve birilerinin kendisini
ciddiye alması üzerinden varlığını anlamlandırmak istiyor. Bu tepkinin
sevgiden, dostluktan türemesi gerekmiyor, korku yoluyla da olabilir,
hayret de ve hatta öfke ve nefretle bile. Gerçi bu problemli durumu
sadece modern insanın sırtına boca etmek de çok makul olmasa gerek.
H2: Öylesine sarf edilen hiç bir cümleden hazzetmiyorum. Her şeyin tüketim nesnesi halini aldığı dünyada kelimeleri de harcıyoruz, zoruma gidiyor. Evrende yerli yerinde, bir anlamı hak ettiği yere ulaştırmaya yarayan bir iletken olmayacaklarsa, sükutun dinginliğini tercih etmeli insan. İnsanın dudağından dökülen kelam hem kendisinin hem de muhatabının aklında, ruhunda bir yerleri ya doldurmalı ya da yıkmalı, bir tesiri, yansıması olmalı. Bu hassasiyetim yüzünden kimilerine göre bazen çok sıkıcı biri de olabiliyorum sanırım. Bana göre de kimi insanların sözleri insanın soluduğu havayı fosfor bombası gibi yakıp tüketir gibi bunaltıyor.
O: Haklısın ama yine de ne diyor zarif şair bir hikayesinde; "Bir dostum olmuştu, onu keşfetmiştim. İçimdeydi ama onu zorlamadım. Sadece korudum." Şükür ki, hala bazı insanların cümleleri insanın atmosferine fotosentez yapıyormuş gibi geliyor. Boğulur gibi mi oluyorum, hemen kendimi yazı ve şiirlerden bir oksijen tüpüne bağlıyorum. Bazen de dostlardan...
H2: Hatırlasana. Cebren ve hileyle götürüldüğümüz kadınların toplaştığı günde neredeyse çığlık atacaktık bunalmanın bulantısından. Orada da içimize saklanmaya çalışmıştık ama ne mümkün. Sürekli meraklı bir soru kancasının ucuna takılıp durduk.
O: Cidden nefes alamadım sanki bir ara havada uçuşan gereksiz cümle kirliliğinden. Allah’ım neydi o öyle.
H2: Pek çoğu hayatta muhatap alınamamanın acısını çıkartır gibiydi. Hiç kimse diyalog kurma derdinde değildi. Aradıkları sadece bir kulak. Tüm birikmiş, ruhta şişkinlik yapan kelimeleri hacamat yapar gibi bir başkasının kulağından içeri boşaltma derdine düşmüş onlarca insan. Tam bir kaos.
O: Gerçi sadece onlara yüklenmek de haksızlık olur canım. Ben geçen siyasi içerikli bir radyo programına denk geldim. Önce kulaklarıma inanamadım. Yanımdaki arkadaştan 3 ayrı radyo istasyonunun birbirine karışma ihtimalinin olup olmadığını teyit ettirmek zorunda kaldım. Birkaç entel dantel aynı anda İslam’a dair bir konuyu tartışıyorlardı. Arada sadece birkaç kelime diğer tüm kelimelerle eş zamanlı telaffuz edilme ka/ederinden kurtulup kulağıma kadar salimen ulaşma şerefine nail oldu desem, abartmış olmam.
H2: Artık belli bir noktadan sonra bu tip insanların savundukları savı muhataplarına kabul ettirme derdinin bile olmadığını düşünmeye başlıyorum. Sanki karşısındakinin paylaşımından etkilenmemek için kendi gürültüsünü kendi bilincine kalkan ediyor gibi bir izlenim uyandırıyorlar bende. O kadar gülünçler ki, mikroskop altında böcek inceler gibi inceleyesim geliyor bazen onları.
O: Alakasız gibi gelebilir sana belki ama, ben de trafik de bir polis yanıp sönen ışıklarıyla bir arabayı önünde kıstırıp, ceza için durdurduğunda sürekli avının başında bir böcek imgesi canlanıyor gözümde. İstisnasız her seferinde bunu düşünmek takıntı halini aldı sanki bende.
H2: Safari belgeselinden ne farkı var ki hayatın artık, herkes av peşinde. Tutturmuşlar bir başarmadır. Zoraki oksijen patlamaları.
O: Ben gittikçe yabanileşiyorum sanırım. Daha çok içsel monologlar üzerinden yaşamaya meylettiğim için kurgulamaya çalıştığım hikayelerdeki diyaloglar bile monoloğa doğru evriliyor. Mesela bu diyaloğun sonunda suya dönüşebiliriz. Yazar bizi de birbirimize karıştıracak gibi gözüküyor.
H2: Sen onu boş ver de, bak şu köşede oturan yaşlı amcanın keyfinden alası yok.
O: Evet, tırnaklarını kesiyor bir yandan da konuşuyor. Tırnak kesme eylemi oldum olası bana çok enteresan gelmiştir. Sürekli bir devinim haline mecbur bırakılmak. Bazı hücrelerinin yorgunluğu ve ölümü tazeliğe kapı açıyor.
H2: 1984 Romanında O’brien de, sorgu esnasında işkence yaparken yaşlı yüzünde garipser bakışlarını gezdiren mahkuma: Hücrenin yorgun olması, organizmanın dinç olmasına dalalet eder diyordu. Tırnaklarımızı kestiğimiz zaman ölmüyoruz, aksine tazeleniyoruz.
O: Puha ha, sen de O’biren’i iyice kanıksamışsın bakıyorum da. Geçen gördüm, kitabı elinde gezdiriyordun. Enteresan bir karakterdi o da. Güçlü olmaktan bahsedip, başkalarının hayatları üzerinde tahakküm kurmaya azmetmişken, insanın böylesi felsefik düşüncelerle kendine koltuk değnekleri yontması olası bir şey tabii.
H2: Sen de o deynekleri kırmasan olmaz. Onu bırak da, baksana bizim amca neler de diyor. Göğe doğru ağzına geleni haykırdı. Şimdi de mendil üzerine kestiği tırnakları seviyor, sevmiyor diye etrafa fırlatıyor. Deli yaa.
Y.A.: Allah’ım biliyorum, yine de beni seviyorsun beeee!
O: Ama ne, olay budur! Amcamız mis gibi kendi şahsına has bir diyalog kurmuş yaradanıyla kendisi arasında.
H2: Öylesine sarf edilen hiç bir cümleden hazzetmiyorum. Her şeyin tüketim nesnesi halini aldığı dünyada kelimeleri de harcıyoruz, zoruma gidiyor. Evrende yerli yerinde, bir anlamı hak ettiği yere ulaştırmaya yarayan bir iletken olmayacaklarsa, sükutun dinginliğini tercih etmeli insan. İnsanın dudağından dökülen kelam hem kendisinin hem de muhatabının aklında, ruhunda bir yerleri ya doldurmalı ya da yıkmalı, bir tesiri, yansıması olmalı. Bu hassasiyetim yüzünden kimilerine göre bazen çok sıkıcı biri de olabiliyorum sanırım. Bana göre de kimi insanların sözleri insanın soluduğu havayı fosfor bombası gibi yakıp tüketir gibi bunaltıyor.
O: Haklısın ama yine de ne diyor zarif şair bir hikayesinde; "Bir dostum olmuştu, onu keşfetmiştim. İçimdeydi ama onu zorlamadım. Sadece korudum." Şükür ki, hala bazı insanların cümleleri insanın atmosferine fotosentez yapıyormuş gibi geliyor. Boğulur gibi mi oluyorum, hemen kendimi yazı ve şiirlerden bir oksijen tüpüne bağlıyorum. Bazen de dostlardan...
H2: Hatırlasana. Cebren ve hileyle götürüldüğümüz kadınların toplaştığı günde neredeyse çığlık atacaktık bunalmanın bulantısından. Orada da içimize saklanmaya çalışmıştık ama ne mümkün. Sürekli meraklı bir soru kancasının ucuna takılıp durduk.
O: Cidden nefes alamadım sanki bir ara havada uçuşan gereksiz cümle kirliliğinden. Allah’ım neydi o öyle.
H2: Pek çoğu hayatta muhatap alınamamanın acısını çıkartır gibiydi. Hiç kimse diyalog kurma derdinde değildi. Aradıkları sadece bir kulak. Tüm birikmiş, ruhta şişkinlik yapan kelimeleri hacamat yapar gibi bir başkasının kulağından içeri boşaltma derdine düşmüş onlarca insan. Tam bir kaos.
O: Gerçi sadece onlara yüklenmek de haksızlık olur canım. Ben geçen siyasi içerikli bir radyo programına denk geldim. Önce kulaklarıma inanamadım. Yanımdaki arkadaştan 3 ayrı radyo istasyonunun birbirine karışma ihtimalinin olup olmadığını teyit ettirmek zorunda kaldım. Birkaç entel dantel aynı anda İslam’a dair bir konuyu tartışıyorlardı. Arada sadece birkaç kelime diğer tüm kelimelerle eş zamanlı telaffuz edilme ka/ederinden kurtulup kulağıma kadar salimen ulaşma şerefine nail oldu desem, abartmış olmam.
H2: Artık belli bir noktadan sonra bu tip insanların savundukları savı muhataplarına kabul ettirme derdinin bile olmadığını düşünmeye başlıyorum. Sanki karşısındakinin paylaşımından etkilenmemek için kendi gürültüsünü kendi bilincine kalkan ediyor gibi bir izlenim uyandırıyorlar bende. O kadar gülünçler ki, mikroskop altında böcek inceler gibi inceleyesim geliyor bazen onları.
O: Alakasız gibi gelebilir sana belki ama, ben de trafik de bir polis yanıp sönen ışıklarıyla bir arabayı önünde kıstırıp, ceza için durdurduğunda sürekli avının başında bir böcek imgesi canlanıyor gözümde. İstisnasız her seferinde bunu düşünmek takıntı halini aldı sanki bende.
H2: Safari belgeselinden ne farkı var ki hayatın artık, herkes av peşinde. Tutturmuşlar bir başarmadır. Zoraki oksijen patlamaları.
O: Ben gittikçe yabanileşiyorum sanırım. Daha çok içsel monologlar üzerinden yaşamaya meylettiğim için kurgulamaya çalıştığım hikayelerdeki diyaloglar bile monoloğa doğru evriliyor. Mesela bu diyaloğun sonunda suya dönüşebiliriz. Yazar bizi de birbirimize karıştıracak gibi gözüküyor.
H2: Sen onu boş ver de, bak şu köşede oturan yaşlı amcanın keyfinden alası yok.
O: Evet, tırnaklarını kesiyor bir yandan da konuşuyor. Tırnak kesme eylemi oldum olası bana çok enteresan gelmiştir. Sürekli bir devinim haline mecbur bırakılmak. Bazı hücrelerinin yorgunluğu ve ölümü tazeliğe kapı açıyor.
H2: 1984 Romanında O’brien de, sorgu esnasında işkence yaparken yaşlı yüzünde garipser bakışlarını gezdiren mahkuma: Hücrenin yorgun olması, organizmanın dinç olmasına dalalet eder diyordu. Tırnaklarımızı kestiğimiz zaman ölmüyoruz, aksine tazeleniyoruz.
O: Puha ha, sen de O’biren’i iyice kanıksamışsın bakıyorum da. Geçen gördüm, kitabı elinde gezdiriyordun. Enteresan bir karakterdi o da. Güçlü olmaktan bahsedip, başkalarının hayatları üzerinde tahakküm kurmaya azmetmişken, insanın böylesi felsefik düşüncelerle kendine koltuk değnekleri yontması olası bir şey tabii.
H2: Sen de o deynekleri kırmasan olmaz. Onu bırak da, baksana bizim amca neler de diyor. Göğe doğru ağzına geleni haykırdı. Şimdi de mendil üzerine kestiği tırnakları seviyor, sevmiyor diye etrafa fırlatıyor. Deli yaa.
Y.A.: Allah’ım biliyorum, yine de beni seviyorsun beeee!
O: Ama ne, olay budur! Amcamız mis gibi kendi şahsına has bir diyalog kurmuş yaradanıyla kendisi arasında.
H2: Hala canının sıkıntısı geçmedi mi?
O: Hayır.
H: O'brien seni de aslın sorguya. İki çift laf eder, tartışırsınız. Sonra ben senin parçalarını birleştiririm.