[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

27 Nisan 2011 Çarşamba

Çelişik Umut



Kağıt İşçisi Evliya Kahraman

ve Topraktan Doğan’a

 
Kendi kendinden uzakta duran bir hali var. Kendisine mesafeli. Bu durum zaman içinde edindiği tecrübelerin eserlerinden biri. İnsanları tanıdıkça başına gelenlerin benzerlerini kendisiyle de yaşıyor. “Kendi”yle arasındaki bu boşluk durduğu yerle içinin çelişmesinden mi kaynaklanıyor emin olmak güç. Ama insan, gerçekten tamamiyle bu çelişkiden kurtulabilir mi yaşamı boyunca, bu mümkün müdür? Yine de sever kendisini. Tıpkı bir babanın evladına beslediği gibi içten içe kaynayan bir sevgidir bu. İnsanlara gösterdiği şefkati çok kere kendinden esirger. Kulağına birkaç defa kendine merhamet, başkasına gösterdiğin merhamet gibidir denmişliği varsa da, doğduğunda ismi dahil kulağına söylenenleri ne kadar hatırlıyorsa, o kadardır işte hayatındaki tüm kısık sesli telkinler. İçinde kabarıp kabarıp duran düşünceler, mırıltılar, çığlıklar hepsinin üzerine örtecek kudrettedir. Bu halin onun yaşam enerjisini çaldığını fark ettiğinden beri denemektedir kendisine de daha merhametli olmayı.

Herkes kadar o da bir ismi olduğundan beri, varlıkları isimlendirme ayrıcalığından doğan farklılığını suistimal etmiş, sıfatların deformasyonuyla elleriyle işleyegeldiklerinden bir kısmını örtebileceğini keşfetmiş ve kimi zaman bunu kullanmıştı. Nihayetinde söylediğine, dönüp iman edebilecek kadar kendini kandırabilen, kendi aklına küfredebilen tek varlık familyasında yaşarken az fanila eskitmemişti. Hakkını vermek gerekirse bu durumu elinden geldiğince suistimal etmemeye çalışmıştı, fakat çelişki Adem’in harcının en etken maddelerinden biri olduğundan bu kaçınılmazdı. Kendini bazen peynir altı suyu tozu gibi hissediyordu. Kimileri gülünç bulabilir bunu ama çok da umrundaydı! Diyordu ki; peynir altı suyu tozu mesabesinde insanlarız, güya peynir olma potansiyelimiz vardı. Teneke dibine çöktük. Bir umut bir tatlının hamuruna karışır da, işe yararız.” Bunu kabullenişin onun hataları karşısında paniklemesine mani olduğundan düştüğü yerden kalkmasını kolaylaştırıyordu.

***

Canı sıkkın iskeleye doğru yürümeye başladı. Edebiyat okuyan arkadaşlarından biri okulu bırakıp, Zabıta olmuştu. Etrafa çekine çekine göz gezdirdi. Onunla bir simitçiyi kovalarken karşılaşmaktan korkuyordu. Kafasında bu anı kurgulamaktan bile sakınıyordu. Nasıl yapardı bunu aklı almıyordu. Bu hayat bir şaire bunu da yaptırdıysa yeni bir kıyamete ihtiyaç var mıydı? Evet, zabıtaların tek görevi seyyar satıcılarla, işportayla mücadele değildi ama gördüğü; Kapitalist sistem onları en çok bu alana kanalize ediyordu? Çevik Kuvvet'ten "şiddet uygulama eğitimi" almışlar geçen hafta ve de bu eğitimi "seyyar satıcılar ve yıkıma direnen gecekondu sahiplerine" karşı kullanacaklarını açıklamış bir zabıta müdürü. Allah vere de bir gecekondu bölgesine ilişkin yaptığımız eylemde kendisinden şiirsel bir dayak yemeyeyim diye geçiriyor içinden.

Bir şaire, Toki’nin yaptırdığına bak sen! Şimdi bu adam, gündüzleri simitçi çocukları kovalayıp, kağıt işçilerine göz dağı verirken, akşamları onlar hakkında şiir mi yazacak? Bir şairin daha kanı bulaştı ellerine Kapitalizm, mutlu musun?! Ama sana şu kadarını müjdeleyeyim, bir gün obeziteden öleceksin. Ve karton toplayıcıları bayram edecek çöplüğünü toplarken. Yuttuğun seyyar satıcıları Kırmızı Başlıklı Kızın hikayesindeki kurdun karnını deşer gibi geri çıkartacaklar bir bir. Bir gün obeziteden öleceksin!

***

Karnı acıkıyor. Gidip bir simit almaya yelteniyor. Nasıl oluyorsa oluyor, geçenlerde bir zabıtaya rüşvet verirken görüp alışverişi kestiği simitçinin tezgahına eli uzanıyor. Simidi alıp elini cebine attığında paranın cebinde olmadığını fark ediyor hayretle. Ya düşürmüş olmalı yahut da kıyafetlerini değiştirirken dalgınlıkla aktarmayı unutmuş. Usulca simidi yerine geri bırakırken simitçi fark ediyor durumu ve sesini biraz yükselterek, “bana baksana sen kardeşim, paragöz biri olsam bu tezgahta işim ne,” diyor. Şaşırıyor. İçi darmadağın ve fakat bundan ötürü çok memnun kısa bir bocalamayla simidi yeniden alıyor eline. Simit daha bir güzel gözüküyor gözüne. Sıcaklığı parmaklarından içine doğru yayılıyor. Teşekkür ediyor ve borcum olsun deyip uzaklaşıyor. Hiç kimsenin tamamiyle siyah ya da beyaz olmadığının sağlamasını yaptırıyor ona bu olay. Hatta diyor, bu adam bembeyaz. Rüşvetten hala tiksiniyor ama, o adam verdiği rüşveti başkasının hakkını yemek için değil, kendi varlığı çiğnenmesin diye veriyordu, diye tamir ediyor zihninde alıkoyduğu hikayeyi. Ama kravatlı insanların kirli elleri için aynı aklamayı yapmaya hiç niyeti yok. Yine de keşke yapmasaydı. Varlığını ezdirmek pahasına o zabıtaya rüşvet vermeyenlerin çiğnenmesine vesile oluyorsa bu durum, diye bocalıyor. Her halukarda, adama karşı öfkesi şefkate dönüşüyor. Simidin ağzında parçalanmasıyla eş zamanlı, kimi düşünceleri de kırılıyor ve yeni yerlerini almak için uçuşuyorlar zihninde. Bu parçalanma insanla arasında tecrübeyle örülen kimi duvarlardan birini daha yıkıyor ve oluşan yakıcı ısı umuda evriliyor. İnsan diyor içinden, “Seni savunuyorum, sana rağmen!” Kendi kendiyle söyleşmeyi seviyor, bu ona pek çok şey katıyor ama görüyor ki, ayak üstü bir konuşma insan zihninde ne devrimlere sebep oluyor. Bu doygunluk monoluğun sağlayamadığı bir şey. Bu yüzden dokunmalı omuzlar omuzlara. Anlıyor. Çünkü insan konuşarak ve düşünerek kendi kendinin hamili olup, günden güne ağırlaşarak, yeniden kendini doğurabilen tek varlık bu evrende.

Martılarla paylaşıyor azığını, zira yüreğindeki tokluk hissi bir simidi bitiremeyecek kadar doyuruyor onu. Ve yoluna devam ediyor iş yerine doğru. Yani kendi kendisiyle çelişerek varlığını bileylediği cepheye. Tebessümle tekrar ediyor tesbihini; bir gün obeziteden öleceksin! Ve karton toplayıcıları bayram edecek çöplüğünü toplarken sen ey patlamış frenleriyle üzerimize gelmekte olan! Martılar çığlık çığlığa tasdik ediyor onu. Kendi yorgunluğundan güç alan yorgunların arasında yürümeye devam ediyor şehirde.

Meryem Rabia Taşbilek 270420111553