[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

5 Haziran 2011 Pazar

Güdümlü Terlik ve Fikirlerin Benliğimizde İz Düşümleri




Resim:Mikhail Vrubel/Demon Seate

Annesinin güdümlü terliğinden can havliyle kaçarken tosladığı bir nesne sonucu alnında koca bir yarayla ev kavgaları gazisi listesine eklenen bir dostumla hasbihal ediyoruz. İki kaşının arasında sadece kaşlarını çattığında görülen, çok sevdiği/m hilalimsi bir iz var. Eski güzel günlerden bir logo gibi yüzünde duruyor. Demek ki yeri geldiğinde insan yaralarını bile sevebiliyor. Yaşamın bedenimize attığı imzalardan sadece biri. Elbette bir de bunun görünmez mürekkeple ruhumuza yazılan, kazınan bir yüzü de var. Gerçi bir yara seviliyorsa yara olmaktan da çıkıyordur herhalde.

Sevilen yaralardan yana bilinç altını ve üstünü kurcalamak başka bir deme kalsın, aslında ben tüm bunları bana anımsatan bu dostun takındığı yüz ifadesinden yola çıkarak benliklerimizdeki izlerden bir kısmına doğru yol almak istiyorum. Karşılıklı sohbet ederken kendisine keyifle bir yakınımın dedesinden bahsetmekteydim. Şimdilerde "defteri dürülen" dedemiz tam tamına 117 yaşında vefat etmiş. Artık belli bir dönemden sonra her sabah uyandığında hala yaşıyor olduğuna şaşırarak oğluna, evladım şimdi biz Dünyada mıyız yoksa Ahirette mi, diye sorarmış.

Takati yettiğince kıldığı namazlarından yana biri Allah kabul etsin dediğinde yahut da salatın bir parçası olan namazını eda ettikten sonra kendi kendine; "Ben bu yaşımda, bu halimle titreye titreye abdest alıp namaz kılıcam da Sen kabul etmiceksin öyle mi? Hele bi kabul etme de görelim!" diye söylenirmiş. Yine arada, kendini tekrara dönüşen günleri sayarken bunaldığında evladına dönüp; "Allah benim defteri kaybetti galiba almıcak beni yanına!" demeden de edemezmiş. Dile kolay 117 yıl. Hatta düzeltiyorum, dile bile kolay değil!

Geçen sonbahar-kış mevsimlerini geçirdiğim Güney Doğu yolculuğumda, sis ve doluya tutulup zevkle 12 gün mahsur kaldığım Mardin'de bir mağazada ücretini sorduğum kazağa çok fahiş bir fiyat söylenince verdiğim tepkiden olsa gerek, mağaza sahibi; "Hanımefendi, bu kazağın ücreti diğerlerine göre pahalı ama bunu 200 yıl giyseniz eskimez." deyivermişti. Ben de buna mukabil biraz da latifeyle karışık; sizin kazağa uzun ömürler diliyorum ama ben 200 yıl yaşamayı düşünmüyorum, demeden edememiştim. Kendisi de bana, sağlığınız yerinde olsa fena mı olur yani, diye cevap verince, yok ben ikisini de almayayım kardeşim, şuncacık zamanda neler yaşadım bu dünyaya 200 yıl hiç katlanamam, hem ben sıkılırım, diye konuşmayı devam ettirmiştim. Dükkan sahibi ve tezgahtar şaşırmalarına şaşırdığım bir tepkiyle çok "enteresansınız" mealinde bir şeyler söylemişlerdi. Pek çok yakınınızın kaybına şahit olup yaşadığımız bu gurbet içinde gurbetlikte giderek kendi ıssızlığımızda daha da ıssızlaşırken bu denli uzun yaşamak çok da iç açıcı bir şey olmasa gerek.

İşte Karadenizli, İsmet dede de; Rabbiyle naz makamında hasbihal edip ironik bir üslupla hesap defterim galiba kayboldu, hay Allah kaldık burda, serzenişini sık sık dillendirmekteymiş. Torunu birlikte ettiğimiz bir iftarda bana bunları anlattığında içimde öyle güzel hisler kabardı ki tasvir etmekte zorlanıyorum. Bir yandan da şahit olduğum güzellik karşısında burnumun direği sızlıyor. Kendimizi bilmemizden evvel başlayan ezber ve taklidi "iman" kodları yüzünden yitirdiğimiz yahut da yitireyazdığımız o hepimize lutfedilmiş biricik üslubumuzla Rabble aramızda özgün bir niyazlanma ve hasbihal dili geliştirmemiz neredeyse imkansız bir hal alıyor. İsmet dedenin dimağındaki tada ne kadar da uzak düşmüşüz.

Tüm bu düşündüklerimi bahsi geçen dostumla paylaştığımda, hikayedeki kahramanın yaşına hürmeten anlatılanları biraz daha anlayışla karşılamaya çalışsa da birden kaşları çatılıverdi. Ve ortaya o çocukluk yıllarından kalan yara iz/ler/i çıkıverdi. Çocukluk yıllarından yadigar olan sadece dizlerimizde ve vücudumuzun muhtelif bölgelerindeki yara izleri değil anlaşılan. Yaşamın ve yakınlarımızın bilincimize kazıdıkları doğru-yanlış bilgi ve hatta inanç müsvedde izleri. Rabble kuracağımız iletişimi, muhabbeti, niyazı ritüele dönüştürüp, içini boşaltan, ruhunu tahrip eden yanlış öğrenilmişlikler, diktalar. Oysa binlerce ayrıntıya itinayla girilen Kuran'da elbette "göz"den kaçtığı için değil, bilinçli bir şekilde muallakta bırakılmış pek çok konu var. Örneğin namaz. Muhtelif kuvvette hadislerle desteklenip, ayrıntıları "bir çok farklı şekilde" günümüze dek ulaşsa da, Rabb bu ihtilafın önünü açmadan Kuran'da çok daha ayrıntılı ve kesin çerçevelerle belirtebilirdi bu mevzuyu da. Fakat durum bunun aksi olduğuna göre, Allah kullarının kendisine muhtelif şekillerde farklı farklı üsluplarla, ayrıntılarla secde, salat edilmesinden daha çok memnun oluyor demektir kanaatimce.




Tüm bu anlattıklarımın beslediği ana bir damara doğru yol almaya çalışsam da anlam güzergahında, işim hayli zor. Geçenlerde hasbihal ettiğim bir başka dostuma da çalkantılı olduğum bazı konulardan bahsedince, "Benim Tanrıyla kavgam yıllar önceydi. O'nu kaybetmemeye dikkat et!" dedi. O an içimin nasıl burkulduğunu anlatamam. Kendini artık imandan azade "düşünen" birinin bir başka yakınına; "İmanını koru, O'nu kaybetme!" diyecek haleti-i ruhiyede olması nasıl bir şeydir? Ben haddim olmasa da gizli bir özlem okudum o kelimelerde. Kendisinin bu satırları okuma ihtimaliyle hislerimi anlatmakta zorlansam da, sistemin, yaşamın, toplumun, kendimizin kendimize ettiklerine dair içimde kabaran o yakıcı şeyin şiddeti daha da artıyor bu düşünceler üzerine yoğunlaşırken. Aklın reddettiği yahut da görmezden geldiği ,üzeri kabul bağlayıp için için çırpınan bir iman; sahibinin bile akleden kalbinde varlığını sürdürüp, vakti gelmemiş bir deme dek, gözden kaçabilir mi? Bize bunları yaşatanlar ruhumuzda açılan yaralar, bilincimize kazınan ezberlerin dışına çıkarak imanı yeniden ve katıksızca tanımlamaktan ve tatmaktan yana yaşadığımız problemler olabilir mi? Varlığımızın metafizik dili, hatalı bilgiler ve toplumsal ve bireysel eylemlerle fıtratı bozulan "inanç"tan yana yanmış olabilir ve bu yüzden hakikate, ruhumuza üflenenle bile, üfleye üfleye yaklaşamıyor olabilir miyiz?

"Seni Seviyorum." ifadesinin bile kirletildiği dünyamızda suçu Sevgiye yıkıp gönle ve dile kilit vurmaktaysak, değil maşuğa, Rabbe bile sevgimizi hakkıyla dile getirmekten imtina edebiliriz. Ama maşuğun ne suçu var?! Aşığın ne suçu var?! İşte bu yüzden diyorum ki; tüm tökezleyişlerimin gölgesinde ve tüm kudretinin lütuf ışığında; Seni seviyorum Allah'ım!

Dilsizmütercim: Meryem Rabia Taşbilek 2011

blogcu yorum arşiv:

-- Barbarturk | 07 Haziran 2011, saat: 16:18

Yazı çok güzel.. ve de içten.. teşekkürler.