Tatillerin beni sürüklediği şeddeli buhranlara bir bariyer olacağını umarak ve yazın rehavetine kapılmamak için dün İşaret Dili kursuna başladım.
Aynı dili konuştuğumuz insanlarla kullandığımız ortak dilde
tıkandığımda artık alternatif bir iletişim imkanını deneyebileceğim
böylelikle. Gerçi şimdiye dek dilini bilmediğim insanlarla daha rahat
anlaştığımı itiraf etmeliyim. Bir tebessüm yetiyor onlarla muhabbet
etmek için. Ayrılıklarımızı vurgulayabilecek, politik ve muhtelif
farklılıklarmızdan yana bizi birbirimizin uzağına düşürebilecek kadar
müşterek bir dili bilmemek bir nimet olabiliyor bu durumda. Sadece
tebessümün ve mimiklerin ton farklılıkları üzerinden ilerleyebiliyoruz
birbirimizin ruhunda. Oysa aynı dili konuşan insanların varlığımızda
açtığı ne çok dil yarası var...
Yine
de muhtelif sebeplerle seçtiğim Dilsiz Mütercim müstearı; iç burkucu
ironik yanı bir tarafa güzel bir gerçekliğe daha sahip olacak diye
temenni ediyorum. Görme engellilere has kütüphanede, sesli kitap okuma
tecrübemin ardından bu da başka bir keyif ve güne tutunma sebebi.
Alakadar olan kardeşlerime nacizane tavsiye ederim. Bilhassa gönüllü
sesli kitap projesine müdahil olmak çok farklı bir tat bırakıyor
insanda. Kütüphane müdürü insiyatif kullanırsa dilediğiniz bir kitabı
temin edip kütüphaneye hediye ederek, seslendirebiliriniz de. Benim ilk
denemem içeriğine neredeyse tamamen karşı olduğum bir kitap üzerinden
vuku bulsa da hayli keyifliydi. Bir sonraki kitap kendi tercih ettiğim
bir eser olunca fikirlerin kontrast yapabileceği bir arşivin oluşmasına
katkıda bulunmak memnuniyet verici bir durum.
Her neyse bu kadarlık bir genel değiniden sonra dillendirmek istediğim diğer bir mevzuya geçeyim. Dün ilk derste hoca “The Black” filminden hatırladığım Helen Keller’den bahsetti. Film üzerinden haberdar olduğum bu bayanın hayat hikayesi ve hatta fevkalade başarılı film hakkında bir ara daha derli toplu yazmak da nasip olur umarım. Fakat şimdilik sadece hocanın paylaştığı cümleyi alıntılamakla yetinmek istiyorum. Helen Keller’e bir röportajda engellerinden hangisinin ona daha büyük bir mahrumiyet verdiğini sormuşlar. Yani bir tercih yapma imkanı olsaydı hangi engelinin kalkmasına öncelik vermek istediğini... O da şöyle demiş; “Görme engelim beni nesnelerden/şeylerden mahrum ediyor, işitme engelimse insanlardan.” Hoca pek çoğumuza sorulsa ilk önceliği görmekten yana vereceğimizi düşünüyorum, dedi. İşitme yetimize dair daha yoğun düşünmeme vesile oldu bu. Gerçekten kulaklarımızla işittiklerimiz aklımızın rahmine nüksediyor. Elbette Keller bu tanıyı koyabilecek nitelikte bir insan olmayı başardığına göre, bahsi geçen yetilerden yana var olan mahrumiyetini telafi edebilecek şekilde diğer yetilerini geliştirmiş. Bu yüzden bizden daha engelli olduğu söylenemez muhtemelen. Bütün bunlar bir yana, hoca bu ifadeleri paylaşırken ben içimden şöyle mırıldanıyordum;
Ne garip ki, bizim gibi insanları da pek çok defa bu yetilerimiz birbirimizden ediyor. Bize emanet edilen araçlarla köprüler yakıyor, kalpler kırıyor, hakka giriyor, birbirimizden oluyoruz. Kendimizden oluyoruz. Elbette bu teşhislerden kendini muaf tutmakta herkes özgürdür. Ben kendimi bu yakıcı çemberin içinde değerlendirmeyi tercih ederim. Ve yine elbette yetilerimizle güzelliklere yetiştiğimiz, güzellikler yetiştirdiğimiz de oluyordur. Ama ben yine de içimden bu garip çelişki üzerine düşünerek mırıldanmaya devam ediyorum. Ne garp ki, bu yetilerin mahrumiyetini hiç çekmeyenler için bu yetiler birer duvar olabiliyor. Dil ve kulak sözün kıymetini israf ediyor, göz görmeye mani olabiliyor. Öyleyse bizi birbirimize kazandıran ve kaybettiren daha derinde bir şey olmalı. Onu bulup tımar etmeli ve çoğaltmalıyız.
Sınıf arkadaşlarımdan birinin eşi işitme engelli imiş. Senelerdir bir arda yaşıyorlar ve enteresandır ki arkadaşım daha yeni bu dili öğrenme fırsatı bulmuş. Eşinin durumunun doğuştan olmadığını söylüyor bayan. Vietnam savaşında aldığı yaralar onu bu özelliğinden mahrum etmiş. Bilmiyorum eşi askerken kaç kişiyi hangi yetisinden mahrum etmiş. Bir garip oluyorum herkesin hikayesini dinlerken. Öteki vefat eden işitme engeli dedesinin hatırası için bu derse katılıyormuş. 10 yıl önce ölen yaşlı adam 5 yaşından beri işitme engelliymiş. Sebebiyse üvey annesinin onu süreli bodruma zincirlemesi sonucu çok soğukta kaması imiş. İnsan insana neler ediyor. İnsan en çok da kendine bunu nasıl yapabiliyor? Başkasına yapılan kötülüğün yansıması görünmese de en çok failini yaralıyor zira. Kalbi atmayan toplar, görmez ve duymaz soğuk kurşunlar, paslı zincirler, kemiksiz diller; insanın yetilerini soldurmak için ateşleniyor.
Dersten sonra ruh cilası için yanıma aldığım şiir kitabını açıyorum. İlk sayfasına kitabın içinden bir dize not etmişim. Şöyle sesleniyor Birhan Keskin muhatabına, Kim Bağışlayacak Beni kitabında; “İnsan ölebildiğine göre, kendinden bile soğuyor.''
Hal böyleyken günün birinde soğuyacak bu bedenlerimiz neden yaşarken kendinden bile soğuyabilecek şeylere aracı kılıyor yetilerini? Yakabildiğimiz kadar muhabbet ve kardeşlik çırası tutuşturup ve yaktığımız ateşin içinde bir kısım marazlarımızı da kül edip ve hatta tümden tutuşup gitmemek niye?!.
Her neyse bu kadarlık bir genel değiniden sonra dillendirmek istediğim diğer bir mevzuya geçeyim. Dün ilk derste hoca “The Black” filminden hatırladığım Helen Keller’den bahsetti. Film üzerinden haberdar olduğum bu bayanın hayat hikayesi ve hatta fevkalade başarılı film hakkında bir ara daha derli toplu yazmak da nasip olur umarım. Fakat şimdilik sadece hocanın paylaştığı cümleyi alıntılamakla yetinmek istiyorum. Helen Keller’e bir röportajda engellerinden hangisinin ona daha büyük bir mahrumiyet verdiğini sormuşlar. Yani bir tercih yapma imkanı olsaydı hangi engelinin kalkmasına öncelik vermek istediğini... O da şöyle demiş; “Görme engelim beni nesnelerden/şeylerden mahrum ediyor, işitme engelimse insanlardan.” Hoca pek çoğumuza sorulsa ilk önceliği görmekten yana vereceğimizi düşünüyorum, dedi. İşitme yetimize dair daha yoğun düşünmeme vesile oldu bu. Gerçekten kulaklarımızla işittiklerimiz aklımızın rahmine nüksediyor. Elbette Keller bu tanıyı koyabilecek nitelikte bir insan olmayı başardığına göre, bahsi geçen yetilerden yana var olan mahrumiyetini telafi edebilecek şekilde diğer yetilerini geliştirmiş. Bu yüzden bizden daha engelli olduğu söylenemez muhtemelen. Bütün bunlar bir yana, hoca bu ifadeleri paylaşırken ben içimden şöyle mırıldanıyordum;
Ne garip ki, bizim gibi insanları da pek çok defa bu yetilerimiz birbirimizden ediyor. Bize emanet edilen araçlarla köprüler yakıyor, kalpler kırıyor, hakka giriyor, birbirimizden oluyoruz. Kendimizden oluyoruz. Elbette bu teşhislerden kendini muaf tutmakta herkes özgürdür. Ben kendimi bu yakıcı çemberin içinde değerlendirmeyi tercih ederim. Ve yine elbette yetilerimizle güzelliklere yetiştiğimiz, güzellikler yetiştirdiğimiz de oluyordur. Ama ben yine de içimden bu garip çelişki üzerine düşünerek mırıldanmaya devam ediyorum. Ne garp ki, bu yetilerin mahrumiyetini hiç çekmeyenler için bu yetiler birer duvar olabiliyor. Dil ve kulak sözün kıymetini israf ediyor, göz görmeye mani olabiliyor. Öyleyse bizi birbirimize kazandıran ve kaybettiren daha derinde bir şey olmalı. Onu bulup tımar etmeli ve çoğaltmalıyız.
Sınıf arkadaşlarımdan birinin eşi işitme engelli imiş. Senelerdir bir arda yaşıyorlar ve enteresandır ki arkadaşım daha yeni bu dili öğrenme fırsatı bulmuş. Eşinin durumunun doğuştan olmadığını söylüyor bayan. Vietnam savaşında aldığı yaralar onu bu özelliğinden mahrum etmiş. Bilmiyorum eşi askerken kaç kişiyi hangi yetisinden mahrum etmiş. Bir garip oluyorum herkesin hikayesini dinlerken. Öteki vefat eden işitme engeli dedesinin hatırası için bu derse katılıyormuş. 10 yıl önce ölen yaşlı adam 5 yaşından beri işitme engelliymiş. Sebebiyse üvey annesinin onu süreli bodruma zincirlemesi sonucu çok soğukta kaması imiş. İnsan insana neler ediyor. İnsan en çok da kendine bunu nasıl yapabiliyor? Başkasına yapılan kötülüğün yansıması görünmese de en çok failini yaralıyor zira. Kalbi atmayan toplar, görmez ve duymaz soğuk kurşunlar, paslı zincirler, kemiksiz diller; insanın yetilerini soldurmak için ateşleniyor.
Dersten sonra ruh cilası için yanıma aldığım şiir kitabını açıyorum. İlk sayfasına kitabın içinden bir dize not etmişim. Şöyle sesleniyor Birhan Keskin muhatabına, Kim Bağışlayacak Beni kitabında; “İnsan ölebildiğine göre, kendinden bile soğuyor.''
Hal böyleyken günün birinde soğuyacak bu bedenlerimiz neden yaşarken kendinden bile soğuyabilecek şeylere aracı kılıyor yetilerini? Yakabildiğimiz kadar muhabbet ve kardeşlik çırası tutuşturup ve yaktığımız ateşin içinde bir kısım marazlarımızı da kül edip ve hatta tümden tutuşup gitmemek niye?!.
005809062011Dilsizmütercim:Meryem Rabia Taşbilek