[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Alternatif Z Raporu




Uzun bir süredir birkaç istisna dışında haber okumuyorum. Bunun için özel bir çaba sarf ediyorum. Eskiden insanlar haber sahibi olmak için hususi efor sarf etmek durumunda kalırlardı. Hatta kimi savaşlar nihayete erip, barış antlaşmaları yapıldığı halde kimi cephelere haber gecikmeli ulaştığından bir kısım askerlerin pisi pisine öldüğü bile yine taarruzunda kaldığım bilgiler arasındaydı. Oysa ki artık o kadar çok malumatın akınına uğruyor ki bilincimiz için seçici davranmak bir lüks halini alıyor. Talip olduklarımızdan yana haberdar olma imkan ve hakkımız gasp ediliyor sanki bu iletişim çağında. Öyle bir kirlilik ve yapış yapış bir yoğunluk var ki kendimi saldırıya uğramış hissediyorum. Dünyanın farkındalığından, dünyamın muhtaç olduğu asli farkındalıklarımı çoğaltmaya, beslemeye zor sıra geliyor. Bir yerden sonra insan neye talip olması gerektiği konusunda bile acziyete düşüyor. Dahili ve harici sebepler zinciriyle insanlığımız gasp ediliyor.

İnsanın yüreği her ne kadar cüssesinden büyük olabilme istidadına sahip olsa da acziyetini bilmeli. Bilmezse de tattırılıyor zaten. Oysa bu farkındalık bir rahmet pek çok açıdan. Ritmik gidişata tüm ayak diremelerimize rağmen, yaşamdan öğrenebildiklerimizin bodurluk ve kuraklığı yerine, bu ahenge teslim olmak insanın irfan kabının daha bereketlice dolmasına vesile oluyor. İnsanın sıkletine madden de manen de yüklenmemesi yahut da tanrılık iddiasında bulunurmuşçasına bir idealizme kapılmaması için bu haddini bilme, acziyetini kabul etme hali, kıvam arttırıcı gibi bir şey. Kendi adıma sürekli toplumsal bir adanmışlık aşısıyla büyüyen biri olarak içimde ve dışımda dengeli yol almaktan yana hayli yalpalıyorum. Bireysellik illetinden uzak, itidal bir mevkiye mevzilenmek... Hayatla, toplumla, insanlarla ve kendimizle aramıza Dünyanın, Güneşin, Ayın arasındaki müthiş yörünge gibi bir mesafe koymayı başarabilmek... Çok zor. Sevinçlerle aramda böyle bir mesafe eskiden beri vardı. Ağız dolusu bir gülüş, hele ki kahkahayla arama açtığım siperlerden hiç şikayetçi değilim. Bu en azından beni kimi farkındalıklarımla çelişmekten alıkoyduğundan az biraz dingin kılıyor. Ama kaldırabileceğimden fazlasını sahiplendiğim acılarla arama daha dengeli bir yörünge belirlemeliyim. Hem böylelikle elimin uzanabileceği yerlere takatimi yönlendirmekte de bir umut mahirleşebilirim/z. Yüreğimi elime göre uzatma telkininden ibaret olan bu satırlar biliyorum ki kalbi meylimle pek de uyumlu değiller. Çünkü bir başka açıdan insanın yüreğinin uzanması da bir şefkat eli halini alabiliyor. Ama itidal olanın nasıllığını tüm bu farkındalıklara rağmen sorgulamaktan, bocalamaktan kendimi alamıyorum.

İbrahim Tenekeci ağabey Üzülmedim Diyemem adlı şiirinde bir yerlerde diyor ya; “Bir sandalye çektim zor günlerin altına.” Ben de oturup dinlensinler acılar istiyorum içimde ve dışımda. Acılar dinlensin, inşirah mayalansın. Ve ben ve biz ölümle değil de hayatla dinlenelim biraz -Allah’ım-. Kefir gibi çoğalsın tebessüm. Kendi kendini çoğaltsın. Beşeriyetini bilme nasipliliğine ermiş, bu dünyada ölümün kurmalı saati boynuna takılarak yola koyulmuş biri olarak olaylara bu serin mesafeden bakabilmeyi başardığım anlarda her şey o kadar flulaşıyor ki. Canımı, bir beşerin canını bir şey ne kadar yakabilir ki diyebiliyorum böylesi zamanlarda. Ya da bir başka şey beni ne kadar memnun edebilir ki. Doyumu aramayan birinin tokluk hissi çok daha doyurucu sanıyorum bu noktada. Bir de şunu keşfediyorum yaşadıkça, her ne kadar ikisini eş zamanlı yaşadığımız dönemler olsa da insanın ruhu bedeni acılarla dinlendiriliyor, seyreltiliyor sonra ruhi acılar sırasında ise beden biraz soluk alıyor. Her iki acıyı da çapımca bir diğerine dair acıları hissedemeyecek kadar yoğun tatmanın verdiği farkındalıkla şu sıra böyle düşünüyorum sanırım.



Ve bir Ramazan daha geride kaldı. Ramazana dair bir kelam etmek istemedim bir ay boyunca. Sadece yaşamak en güzeli bazı şeyleri. Zaten sesimin, kelimelerimin kimin özüne dokunabildiğinin sağlamasını yapmaktan da eskiye nazaran çok daha uzağım. Ramazana has içsel bir yolculuk yaptığım söylenemez muhtelif sebeplerle. Ama umutla yola devam etmeli insan. Bayrama dair tek iz stadyumda kıldığım bayram namazıydı. İkiye bölünmüş stadyumda payıma düşen alanda onlarca mütebessim çocuk simasını içime çekip, ruhuma basmak benim için bayramın küllenen coşkusunu az da olsa yeniden ateşledi. Hak edilmekten çok uzak bayramlar yaşasak da, Rabb’den bize hediye tebessüm provaları olarak ruhumuza basmalıyız bayramları. Stadyumda, kalabalıklara dair bünyemde zuhur eden sadece çocukları görme algıda seçiciliğini ayrı bir sevdim bu defa.





“Gülmemiz her zaman bir grupla birlikte ortaya çıkar. Belki bir vagonda ya da bir lokantada birtakım yolcuların birbirlerine bir şeyler anlatıp güldüklerine tanık olmuşsunuzdur. Anlattıkları kendilerine komik gelmiş olmalı ki seve seve gülüyorlardır. O grubun içinde olsaydınız siz de gülerdiniz; olmadığınız için canınız gülmek istememiştir. Herkesin göz yaşları döktüğü bir vaaz sırasında adamın birine neden ağlamadığını sormuşlar, o da "Ben buranın yabancısıyım" yanıtını vermiş. Bu adamın ağlama konusundaki düşüncesi gülme konusunda çok daha doğru olacaktır. Ne denli açık yürekli olduğu varsayılsa da gülme, gerçek ya da düşsel, öbür gülenlerle bir anlaşma, neredeyse bir suç ortaklığı taşır içinde.” diyor Henri Bergson. Gülme: Komiğin Anlamı Üstüne Deneme Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2006 s. 12-13





Evet, bir stadyum dolusu insanla aynı muştu üzerine tüm farklılıklarımıza, çelişki ve çatışmalarımıza rağmen buluşup bir mutabıklığımız üzerine gülümsedik birbirimize biz de. Kadınların yüzünü pek seçemedim ekseriyet, estetik algılarını boya badana üzerinden yürüttükleri için ama olsun. Çocuklar yetti de artı bile...

Gülmekten ve bayramdan yine yazının başındaki acılara dair farkındalığa ve haberlerden yana seçiciliğe bir geçiş yaparak kelamın tadını bünyelerde dengelemeye çalışırsam şöyle bir alıntıyla devam edebilirim sanırım;





“Acıyı görme veya düşünmenin bir noktaya kadar bizi etkilediği çok doğrudur, ayrıca korkunçtur da, ama bu noktanın ötesinde etkisini kaybeder. Bunu insan yüreğinin bencilliğine yıkanlar yanılgıya düşmüş olurlar. Duygu, ölçüsüz bir uzvi hastalığa çare bulamama umutsuzluğundan kaynaklanır. Duyarlı biri için, merhametin acı vermesi oldukça sık rastlanan bir olgudur. Acımanın bir yarar sağlamadığı kesinlikle algılandığında da, sağduyu ruha bu duyguyu başından atıp kurtulmasını buyurur.” Kâtip Bartleby, İletişim Yayınları, İstanbul 2008 s. 37-38

Haber filitremi atlatıp bünyeme çarpan bir olay bu iktibasta yer aldığı gibi sağ duyumun elemesinden geçemedi maalesef. Hatta abur cubur olayların saldırısından az biraz korunmaya çalışan bünyemde toplanan takati var gücüyle emdi diyebilirim.





Suriyeli karikatürist Ali Ferzat’ın ellerini kırmış Esad ve beslemeleri. Narin bir sanatkarın elleriyle böylesi zalim, despot bir beldede olanca cesaret ve vakarıyla, kelle koltukta, hakikate işaret etmesinin karşısında acziyetiyle hırçınlaşıp tek sermayesi olan kaba kuvvete baş vuran zavallılar evet diğer tüm cürümlerinin yanına bunu da katmışlar! Oğulları olduğunu zannettiğim iki genç bir yandan ağlayıp bir yandan sanatçıyı öpüp dururlarken onlara eşlik etmemek mümkün değil. Yusuf'a atfedilen kanlı gömlek gibi, işkence sırasında beyazı kanlara bulanmış gömleğini gösteriyorlar bir ara hıçkırarak. Nasıl bir acziyettir zalimin düştüğü Allah’ım! Oysa sözünü yükseltemeden sesini yükseltenler bilmiyorlar ki Ali Ferzat’ı karikatür haline getirerek kendi portatif elleriyle Onu tüm karikatürlerinden daha dikkat çekici hale getirdiler. Kendi elleriyle onun en etkili karikatürünü çizmiş oldular onun varlığına. Elleri kırılmadan evvel onu tanımadığıma üzüldüm. Ama Ferzat’ın sesini soldurmak isteyenlerin, sanatçının ellerini kırarak onun kaleminin yankısını çoğalttıklarına şahit olmak çok manidar! Dilsizmütercim:MeryemRabiaTaşbilek040920110233



Nasılsa; “Gergefinin o küçük alanında acısa da canı, açacak gül adına, kanaviçe işleyen sever parmağındaki kanı.” Metin Altıok