Yağmurla
karışık kar yağıyor. Yoksa karla karışık yağmur mu demeli. Birbirlerine
karışmışlarsa birinin diğerine göre öncelik sahibi olmasının bir önemi
yoktur sanırım. Rekabet insanoğlunun derdi, doğal olanda ise yaşamsal
bir devinim ve ahenk var. En azından biz müdehale edene dek. Bir
bağırdan kopup, karşılıklı nazlana nazlana semada süzülerek arşa
inmekteler işte. Bir kısmı daha çok üşümüş olmalı bu yolculukta, o
kadar. Dokundukları zeminde kendileri gibi kaderleri de birleşiyor
sonunda.
Yüzümün derisinin soğukta gerilmesinden oldum olası hoşnut olmuşumdur. Tatlı bir acı. Elmacık kemiklerimde soğuğun nişanıyla seyirtmek ayrı bir haz veriyor, yürüyorum. Soğuğa karşı yeterli donanıma sahip olmasam kışı yine de bu kadar çok sevebilir miydim diye düşünüyorum. Zira karnım tok, sırtım pek. Bu yüzden soğukla arama giren suni kalkan içimde ona karşı bir mesafe koymama mani oluyor. Bazı mesafeler gerçeği yaldızlıyor mu ne? Düşünsel kalkanlarımız kendimize karşı, hakikate karşı...
Uzun zamandır şehir merkezinde volta atmamıştım. Az ilerideki heykelin altında bizim saksafoncu yine mevzilenmiş cazz-ırdıyor. Buralarda onun üstüne saksafon çalanı henüz görmedim. Hep aynı yerdedir. Arkasında Amerika’lı beyaz kurtarıcıların heybetli heykeli, önünde bizim Afro-Amerikalı adamımız. Ne kadar da ironik bir manzara. Bu müzik kışa daha çok yakışıyor. Sanırım insanı iliklerine dek ürperten acılara bir başkaldırış olarak ortaya çıkmasının da payı var bunda.
Az ileride köprünün ayaklarına inen bodur merdivenlerden iniyorum nehir kenarına. Yüksek merdivenlere nazaran daha çok yoruyorlar insanın ayağını alçak olanları. İnsanın alışagelmiş olduğu zorluk sınırına uymadıklarından olsa gerek. Suni yakamozları izliyorum bir müddet kenarda yükselen demirlere yaslanarak. Gözlerimi kapayıp onların yerine gerçek yakamozları koymayı deniyorum. Şehir ışıkları göğün ihtişamını yaralıyor. Bizim payımıza da zihnimizin bir yerlerine eşgali kazınmış manzaralarla rabıta yapmak düşünüyor. Derken gözlerimdeki yakamozlar birer birer dağılıyor. Birinin az ilerde yerde uzandığını görüyorum. Yandaki binanın çamaşırhane bacasının önüne yatmış şehrin gölge insanlarından biri. Kurutma makinasına atılan elbilselerin çıkardığı yumoş kokulu buharı dışarı vermek için duvarda yere yakın bir yere açılan deliklerin önüne yatarlar genelde. Sıcaktır buhar, geçici de olsa ısınırlar ama bir yandan da buhar kesildiğinde yapış yapış bir ıslaklıkla daha da çok üşürler. Anahtarımı içerde unutup kapıda kaldığım soğuk bir gece ben de ısınmak için ayn yolu denemiştim oradan biliyorum.
Gölge insanlar, görmezden gelinen, şehrin ve insanların şâşâsı karşısında daha da silikleşen varlıklarıyla kimi insanların gögeleri kadar bile ciddiye alınmayan şehrin karanlık yüzünün en bariz yansımaları. Fazla yaklaşıp onu tedirgin etmek istemiyorum. Efkarımın kat sayısını arttırıp geceden aldığı cüretle dalgalarını belirginleştiren nehri biraz daha seyredip geldiğim yoldan merdivenleri yeniden arşınlıyorum. Az ileride önceki yıllarda eylem yaptığımız binanın önünde bir eksiklik gözüme çarpıyor. Ellerinde tırpan önlerinde tahta bir bavulla bir çiftçi aile heykeli meydandan kaldırılmış. Artık köye, eskiye dair imgelerin göz önünde durmasına tahammül edemiyorlar demek diye düşünüyorum. Nereden geldiklerini unutup daha bir sıkı yapışabilirler böylelikle modern şehrin kaypak rahmine. Oysa modern yaşamın suni rahmi kimseyi aydınlığa doğuracak nitelikte değildir. Herkesi en olmadık zamanda daha karanlık ve yalnız bir duruma düşürür. Yaşamın prematüre çocukları olmaklığımızla her birimiz sokaklara, caddelere, iş yerlerine, sanat sevicilerinin mekanlarına, oraya buraya dağılır kendimize suni küvezler ararız sonrasında. Ama ne çare. Allah da, annemiz de Rahminden ister-istemez bir kaderle atmıştır bizi bu dünya aleminin dehlizlerine. Şükür ki dönüşümüz yine O’nadır. “Olmakta olan olmaktadır.” Artık yarım kalmış, yaralanmış varlığımızı tamir etmek için tek çare özümüzün gürlemesindedir. Ruhumuzun fanusu içinde saklanan, tahrip edilen özümüzden beslenerek yine onu çoğaltmaktan başka çaremiz mi var. Garip bir sarmallık. Kendi kendinden beslenerek kendini çoğaltmak. Bu süreçte başkalarını eksiltmeden de yapamaz insan. Tahrip bulutu buhranımızdan yükselip etrafımıza dağılır.
Gerçi her insan prematüre doğar bu yaşama. Bedenen de ruhen de. Tamamlanmak için ve bu sergüzeştte başkalarının tamamlanmasına da basamak ve sebep olmak için yaşaması ve yaşamaması gerekenler bütününe hayat diyoruz işte biz. Fakat bazen bu çark tersine işler. Eksiltirken eksiliriz. Kalabalıklarda bu rüzgar daha sert eser. Güya düşümde yürüyüşe çıkmıştım. Aynalara takılmadan ağız tadıyla yürümek bile mümkün olmuyor. Ne de olsa ruhumuzda bir paratonerliktir gidiyor. Çok yorgunum. Bu da prematüre bir yazı olarak kalsın. Belki sonra aklımın dehlizlerinde bir küveze koyar büyütürüm onu.
[Dilsizmütercim-261120101329]
Yüzümün derisinin soğukta gerilmesinden oldum olası hoşnut olmuşumdur. Tatlı bir acı. Elmacık kemiklerimde soğuğun nişanıyla seyirtmek ayrı bir haz veriyor, yürüyorum. Soğuğa karşı yeterli donanıma sahip olmasam kışı yine de bu kadar çok sevebilir miydim diye düşünüyorum. Zira karnım tok, sırtım pek. Bu yüzden soğukla arama giren suni kalkan içimde ona karşı bir mesafe koymama mani oluyor. Bazı mesafeler gerçeği yaldızlıyor mu ne? Düşünsel kalkanlarımız kendimize karşı, hakikate karşı...
Uzun zamandır şehir merkezinde volta atmamıştım. Az ilerideki heykelin altında bizim saksafoncu yine mevzilenmiş cazz-ırdıyor. Buralarda onun üstüne saksafon çalanı henüz görmedim. Hep aynı yerdedir. Arkasında Amerika’lı beyaz kurtarıcıların heybetli heykeli, önünde bizim Afro-Amerikalı adamımız. Ne kadar da ironik bir manzara. Bu müzik kışa daha çok yakışıyor. Sanırım insanı iliklerine dek ürperten acılara bir başkaldırış olarak ortaya çıkmasının da payı var bunda.
Az ileride köprünün ayaklarına inen bodur merdivenlerden iniyorum nehir kenarına. Yüksek merdivenlere nazaran daha çok yoruyorlar insanın ayağını alçak olanları. İnsanın alışagelmiş olduğu zorluk sınırına uymadıklarından olsa gerek. Suni yakamozları izliyorum bir müddet kenarda yükselen demirlere yaslanarak. Gözlerimi kapayıp onların yerine gerçek yakamozları koymayı deniyorum. Şehir ışıkları göğün ihtişamını yaralıyor. Bizim payımıza da zihnimizin bir yerlerine eşgali kazınmış manzaralarla rabıta yapmak düşünüyor. Derken gözlerimdeki yakamozlar birer birer dağılıyor. Birinin az ilerde yerde uzandığını görüyorum. Yandaki binanın çamaşırhane bacasının önüne yatmış şehrin gölge insanlarından biri. Kurutma makinasına atılan elbilselerin çıkardığı yumoş kokulu buharı dışarı vermek için duvarda yere yakın bir yere açılan deliklerin önüne yatarlar genelde. Sıcaktır buhar, geçici de olsa ısınırlar ama bir yandan da buhar kesildiğinde yapış yapış bir ıslaklıkla daha da çok üşürler. Anahtarımı içerde unutup kapıda kaldığım soğuk bir gece ben de ısınmak için ayn yolu denemiştim oradan biliyorum.
Gölge insanlar, görmezden gelinen, şehrin ve insanların şâşâsı karşısında daha da silikleşen varlıklarıyla kimi insanların gögeleri kadar bile ciddiye alınmayan şehrin karanlık yüzünün en bariz yansımaları. Fazla yaklaşıp onu tedirgin etmek istemiyorum. Efkarımın kat sayısını arttırıp geceden aldığı cüretle dalgalarını belirginleştiren nehri biraz daha seyredip geldiğim yoldan merdivenleri yeniden arşınlıyorum. Az ileride önceki yıllarda eylem yaptığımız binanın önünde bir eksiklik gözüme çarpıyor. Ellerinde tırpan önlerinde tahta bir bavulla bir çiftçi aile heykeli meydandan kaldırılmış. Artık köye, eskiye dair imgelerin göz önünde durmasına tahammül edemiyorlar demek diye düşünüyorum. Nereden geldiklerini unutup daha bir sıkı yapışabilirler böylelikle modern şehrin kaypak rahmine. Oysa modern yaşamın suni rahmi kimseyi aydınlığa doğuracak nitelikte değildir. Herkesi en olmadık zamanda daha karanlık ve yalnız bir duruma düşürür. Yaşamın prematüre çocukları olmaklığımızla her birimiz sokaklara, caddelere, iş yerlerine, sanat sevicilerinin mekanlarına, oraya buraya dağılır kendimize suni küvezler ararız sonrasında. Ama ne çare. Allah da, annemiz de Rahminden ister-istemez bir kaderle atmıştır bizi bu dünya aleminin dehlizlerine. Şükür ki dönüşümüz yine O’nadır. “Olmakta olan olmaktadır.” Artık yarım kalmış, yaralanmış varlığımızı tamir etmek için tek çare özümüzün gürlemesindedir. Ruhumuzun fanusu içinde saklanan, tahrip edilen özümüzden beslenerek yine onu çoğaltmaktan başka çaremiz mi var. Garip bir sarmallık. Kendi kendinden beslenerek kendini çoğaltmak. Bu süreçte başkalarını eksiltmeden de yapamaz insan. Tahrip bulutu buhranımızdan yükselip etrafımıza dağılır.
Gerçi her insan prematüre doğar bu yaşama. Bedenen de ruhen de. Tamamlanmak için ve bu sergüzeştte başkalarının tamamlanmasına da basamak ve sebep olmak için yaşaması ve yaşamaması gerekenler bütününe hayat diyoruz işte biz. Fakat bazen bu çark tersine işler. Eksiltirken eksiliriz. Kalabalıklarda bu rüzgar daha sert eser. Güya düşümde yürüyüşe çıkmıştım. Aynalara takılmadan ağız tadıyla yürümek bile mümkün olmuyor. Ne de olsa ruhumuzda bir paratonerliktir gidiyor. Çok yorgunum. Bu da prematüre bir yazı olarak kalsın. Belki sonra aklımın dehlizlerinde bir küveze koyar büyütürüm onu.