[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

29 Aralık 2011 Perşembe

Sokaklardan nefret eden mimar

I-Sokağı yitirdiğimizi biliyorduk çoktandır, bunun haklı açıklaması için Van’da bir deprem yaşanması gerekiyormuş. İnşa adına yeni toplu ve “haklı” bir yıkımla sokakların istilası sürecek, deprem şoku buna elveriyor şimdilerde. Bu depremin daha şiddetlilerini gördü Türkiye. Erzincan, Gölcük…  6 şiddetinde yaşanan 2002 Afyon depreminde başlık şöyleydi: Deprem salladı, binalar öldürdü. Van depremi bardağı taşıran son damla oldu. Türkiye’nin sarsılma yaşayan sosyal varlığına dönük tehditler işleri tabii seyrine bırakarak ilerliyordu adeta. Tabiat da uyarısını gönderince, toplum olarak gözlerimiz açıldı sanki. Hiç olmazsa aflarla göz yummalarla, kervan yolda düzülür mantığıyla genişleyen sorunlu inşaat ağı her zamankinden daha fazla konuşuluyor.

Bundan sonra bakalım ne olacak? Çok değerli sosyal eleştirmenlerimiz dahi bir tür determinist tutumla sitelerin çekimine kapıları açıyor.  Her şey çok hızlı ilerliyor ve kentsel dönüşüm seferberliğinin yaydığı efsunlu toz, sahneleri bütün gerçekliğiyle görmemizi engelliyor. Oturmuş gecekondu mahallerinde bahçeli evler yıkılıyor ve yerine siteler dikiliyor.  Hızlı, kapsamlı, köktenci projeler sürülecek ileriye. Bu şekilde aceleye getirilebilir mi şehirleri yeniden var etmek?
Le Corbusier’in de gözü karaydı. Türkiye’ye gelişinin 100. Yıldönümü dolayısıyla Ekim başlarında, medyada her kesimden yazar tarafından yere göğe konulmayan ultra modernizmin mimarı, gün gelip yer yer dinamitlenerek imha edilecek olan  gündelik hayat pratiklerine kayıtsız yapay şehirler hediye etti dünyaya. Le Corbusier, sokakları hiç mi hiç sevmiyordu.
 
II- Ardımızda bıraktığımız yüzyılın önemli bir bölümünde kentsel mekânlar bir önceki yüzyılın sokak ve bulvar neşesine karşılık, kalabalıkların ses ve hareketlerini denetim altına alacak şekilde tasarlandı ve örgütlendi.  Fransa örneğinde Baudelaire üslubunun temsil ettiği sokak-bulvar neşesiyle Le Corbusier’in inşaya çalıştığı betonarme-otoyolu öne alan şehrin çatışmasıdır bu.  İlki pastoral olanı koruyarak modernleşmeyi savunurken, ikincisi despot planlarla çelik ve beton grisini olabildiğince yaymayı amaçlar.  
 
Herkes kendi evinde olmalı, sesler de mümkün olduğu kadar yalıtılacak. Yüksek modernist şehircilik, deneyimlenmiş düzene karşı planlı görsel düzeni, nihayet bir tür tarihsizliği savunur. Ne yaşlı çınar ağacının, ne köşebaşındaki buluşmalara sahne olan pastanenin, ne de leylak ve hanımeli kokularıyla belleğimizde yer etmiş çıkmaz sokağın bir kalıcılık güvencesi olabilir. Hızlı ve ekonomik davranmak adına şehrin birikimlerini kolaylıkla göz ardı edebilir Le Corbusierci şehir planlamacısı.
Sokağın henüz insana ait sayıldığı dönemleri yaşadı Le Corbusier, o dönemleri sevgiyle kaydettiği de oldu; ancak  bu kişisel ses projelerine yansımadı, trafik gürültüsü bütün kişisel sesleri bastırmalıymış gibi.  Ünlü mimar sanki sokağı trafiğe bac vererek zemini gönül rahatlığıyla kullanma serbestisini kazandı. Modernleşmeye devam eden kadim şehrin yaraları yok mu? Marshall Berman’a göre Le Corbusier bu yaraları iyileştirecek ultra-modernliğin peşindeydi. 1929’da “sokağı öldürmeliyiz” dedi. Kadim şehri dağıtacak, yapay şehirlerin ise karakteristiğini  belirleyecek büyük bir bölmelemenin başlangıç fişeğiydi bu cümle: Bir tarafta evler olacaktı bir tarafta işyerleri, zenginler kuzeyde, yoksullar güneyde oturacaktı; giriş ve çıkışlar sıkı denetim altına alınırken otoparklar ve garajlar bağımsızlığını koruyacaktı.
 
Cezayir kent projesinde belirginleşen başka bir tema yerli-Batılı ayrımıdır. İki kesimi birbirinden ayıran yeşil alan ise “sağlık kordonu” diye adlandırılmıştı Le Corbusier tarafından. Gerçekleştirilmemiş Cezayir projesinde kadim şehri yerinde bırakırken amaçladığı, Batılı/sömürgeci nüfus için yukarıdan bakan bir yerleşim inşa etmek, araya da yeşil bir “sağlık kordonu” atmak…  Bugün Fas şehirlerinde, Marakeş ve Rabat’ta izlenebilir bu tür bir yerleşimin sonuçları.
III-Sokağı sevmeyen mimar neyi söylemeye çalıştı? Kendi Babil kulesini dikmenin derdine düştü, yaratıcılık adına, görkem ve ebediyet adına. 68 hareketi sokakları halk için kazanmaya heves ediyordu, slogan “sokaklar halka aittir” halinde beliriyordu duvarlarda.  Yüksek modernist   şehirciliğin yalnızlaştırdığı insanlar sorunu üreten pratik sebeplerden birinin sokakların kaybı olduğunu teşhis ediyor, böylelikle bir araya gelerek vücutlarıyla, akışlarıyla sokağı geri dönmeye çağırıyorlardı. Aynı yıllarda başladı tipik modernist toplu konutlara dönük dinamitli imha.  “İnsansızlık”, en fazla dile getirilen eleştiri sebebi.
 
Buralarda, hâlâ nefes alan mekânları, yan yana iki kişinin güçlükle yürüyebildiği sokakları koruma altına almak gerekirdi çoktan; oysa can çekişmekteler önemli bir kısmı, merkez-taşra demeden. Dünya Bülteni’nde yayınlanan Tarih Dosyası’nda İsmail Çal’ın  “Türkiye’nin en dar sokağı”na sahip Çorum “Arastacılar Çarşısı” konulu yazısını okurken geldi aklıma bu yazıyı yazmak. 
 
Modern mimarinin insanları birbirinden yalıtan karakterine bir tepki de 80’lerde Almanya’da kendini göstermişti. Park yolları daracık tasarlandı, insanlar geçerken istemeden de olsa birbirlerini fark etsinler diye.  
 
Sokak kaybedilince geriye ne kalıyor ki? Siteler, kontrollü geçişler, viyadükler, önü alınamadığı için türlü adlarla etrafına çit çekilen kaçak yapılaşma… Sokak oyunlarına vedanın oluşturduğu tahribat üzerine eminim daha çok konuşacağız. Le Corbusier  sokaklardan nefret ediyordu. Bizim kentsel dönüşümcülerimize neler oluyor? Deneyimlenmiş şehrin hızlı kaybı kısa vadede depreme karşı bir önlem olarak görünse de uzun vadede sosyal depremlere yol açacak. Siyasetçiler bir tarafa da planlamacıların bu kadar kısa görüşlü olmaya hakkı olabilir mi?
 
Şimdi, Van depreminin acısıyla imar inşa alanında köktenci kararlar alınırken Le Corbusierci imara inşaya konulacak mesafenin sebeplerini anlamak daha bir önem kazanıyor. Nasıl bir şehir istiyoruz, bunu biliyor muyuz sahiden, yoksa inşaat sektörünün güdümünde, büyük ölçekli planlamalarla konut makineleri üreterek nefes alan şehirden geriye ne kaldıysa imhasına seyirci kalmaya devam mı edeceğiz…
 
Cihan Aktaş-Dünya Bülteni