I-Sokağı
yitirdiğimizi biliyorduk çoktandır, bunun haklı açıklaması için Van’da
bir deprem yaşanması gerekiyormuş. İnşa adına yeni toplu ve “haklı” bir
yıkımla sokakların istilası sürecek, deprem şoku buna elveriyor
şimdilerde. Bu depremin daha şiddetlilerini gördü Türkiye. Erzincan,
Gölcük… 6 şiddetinde yaşanan 2002 Afyon depreminde başlık şöyleydi:
Deprem salladı, binalar öldürdü. Van depremi bardağı taşıran son damla
oldu. Türkiye’nin sarsılma yaşayan sosyal varlığına dönük tehditler
işleri tabii seyrine bırakarak ilerliyordu adeta. Tabiat da uyarısını
gönderince, toplum olarak gözlerimiz açıldı sanki. Hiç olmazsa aflarla
göz yummalarla, kervan yolda düzülür mantığıyla genişleyen sorunlu
inşaat ağı her zamankinden daha fazla konuşuluyor.
Bundan
sonra bakalım ne olacak? Çok değerli sosyal eleştirmenlerimiz dahi bir
tür determinist tutumla sitelerin çekimine kapıları açıyor. Her şey çok
hızlı ilerliyor ve kentsel dönüşüm seferberliğinin yaydığı efsunlu toz,
sahneleri bütün gerçekliğiyle görmemizi engelliyor. Oturmuş gecekondu
mahallerinde bahçeli evler yıkılıyor ve yerine siteler dikiliyor.
Hızlı, kapsamlı, köktenci projeler sürülecek ileriye. Bu şekilde
aceleye getirilebilir mi şehirleri yeniden var etmek?
Le
Corbusier’in de gözü karaydı. Türkiye’ye gelişinin 100. Yıldönümü
dolayısıyla Ekim başlarında, medyada her kesimden yazar tarafından yere
göğe konulmayan ultra modernizmin mimarı, gün gelip yer yer
dinamitlenerek imha edilecek olan gündelik hayat pratiklerine kayıtsız
yapay şehirler hediye etti dünyaya. Le Corbusier, sokakları hiç mi hiç
sevmiyordu.
II-
Ardımızda bıraktığımız yüzyılın önemli bir bölümünde kentsel mekânlar
bir önceki yüzyılın sokak ve bulvar neşesine karşılık, kalabalıkların
ses ve hareketlerini denetim altına alacak şekilde tasarlandı ve
örgütlendi. Fransa örneğinde Baudelaire üslubunun temsil ettiği
sokak-bulvar neşesiyle Le Corbusier’in inşaya çalıştığı
betonarme-otoyolu öne alan şehrin çatışmasıdır bu. İlki pastoral olanı
koruyarak modernleşmeyi savunurken, ikincisi despot planlarla çelik ve
beton grisini olabildiğince yaymayı amaçlar.
Herkes
kendi evinde olmalı, sesler de mümkün olduğu kadar yalıtılacak. Yüksek
modernist şehircilik, deneyimlenmiş düzene karşı planlı görsel düzeni,
nihayet bir tür tarihsizliği savunur. Ne yaşlı çınar ağacının, ne
köşebaşındaki buluşmalara sahne olan pastanenin, ne de leylak ve
hanımeli kokularıyla belleğimizde yer etmiş çıkmaz sokağın bir kalıcılık
güvencesi olabilir. Hızlı ve ekonomik davranmak adına şehrin
birikimlerini kolaylıkla göz ardı edebilir Le Corbusierci şehir
planlamacısı.
Sokağın
henüz insana ait sayıldığı dönemleri yaşadı Le Corbusier, o dönemleri
sevgiyle kaydettiği de oldu; ancak bu kişisel ses projelerine
yansımadı, trafik gürültüsü bütün kişisel sesleri bastırmalıymış gibi.
Ünlü mimar sanki sokağı trafiğe bac vererek zemini gönül rahatlığıyla
kullanma serbestisini kazandı. Modernleşmeye devam eden kadim şehrin
yaraları yok mu? Marshall Berman’a göre Le Corbusier bu yaraları
iyileştirecek ultra-modernliğin peşindeydi. 1929’da “sokağı
öldürmeliyiz” dedi. Kadim şehri dağıtacak, yapay şehirlerin ise
karakteristiğini belirleyecek büyük bir bölmelemenin başlangıç
fişeğiydi bu cümle: Bir tarafta evler olacaktı bir tarafta işyerleri,
zenginler kuzeyde, yoksullar güneyde oturacaktı; giriş ve çıkışlar sıkı
denetim altına alınırken otoparklar ve garajlar bağımsızlığını
koruyacaktı.
Cezayir
kent projesinde belirginleşen başka bir tema yerli-Batılı ayrımıdır.
İki kesimi birbirinden ayıran yeşil alan ise “sağlık kordonu” diye
adlandırılmıştı Le Corbusier tarafından. Gerçekleştirilmemiş Cezayir
projesinde kadim şehri yerinde bırakırken amaçladığı, Batılı/sömürgeci
nüfus için yukarıdan bakan bir yerleşim inşa etmek, araya da yeşil bir
“sağlık kordonu” atmak… Bugün Fas şehirlerinde, Marakeş ve Rabat’ta
izlenebilir bu tür bir yerleşimin sonuçları.
III-Sokağı
sevmeyen mimar neyi söylemeye çalıştı? Kendi Babil kulesini dikmenin
derdine düştü, yaratıcılık adına, görkem ve ebediyet adına. 68 hareketi
sokakları halk için kazanmaya heves ediyordu, slogan “sokaklar halka
aittir” halinde beliriyordu duvarlarda. Yüksek modernist şehirciliğin
yalnızlaştırdığı insanlar sorunu üreten pratik sebeplerden birinin
sokakların kaybı olduğunu teşhis ediyor, böylelikle bir araya gelerek
vücutlarıyla, akışlarıyla sokağı geri dönmeye çağırıyorlardı. Aynı
yıllarda başladı tipik modernist toplu konutlara dönük dinamitli imha.
“İnsansızlık”, en fazla dile getirilen eleştiri sebebi.
Buralarda,
hâlâ nefes alan mekânları, yan yana iki kişinin güçlükle yürüyebildiği
sokakları koruma altına almak gerekirdi çoktan; oysa can çekişmekteler
önemli bir kısmı, merkez-taşra demeden. Dünya Bülteni’nde yayınlanan
Tarih Dosyası’nda İsmail Çal’ın “Türkiye’nin en dar sokağı”na sahip
Çorum “Arastacılar Çarşısı” konulu yazısını okurken geldi aklıma bu
yazıyı yazmak.
Modern
mimarinin insanları birbirinden yalıtan karakterine bir tepki de
80’lerde Almanya’da kendini göstermişti. Park yolları daracık
tasarlandı, insanlar geçerken istemeden de olsa birbirlerini fark
etsinler diye.
Sokak
kaybedilince geriye ne kalıyor ki? Siteler, kontrollü geçişler,
viyadükler, önü alınamadığı için türlü adlarla etrafına çit çekilen
kaçak yapılaşma… Sokak oyunlarına vedanın oluşturduğu tahribat üzerine
eminim daha çok konuşacağız. Le Corbusier sokaklardan nefret ediyordu.
Bizim kentsel dönüşümcülerimize neler oluyor? Deneyimlenmiş şehrin hızlı
kaybı kısa vadede depreme karşı bir önlem olarak görünse de uzun vadede
sosyal depremlere yol açacak. Siyasetçiler bir tarafa da
planlamacıların bu kadar kısa görüşlü olmaya hakkı olabilir mi?
Şimdi,
Van depreminin acısıyla imar inşa alanında köktenci kararlar alınırken
Le Corbusierci imara inşaya konulacak mesafenin sebeplerini anlamak daha
bir önem kazanıyor. Nasıl bir şehir istiyoruz, bunu biliyor muyuz
sahiden, yoksa inşaat sektörünün güdümünde, büyük ölçekli planlamalarla
konut makineleri üreterek nefes alan şehirden geriye ne kaldıysa
imhasına seyirci kalmaya devam mı edeceğiz…
Cihan Aktaş-Dünya Bülteni