[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

9 Aralık 2011 Cuma

‘Tanrı parçacığı’ ve merhamet


I- Annelik Elizabeth Badinter’in öne sürdüğü gibi büyük ölçüde “kültürel bir kurmacaysa”, Kadriye Ceylan’ın “kurmacası” bütün sahiciliğiyle destanlaşarak akıyor gözlerimizin önünde yıllardır. Hiçbir engel tanımıyor Ceylan. Yaz kış bilmiyor, günlük mesai sınırlarını terk etmiş. Aklı bir tarafta İğneada’da, oğlunun kaybedildiği zeminde. Bir Antigone direnişiyle sessizlikten kelimeler dererek İğneada’ya dönüyor ve başlangıç soruları sormayı sürdürüyor. Birçok şey oldubittiye getirilirken, sayısız anne kayıp oğlu, kızı konusunda suskunluğa çekildi, başka bedeller ödememek için susmayı göze aldı belki, ama Kadriye Hanım hayatın rutin gereklerini feda ederek arama yollarına düştü. Kayıp oğlu Tolga’nın mekânının belirsizliğine yakın bir hayat sürdürerek oğlunun elini tutmaya hazırlanıyor. Oğlu bulununcaya kadar ne dinlenecek, ne rahat bir nefes alacak.
 
Öyle bir an geliyor ki bütün kayıp oğullar onun hanesine yazılıyor. Bir telefonla oğlu olduğuna inanılan bir talihsiz kişinin yanına çağrılıyor, hemen koşuyor. Tereddütlere boğuluyor. Aradan yedi yıl geçti, ayrı geçirilen yedi yıl doğurduğu ve delikanlılık yıllarına kadar yanında olan insanı bu denli değiştirebilir mi?

II- Bu, bambaşka bir “bebek davası”. Bir bebek doğumuyla barışı işaret etmez mi? Mehmet Atak’ın sorusu bu kadar yalın. Zorunlu askerliğin sonuçlarının tartışılması daha acil bir başlık olarak görülmeliyken, Atak vicdani retçi duyarlığı nedeniyle mahkemelere çekiliyor. (Dün “Herkes Bebek Doğar” Davası olarak bilinen, Ahmet Aydemir, Davut Erkan, Fatih Tezcan, Halil Savda ve Mehmet Atak’ın yargılandığı TCK 318 (Halkı Askerlikten Soğutmak) davasının dördüncü duruşması Eskişehir Adliyesi’nde görülecekti.)
 
Sanatçı mizaçlı bir genci tetiği çekmeye mecbur etmenin bedelleri bir ömür boyu ödeniyor bazen. Kadınlar bu vazifeden muaf, bir kadın olarak bu muafiyet beni rahatsız etmiyor, kimi erkeklerin de aynı şekilde silah yerine kalem veya enstrüman ya da fırça tutmaya yatkın kişilikleri olduğunu görmeye zorluyor, silah tutmaya hevessizliğim. Bana kalırsa erkekler safında da bazı mizaçların kendilerine göre sebeplerle silahı sevmemesini anlamaya çalışmak, silahlara topyekûn veda edilecek barışçıl bir ufuk ideali açısından insanlık toplumundaki gelişmeye inanç duyurtan bir gösterge olurdu. Kaldı ki toplumumuz mecburi askerliği Batılılaşma politikalarının bir icabı sayarak Tanzimat’tan bu yana tanıyor. Daha öncesinde Osmanlı profesyonel bir orduya sahip bir ülkeydi. Yükselme ve çöküş sebepleri konuşulurken bu hususları da irdelemekte yarar var.

“Ulusal” denen eğitim sırasında ya da bir toplumu, halkı, milleti var eden ortak değerlerin benliklere yedirilmesini sağlayan toplumsallaştırma sürecinde nasıl bir sıkıntı ortaya çıkıyor ki kahramanlık ruhunu –doğası hilafına– sadece kışlaların sert terbiyesine bağlamayı anlayışla karşılamaya başlıyoruz? Ve buna rağmen, neler oldu da kimi gençler askerlik yapmamak için maddi bedel ödemeye dünden hazır görünüyorlar?

Doğrusunu isterseniz bedelli askerlik parası olanı ayıran bir “hak” olarak apaçık yoksul ailelerin gençlerine dönük bir haksızlık.

III- “Tanrı parçacığı” bulunmak üzere mi, diye insanlar meraka sürüklendiler, sonra kesin bir keşiften söz edilemeyeceği haberi geldi.

Hepimiz Tanrı’dan bir parça değil miyiz, diye soruyordu Gencebay, bu toplumun oğullarını ve kızlarını faili meçhullerle kaybetme şiddetinin arşa yükseldiği yıllarda.

“Cesedi parçalanmış, gözleri çıkarılmış, kulakları kesilmiş bir evladın babası olarak buradayım’’ dedi ya Ayten Öztürk’ün babası Hıdır Öztürk BMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu bünyesindeki Terör ve Şiddet Olaylarına ilişkin alt komisyona konuşurken...

“Tanrı parçacığı” arayışlarında dar bir alanda apansızın bir büyük boşluğun kendini hatırlattığını düşündüm hemen. Ayten Öztürk işkence görürken hiçbirimiz yanında değildik.

Tanrı’nın bize kendine özgü parçacığı ne şekilde sunmaya çalıştığının anlatımı değil midir semavi metinler? O zulüm toprağa gömülerek ortadan kaldırılamazdı; “tanrısal parça”oradaydı, 1992’de Tunceli’de canice parçalanan Ayten’in Elazığ Asri Mezarlığı’nda bir çobanın gözüne ilişen kabrinden taşan kolda... İnsaf, merhamet, hemcinsine sevgi olamasa da saygı... “O” kendini göstermeyi sürdürüyor varlıkta, insanlar görmeyi başaramıyorsa ne gelir elden?

Ayten Öztürk’ün kızkardeşinin anlattığına göre bir ağustos günü çalan telefonun ahizesini kaldırmaya cesaret edememişler, öte taraftan gelen sesi duymadıkları takdirde ablaları ölmeyebilirmiş gibi. Telefonu açan anneyi bayılmaya götürür duydukları. Gittikleri hastanede kalp hastası baba sağ eliyle kalbini bastırmış, korkudan tutmayan ayaklarını yerde sürüklüyor. Bir görevli cesedi örten bezi kaldırınca baba dizüstü yere çöküyor, anne çığlık atarak saçlarını yolmaya başlıyor.
Kim hangi hakla Allah’ın kullarına bu acıları yaşatabilir?

İnsanlar varlıklarında mevcut tanrısal ışımaları fark edebilmiş olsalardı, Kadriye Hanım’ın Tolga’sı İğneada’da bir solukta kaybedilmez, Öztürk ailesinin kızı Ayten de Müslümanlığa ve insanlığa sığmayacak bir zulümle gencecik yaşında aramızdan koparılmazdı.
 
Cihan Aktaş-Sınır Yazıları