I-
Annelik Elizabeth Badinter’in öne sürdüğü gibi büyük ölçüde “kültürel
bir kurmacaysa”, Kadriye Ceylan’ın “kurmacası” bütün sahiciliğiyle
destanlaşarak akıyor gözlerimizin önünde yıllardır. Hiçbir engel
tanımıyor Ceylan. Yaz kış bilmiyor, günlük mesai sınırlarını terk etmiş.
Aklı bir tarafta İğneada’da, oğlunun kaybedildiği zeminde. Bir Antigone
direnişiyle sessizlikten kelimeler dererek İğneada’ya dönüyor ve
başlangıç soruları sormayı sürdürüyor. Birçok şey oldubittiye
getirilirken, sayısız anne kayıp oğlu, kızı konusunda suskunluğa
çekildi, başka bedeller ödememek için susmayı göze aldı belki, ama
Kadriye Hanım hayatın rutin gereklerini feda ederek arama yollarına
düştü. Kayıp oğlu Tolga’nın mekânının belirsizliğine yakın bir hayat
sürdürerek oğlunun elini tutmaya hazırlanıyor. Oğlu bulununcaya kadar ne
dinlenecek, ne rahat bir nefes alacak.
Öyle
bir an geliyor ki bütün kayıp oğullar onun hanesine yazılıyor. Bir
telefonla oğlu olduğuna inanılan bir talihsiz kişinin yanına çağrılıyor,
hemen koşuyor. Tereddütlere boğuluyor. Aradan yedi yıl geçti, ayrı
geçirilen yedi yıl doğurduğu ve delikanlılık yıllarına kadar yanında
olan insanı bu denli değiştirebilir mi?
II-
Bu, bambaşka bir “bebek davası”. Bir bebek doğumuyla barışı işaret
etmez mi? Mehmet Atak’ın sorusu bu kadar yalın. Zorunlu askerliğin
sonuçlarının tartışılması daha acil bir başlık olarak görülmeliyken,
Atak vicdani retçi duyarlığı nedeniyle mahkemelere çekiliyor. (Dün
“Herkes Bebek Doğar” Davası olarak bilinen, Ahmet Aydemir, Davut Erkan,
Fatih Tezcan, Halil Savda ve Mehmet Atak’ın yargılandığı TCK 318 (Halkı
Askerlikten Soğutmak) davasının dördüncü duruşması Eskişehir
Adliyesi’nde görülecekti.)
Sanatçı
mizaçlı bir genci tetiği çekmeye mecbur etmenin bedelleri bir ömür boyu
ödeniyor bazen. Kadınlar bu vazifeden muaf, bir kadın olarak bu
muafiyet beni rahatsız etmiyor, kimi erkeklerin de aynı şekilde silah
yerine kalem veya enstrüman ya da fırça tutmaya yatkın kişilikleri
olduğunu görmeye zorluyor, silah tutmaya hevessizliğim. Bana kalırsa
erkekler safında da bazı mizaçların kendilerine göre sebeplerle silahı
sevmemesini anlamaya çalışmak, silahlara topyekûn veda edilecek barışçıl
bir ufuk ideali açısından insanlık toplumundaki gelişmeye inanç
duyurtan bir gösterge olurdu. Kaldı ki toplumumuz mecburi askerliği
Batılılaşma politikalarının bir icabı sayarak Tanzimat’tan bu yana
tanıyor. Daha öncesinde Osmanlı profesyonel bir orduya sahip bir
ülkeydi. Yükselme ve çöküş sebepleri konuşulurken bu hususları da
irdelemekte yarar var.
“Ulusal”
denen eğitim sırasında ya da bir toplumu, halkı, milleti var eden ortak
değerlerin benliklere yedirilmesini sağlayan toplumsallaştırma
sürecinde nasıl bir sıkıntı ortaya çıkıyor ki kahramanlık ruhunu –doğası
hilafına– sadece kışlaların sert terbiyesine bağlamayı anlayışla
karşılamaya başlıyoruz? Ve buna rağmen, neler oldu da kimi gençler
askerlik yapmamak için maddi bedel ödemeye dünden hazır görünüyorlar?
Doğrusunu
isterseniz bedelli askerlik parası olanı ayıran bir “hak” olarak apaçık
yoksul ailelerin gençlerine dönük bir haksızlık.
III-
“Tanrı parçacığı” bulunmak üzere mi, diye insanlar meraka
sürüklendiler, sonra kesin bir keşiften söz edilemeyeceği haberi geldi.
Hepimiz
Tanrı’dan bir parça değil miyiz, diye soruyordu Gencebay, bu toplumun
oğullarını ve kızlarını faili meçhullerle kaybetme şiddetinin arşa
yükseldiği yıllarda.
“Cesedi
parçalanmış, gözleri çıkarılmış, kulakları kesilmiş bir evladın babası
olarak buradayım’’ dedi ya Ayten Öztürk’ün babası Hıdır Öztürk BMM İnsan
Hakları İnceleme Komisyonu bünyesindeki Terör ve Şiddet Olaylarına
ilişkin alt komisyona konuşurken...
“Tanrı
parçacığı” arayışlarında dar bir alanda apansızın bir büyük boşluğun
kendini hatırlattığını düşündüm hemen. Ayten Öztürk işkence görürken
hiçbirimiz yanında değildik.
Tanrı’nın
bize kendine özgü parçacığı ne şekilde sunmaya çalıştığının anlatımı
değil midir semavi metinler? O zulüm toprağa gömülerek ortadan
kaldırılamazdı; “tanrısal parça”oradaydı, 1992’de Tunceli’de canice
parçalanan Ayten’in Elazığ Asri Mezarlığı’nda bir çobanın gözüne ilişen
kabrinden taşan kolda... İnsaf, merhamet, hemcinsine sevgi olamasa da
saygı... “O” kendini göstermeyi sürdürüyor varlıkta, insanlar görmeyi
başaramıyorsa ne gelir elden?
Ayten
Öztürk’ün kızkardeşinin anlattığına göre bir ağustos günü çalan
telefonun ahizesini kaldırmaya cesaret edememişler, öte taraftan gelen
sesi duymadıkları takdirde ablaları ölmeyebilirmiş gibi. Telefonu açan
anneyi bayılmaya götürür duydukları. Gittikleri hastanede kalp hastası
baba sağ eliyle kalbini bastırmış, korkudan tutmayan ayaklarını yerde
sürüklüyor. Bir görevli cesedi örten bezi kaldırınca baba dizüstü yere
çöküyor, anne çığlık atarak saçlarını yolmaya başlıyor.
Kim hangi hakla Allah’ın kullarına bu acıları yaşatabilir?
İnsanlar
varlıklarında mevcut tanrısal ışımaları fark edebilmiş olsalardı,
Kadriye Hanım’ın Tolga’sı İğneada’da bir solukta kaybedilmez, Öztürk
ailesinin kızı Ayten de Müslümanlığa ve insanlığa sığmayacak bir zulümle
gencecik yaşında aramızdan koparılmazdı.