[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

27 Ocak 2007 Cumartesi

Bu hüznün mesnevisi yazılmadı!


"Bu hüznün mesnevisi yazılmadı."İlhami Çiçek (1954–1983)

Bir kadının yürümeyi öğrenmesi gibi zordur, bir milletin devlet olması. Yürümesini bilen kadın, devlet gibidir. Kemal Tahir, Osman Gazi’nin rüyasını şerh etmeye çalışırken, sadece genişlemeyen, aynı zamanda derinleşen bir devletin nasıl kurulduğunu anlatırken, romanına verdiği ad manidardır: “Devlet Ana”. Yürümesini öğrenememiş hafif (meşrep) devletler, kabadayı gibi konuşup yürüseler de masada bir aile fotoğrafı kadar bile yerleri yoktur. Cüzdan arasına sıkışıp kalmış metres olmak veya büyük devletler için savaşmak kaderleridir.
Gerçekler hakkında konuşurken, “Rüya görüyorsun!” eleştirisi küllük misali masadan eksik olmaz. Gerçeklerin duman altı edilmesine müsaade etmeyelim. Hafızası güçlü, kelime haznesi geniş ve kavramlarla düşünenler bilir: Dünya bir rüyadır… İnsan, rüyada/dünyada gördüklerinin başka bir anlamı olduğunu, gördüklerinin görünenden ibaret olmadığını öğrenene kadar, kaç güneş gelip kapımızı çalacak ve biz uyurken gidecektir. Dünya bir alfabedir ve dünyada her şeyin sembolik bir anlamı vardır. Bu sembollerden/harflerden kadim bir dil inşa edebilenler, anlamlı sözler söyleyerek bizi gerçeklerin esaretinden, hayallerin sefaletinden kurtarmışlardır. Peygamberler gibi…
Rüya görmek, hayal görmenin panzehiridir. Rüyasını göremeyenler, gözü açık veya kapalı, hayal görmek tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Hayal değil de rüya görüyorsak, doğru yoldayız: Rüya görüyorsun, eleştirisine muhatap olmak hayra alamettir! Rüyalarımızı (hayra) yormak için, kalkıp yollara düşmek, gerçekleri öğrenmek zorundayız kuşkusuz. Fakat sadece gerçeklerin bilgisiyle, adı bilim olan popüler bilgi türü ile kuşatmayı yaramayız. Karşı karşıya olduğumuz gerçekleri ne yapacağız, ne yapmamız gerekiyor sorularına, rüyalarımız cevap verebilir.
Çok ‘mistik’ konuşuyor görünüyorsam, hatırlatmalıyım ki rüyanın ‘malzemesi’ gerçektir. Bir kişinin gördüğüne rüya, bir milletin gördüğü rüyaya ise tarih felsefesi denir. Halkların hayalleri, milletlerin rüyaları vardır. Tarih felsefesi olmayan millet ve devletlerin, ayakta uyuduklarını, uyutulduklarını ispat etmek –emin olun- çay demlemekten kolaydır.
Yapacak başka bir iş bulamayınca, canınız sıkılınca hep öyle demiyor musunuz, hadi gerçeklerle yüzleşmeye gidelim. (Gerçeklerle yüzleşmeye, imza gününe, sinemaya veya valinin talimatıyla konferansa gider gibi gidilmez.) Birinci Dünya Savaşı’nın en ağır faturası: Hafızamızı kaybettik. Öyle olaylara şahit olduk ki dilimiz tutuldu, aklımız (İstanbul) başımızdan gitti. Hafızamızın önemli bir kısmını sildiler; fakat rüyalarımızı silemediler! Rüyalarımızı ele geçiremediler…
İyileşir, her şeye yeniden başlarız umuduyla, kötü hatıraları silmek için medet umduğumuz elektroşok tedavileri de (devrimler) her şeyi içinden çıkılamaz hale getirdi. Hafızası olmayan, günü birlik, plansız yaşayan insanların çoğalmasıyla sonuçlandı. Türkiye denilen toprak parçasının sınırları gerçek değildir, derme çatma çitlerden ibarettir. İnsanımız okulda “aydın”landığını, artık karanlıklardan kurtulduğunu iddia etse de, hâlâ karanlıktan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmaz. Çünkü zihinsel gelişimini tamamlayamamış, felsefe tarihi okumayı felsefe yapmak zannetmekten kurtulamamıştır. Daha da vahimi, ikisi arasındaki farkı bilen kişi sayısı, yok denecek kadar azdır. Felsefe tarihi öğrenmek, sokak lambası kadar bile aydınlatamaz yolumuzu.
İBRAHİM PAŞALI

!http://ddervish.blogcu.com dan çalıntıdır!
Okuduğumda Atatürk Kitaplığında İbrahim Paşalı'nın da dinleyici olarak katıldığı Dücane Cündioğlunun Felsefe Okumaları adlı derslerinde dinlediklerimi anımsadım birden...