Ben Ruhi Bey Nasılım
../..
o ben ki
bir kadında bir çocuk hayaleti mi
bir çocukta bir kadın hayaleti mi
yalnızca bir hayalet mi yoksa.
ne peki
yere dökülen bir un sessizliği mi
göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi
işini bitirmiş bir org tamircisinin
tuşlardan birine dokunacakkenki
dikkati ve tedirginliği mi
o ben ki
bir kadında bir çocuk hayaleti mi
bir çocukta bir kadın hayaleti mi
yalnızca bir hayalet mi yoksa.
ne peki
yere dökülen bir un sessizliği mi
göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi
işini bitirmiş bir org tamircisinin
tuşlardan birine dokunacakkenki
dikkati ve tedirginliği mi
../..
[Edip Cansever]
[Edip Cansever]
Bilinç Akışıyla Ruhi Bey'e Nazire
Ansızın doğup ansızın ölen anılarla doluyor içimiz dışımız. Nasıl bir kadın yalnız başına burkulmaktan hıçkıramayan bir iniltiyle doğuruyorsa yavrusunu, öyle doğup ölüyoruz işte biz de her gece. Tohumlar çatlıyor, filiz veriyor, çiçek açıyor ve soluyor, yaprak yere düştükten sonra çürüme başlıyor. Yanılıyor muyum Ruhi bey, yoksa artık çürüme tohum toprağa karıştığında mı başlıyor? Ağlamayı gururuna yediremeyen erkekler yağmurun yağmasını bekliyor ellerini ısırarak. Oysa kadınlar ağladıkça yağmur yağıyor. Adres sorar gibi şaşkın dolaşıyor çocuklar, gidecekleri bir yer olmadığını saklamak istiyorlar oysa. Bir tahta kurusu açtığı tünelin sonuna geliyor ve yüzüne çarpan aydınlık boşluktan tatminsiz, onca yolu bunun için mi teptim diye kendi içinde garip sesler çıkartarak tepiniyor. Eli mahkum o tahtanın içinde doğmuştu. Yaşamak için o tüneli kazması gerekiyordu. En azından geri dönebilecek bir yolu vardı artık. İçinden geçip gittiği tahta, şöminede yanarken geç de olsa buna değdiğini anladı ve gülümsedi, bir kız kurusu edasıyla. Aynı anda Papillion'un komşu hücresindeki adam da kazdığı tüneli bitirmişti ki kendini başka bir hücre içinde buldu. Güler misin ağlar mısın? Onca sene o tüneli kazmasaydı çoktan umutsuzluktan ölmüştü oysa. Bunu kavrayınca acısı azaldı. Hatta karnına ağrılar girene dek kahkahalar atarak ağladı. Başka bir yerde bir konak yıkıldı, yol geçecekmiş yeni yapılan Plaza yakınından, ondan. Gölgesi kanar gibi kaldı ardında. Bahçesindeki zakkumları da söktüler. İyi oldu. Zakkumun sütü pastörize sütle karıştırılıp gizlice ev sahibine içirilecekti yoksa. Şey, ben, Ruhi bey, nasılım? Biri fotoğrafımı çekiyor gibi durup gülümsemek dışında asimetrik gülüşlerim seyreliyor farkında mısınız? Yüzyıllar öncesinde Mısırlı bir adamın taşa kazıdığı şiiri okuduğumda nasıl oluyor da aynı hislerin peşisıra seyirtiyorum? Zamanın sarmallığına andolsun ki aklım ziyanda. Uzayıp kısalan bir tek günler mi sandınız! Bakın hele bir boy aynasına. Uyurken uyandırılmış gibi mahmur geldim mahrum mu gideceğim söyleyin? Ruhi bey, yere dökülen bir un sessizliğiyle kaplamışlar her yanımı. Her takvim bir yaprak ayiniyle, dallarını ileriye uzatma yarışında. Oysa bitkiler yapraklarını döktü çoktan onun ilerleme hırsıyla. Hayır, lütfen, müsade edin kendimi kandırmama, bir günah keçisine ihtiyacım var. Onun yüzünden vakitsizce geçti çocukluğum, turfanda meyvem ve gençliğim hep tufanda. Eskiden, çocukluktan malulen emekli olmadan evvel yani, Araf öncesi, kesilmiştim annemden çünkü sütü ekşimişti erken gelen kardeşim yüzünden. İşte çocukluğum, erken biten hayat sahurumda, eve gelen misafirler-den sadece bazıları- gitmesin diye, ayakkabılarını saklar, kimselerden habersiz duvar saatinin kurmalı aklını karıştırırdım, daha vakit erken deyip otursunlar diye. O vakitler çok yaşar az ölürdüm. Ya şimdi, ben Ruhi bey, nasılım? İşini bitirmiş bir org tamircisinin tedirginliğinde daktilomdan her gün bir harfi söküyorum. Diş çektirmek gibi bir şey. İnsanı gittikçe dilsizleştiren, yere dökülen un sessizliğini aratmayan... Eleğimi duvara asana dek, dilimin altında turunçgiller, sözüm kıvrandıkça ekşirler. Baygın bir dere yatağı ne kadar akarsa o kadar çağlıyorum ben de, özümün gürlememesi bundan mıdır? Ve rica ederim altına saklandığım taşı kaldırmayın lütfen! Bağrına bastığı taşın altında kalan bir ben miyim? "Baygın, hasta ya da cançekişen/ çırparaktan yüzgeçlerimi dip sularında/ ya da yer tahtaları, muşamba, örtük perdelerin kasvetini/ yorgun düşerek taşımaktan/ ve ne çıkar ayırmasam kendimi/ suların büyük içkilere kavuştuğu koylardan." Ben, Ruhi bey nasılım? "Var mıydı bir şeyler bekleyen yüreğimin eskittiklerinden." Bir siz değilsiizn yıkılmış ağacın üzerinde yıllarca oturup bekleyen. Ve bir ben değilim gözleri avına benzeyen avcıya günden güne benzeyen. "Yıllar var ki saklamışım orda ben/ saklamışım anlaşılan/ odasında yapayalnız doğuran bir kadının/ dışa vurmak istemediği/ ya da pek gereksinmediği/ o iniltiyi andıran/ duyurulmayan her şeyi." Doğacak ve doğuracak neyim kaldı, oysa ben de kelebek eli deymiş bir yaprak gibi, kadın eli değmiş bir mutfak gibi, mutazaman doğrulmuştum, anladım ki annem saklamış benden, kendi gölgeme gücenik doğduğumu. Ve yaşadım, yürüdüm böylece. "Bir sese benziyordum sanki, yüzyıllar önce kırılmış bir kemik sesi." Kaynamam, kaynaşmam, daha bir ömür sürecek, Ruhi Bey, nasıl oldu bu anlamadım! "Denizi ilk defa gören çocuğun birden bire yaşlanması gibi" bir şeydi bu, anladım. Ve gidebildiğim kadar gittim ve gidebileceğim kadar daha gideceğim, yere düşen bir un sessizliğinde. "Durunca tren bir istasyonda/ dudakları çatlamış, ateşli, hasta bir istasyonda/ bakıp da her şeyi ilk defa tanıyormuş gibi," turfanda bir tufan daha koparacağım. Tuzla terbiye edilmiş su, ateşle terbiye edilmiş bir demir gibi, her şeyi ilk defa tanıyormuş gibi... Gölgem kanar gibi kalacak ardımda ve bir gün gideceğim. Vasiyetimdir tabutumu seke seke taşıyın ve gömdükten sonra beni, bir gazoz içip, kapağını tren raylarına yerleştirin. Ve ben varacağım yere vardığımda, Tanrı korusundaki tahta kurularını korusun! Ruhi bey, şimdiden merak ediyorum öldüğümde beni nasıl çıkaracaksınız o kuyudan. Sütten kesilen bir bebek gibi çekildiğinde ruhum bedenimden. Kendi tufanım için bir gemim bile yok, verir mi hazreti Nuh'tan ödünç istesem!
{[Dilsizmütercim:Meryem Rabia Taşbilek]}
"-sahi ruhi bey siz nasılsınız ?
-iyiyim, iyiyim." E.C.