Aslından Esinle Sokak Balerini
Baleyi bırakalı çok zaman olmadı. Evet tahmin ettiğiniz gibi insanın başını döndürüyor. Dünyanın hızla döndüğünü ve her an durabileceğini unuttuğunuz zaman da nedense başınız daha çok dönüyor. Çünkü bu unutkanlık insana uçarılık katıyor. Daha neler, gerçekten bale salonunda bale yaptığımı düşündünüz demek ki. Komiksiniz desem de inanmayın, değilsiniz. Ben kim öyle şeylere para vermek kim. Hoş, param olsa da işim olmaz, hele de o kıyafetimsilerle. Sahildeki kayalıklarda akşamdan kalma evsiz arkadaşlarla kahvaltı yaparken öteberinin altına serdiğimiz gazeteden mütevellit genel-geçer kültürümle size demeliyim ki adamın biri vakti zamanında sahneye kostümünün bir kısmını giymeyi unutup çıkmış sonra o zatın sahne kıyafeti bir çığır açmış. Zengin milletinin hatasının kıvırma payı bizim topumuzun ömründe payına düşenden geniş, ne yapalım. Gerçi şu sema dedikleri şey de benim izlerken başımı döndürmüştü. Bir keresinde turistik bir mekanda açık havada denk gelmiştim. İkisine de pek ısınamadım ama en azından mevlevilerin dönerken burunları havada değildi. Durunca nasıllar bilemem.
Ne diyordum, baleyi yeni bıraktım tabii bunda kışın bitmesinin de payı yok değil. Şu yok değil, işten bile değil ifadelerini de bize kıyas mürekkep yalamış arkadaşlardan birinden öğrendim. Hala pek alışamadım ama sizinle konuşurken iyi gider diye düşündüm. Arada bir -binaenaleyh- de serpiştir laflarının arasına diye salık vermişti bana ama nedense bu kelime tarihi hatalarımızdan iç gıcıklayıcı bir varlığın sakızı olarak aklımda kaldığından pek ısınamadım. Herneyse, geceleri havanın soğukluğu kırıldı artık ama yine de sabaha karşı gökte, yere yakın bir yerlerde adını koyamadığım bir ısı çarpışması olmalı, öyle bir kırağı iniyor ki üstümdeki kıyafetler nemden ıslanıyor, gün doğana dek hayli üşüyorum. Allahtan bizim Robinhood koşa koşa yol kenarında “park halinde” yaşayan herkesin önüne sırayla, pat pat pat muhtelif fırınlardan arakladığı sıcak ekmeklerden birer tane atar da içimiz ısınır. Hala nasıl yakalanmıyor şaşıyorum. Sanırım direk fırınlardan değil de dükkan sahibi gelmeden önce market önüne istiflenip bırakılmış ekmek kasalarından tırtıklıyor da ondan. Sadece bir yerden almıyormuş ki dükkan sahibi çok zor durumda kalmasın. Bizde de işler böyle.
Genelde Cankurtaran civarındayımdır, zulada birkaç balıkçı kulübesine ısınmak için girdiğim olur şansım yaver giderse. Aslında kulübedeki arkadaş da bizim sınıf atlamış versiyonumuzdur denebilir. Kendisi balıkçı malıkçı değildir. O kulübede bekçilik yapar genelde. Sabaha karşı buradan ya da başka bir yerden motorla denize açılıp zıpkınla balık avlayan birkaç dalgıç fiyakalı alet edevatlarını, ki onlar ekipman mı ne diyor, soyunup dökünüp orda bırakırlar, bir çay içip şehirdeki kulelerinin yolunu tutarlar. Çok efkarlanırsam ve canım değişiklik isterse yazlık kışlık misali Yedikule’deki yıkıntılara giderim. Talihim yaver giderse önceden tutulmamış bir yere konuşlanır, var olmanın dayanılmaz hafifliğini biraz da orada yaşarım. Yok şansım yaver gitmezse, aman ona da o zaman karar veririm. Ruhum çekmiş gibi cesedim ruhuma bol gelir, içim içimde büzüşür, kendimi nereye saklansa açıkta kalan bir dev gibi hissederim.
Moralim bozulduğunda da seslere karşı çok hassaslaşırım. Şehrin tüm gürültüsü bir yana, en ufak bir yaprak hışırtısı, rüzgarda uçuşan poşetten tutun da kendi nefes alıp verişim bile devasa bir ses çıkartıyormuş gibi beni çıldırtacak hale gelir. Her uğultu, hışırtı sanki başımın içinde durmadan bağrışıp, konuşuyormuş gibi beynimin içinde zonklar. Bu gibi zamanlarda kafamı kayalıklara vura vura ezmek işten bile değildir ama bazen açlık bazen başka başka şeyler yüzünden buna bile üşenecek kadar miskinleşirim. Sonra gözlerimi yumup kendimi bir sokak köpeği gibi hissettiğim bu anlarda, belediye görevlilerinin beni zehirlemeye çalıştıklarına dair komplolarla dolu kabuslar görürüm. Uyanınca yaşadığıma sevinmeli mi yoksa bıkkınlıkla hayıflanmalı mıyım diye kararsızca düşünürken gün yarılanmış olur zaten. Hala yaşadığıma göre herkes gibi benim de iyi kötü alışkanlıklardan ibret bu yaşamı devam ettirecek kadar tatlı bulduğumu anlamışsınızdır sanıyorum. En çok da tanrıdan umut kesmediğimden ve benim canımı nerede almayı planladığını merak ettiğimden bekliyorum. Bu yüzden olsa gerek O da benden umudunu bir türlü kesmiyor. Bu yaşamda gasp edilmiş pek çok hakkıma rağmen bir nefes ve bir nefes daha promosyon veriyor. Arada takışıyoruz ama en azından aramın bozulup düzeldiği bir Rabbim var.
Sanki bir tek hayatı keçi boynuzu gibi çiğneyen ben miyim. Bir farkla ben bir yandan dişimi tırnağıma takarak o kahrolmayası tadın umudu ve teşvikiyle yaşamaya çalışırken, yani zamanı şöyle ya da böyle ayaklarım altında çiğnerken bir yandan da sizin tarafınızdan çiğnenirim. Vakti zamanında bir kitapta okumuştum. Kitabın adı "Karınca"ydı ama aklımda kalan cümlelerden biri sineklerle ilgili. Yazar “Kanatları olmasa insanların iğrendiği bir hayvan olurdu bu sinek.” diyordu. Haklıydı. Ben de kanatları olmayan yahut da sonradan birileri tarafından kopartılıp uçması engellenen bir sineğim. Tek farkımız bazılarınızın parasıyla kattan, arabadan kendine suni kanatlar takıp benim gibilere havadan bakması. Rüzgardan yaratılmış atlar gibi içimizde kişneyen, ordan oraya koşan ruhumuzu çok azınız farkeder oysa. Çoğu zaman hayatın ve insanların görünür görünmez duvarlarına toslamaktan bulaşık teline benzer bir hal alır aklımız. Herkesler anlayamaz dilimizden.
En büyük sosyal aktivitem arada bir Cuma’ya gitmek. Hayatta en öne geçebildiğim tek yer orası. O da cins bir imam ve cemaate denk gelmezsem. Orada iş yerinin çaycısıyla, ayakkabı boyacısıyla yan yana hatta apartman kapıcısının arkasında namaz kılan, secdeye varmaktan gocunmayan birkaç samimi insan görüp hasret gideririm. Uzaktan severim onları, fazla yaklaşmam. Yine sineklerden bahseden yazarın bir kahramanı vardı kitapta. Günün birinde inancımı da kaybetsem sırf apartmanımın kapıcısının ardında o hissi yeniden tatmak için namaza giderim diyordu. Hayata dair bir umut, kendine dair bir kuşku bir yerde ömür dediğin.
Herneyse, gülmek, konuşmak konusunda kendisini zorunlu hisseden, sahip olduğu her boşluğu gürültülü kelimelerle doldurmaya çalışan insanlardan nefret ederim. Ne baktığımız aynalar, ne de kendi davranış ve konuşmalarımız kusursuz birer yansıtıcı değiller. Bazen bilinç altı, bazen bilinç üstü ve bazen de suretin bir kısmı varlığın sadece gölgesini tarif edebilir. Ötesine geçmek içinse kimi zaman sadece göz göze gelmek yetebilir. Çok konuştum. Dünyanızı dünyama az daha ularsanız, kim bilir belki yine karşılaşırız. Hem bu gece dilsiz de buaradaydı, az evvel gitti. Arada gelir böyle sabaha kadar laflarız. Gidip aklımı gıdıklayacak bir şeyler bulmalıyım. Çocukken de gıdık almazdım ben ama nasıl bir şey olduğunu hep merak ederdim. Şükür aklımızı gıdıklayan bir şeyler çıkıyor da arada, bahaneyle gülebiliyoruz.
[Dilsizmütercim: Meryem Rabia Taşbilek-185906122010]
blocgcu yorum arşivinden:
chamdali | 08 Aralık 2010, saat: 08:26
Sil
selam kardeşim
fazla vaktim yok ama çok güzel olmuş yazı en azından bunu yazayım dedim.