[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

1 Mayıs 2012 Salı

İstanbul'da iken yazılmıyor!/İktibas

İstanbul'da iken yazılmıyor!

Nihat Dağlı, İzmir’de ikamet ediyor. Bir müddet İstanbul’a geldi lakin fazla duramadı. Büyük Çamlıca’nın eteklerindeki binadan Avrupa yakasını seyretmek bile yetmedi ona. Tabii ben bu duruma hayret ettim, hatta yüzüne karşı söyledim. Bir seri bahane ile söze girdi. Hâlbuki “İstanbul işte var mı dahası!” demiş olsam bile yüzüme bakıp durdu.

İstanbul’da iken yazamıyormuş. Bahane işte. Ayda bir mi iki ayda bir mi yayınevinin toplantılarına katılmak için geliyor. Bazen de Beylerbeyine, Çengelköy’e kadar yolunu düşürüyor. Yazdıklarına bir isim bulamadığı da rivayetler arasında dolaşıyor. Değişik bir hikâyemsi tadı var yazdıklarında. Nihat Dağlı’ya sorduk bu ne iş, bu işleri nasıl oldu da başına sardın diye. O da söylemiş oldu sağ olsun…

Nasıl bir çocukluktu senin ki?

İnsan ‘ömrün yarısı’nın sonrasına vardığında ve bunu kabullendiğinde çocukluk dönemine doğru bir yolculuğa çıkar, bu dönemle ilgili arkeolojik bir kazı çalışmasına girişir. Okuduğum o kadar ‘yaşantı’ metinlerinde hep bunu gördüm. Son birkaç yıldır benim de yaptığım bu. Kimi yazar ve düşünürlerin yaşantılarına dair yazdıklarını okurken bir şey fark ettim. Benim böyle çerçevesi çizilebilecek, bir bütün halinde hatırlayabildiğim bir çocukluğum yokmuş. Çocukluk dönemime dair arkeolojik kazı çalışması olarak tanımladığım anlatılarımı yazarken şunu yapıyormuşum: Çocukluğumu değil, çocukluğuma dair ‘an’ları ve fotoğrafları hatırlamak… Hatırladığım şeyler; giriş, gelişme ve sonuç kısmı olan bir ‘bütün’ü oluşturamıyor.

Mesela şunlar: Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı Duraklı köyü… 1970’li yıllar… Elektrik yok… Gaz lambasının ışığında geçen gecelerimde kısık konuşmalar, kavak ağaçlarının uğultusu... Gökyüzündeki bolca yıldız ışıldıyor. Evin üçüncü çocuğuyum. Benden sonrasına da birkaç kardeş eklenmiş. Evin nüfusu kalabalık! Sanki ben, yani çocukluğumun bütünü bu kalabalıkta görünmez olmuş. Kuytulara sinmiş o bütünden kimi fotoğraflar kalmış hafızamda. Yitik hazinemin artığı bu fotoğraflarda da ‘ben’imin kimi parçaları yok. Bu fotoğraflara dair yazarken, anladım ki fotoğrafa giremeyen kısımları tamamlamaya çalışıyorum. Benimkisi, Pavese’nin Yaşama Uğraşı’nda kurduğu şu cümleyi doğruluyor: “Biz sadece ‘an’ları hatırlarız.”

Hiç kitaplığım olmadı…

Hatırladığım ve tamamlamaya çalıştığım bu fotoğraflar beni şöyle konuşturuyor:

Paranteze alınmış dillerim ve bir hayatım varmış. O zaman fark etmediğim ama şimdi görebildiğim üç dille kuşatılmışım: İçine doğduğum dil, köyün camisinde sökmeye çalıştığım Elifba ve bir süre sonra okullu olduğumda karşılaştığım Türkçe. Annem ve babam Kürtçe’nin içinde belirmişler. Bir çocuk olarak ben de… Evde yazılı tek metin Allah’ın kelamından ibaret… Elifba temrinlerim küçücük bir parantezle, çocuksu bir dini duyarlılıkla sınırlı kalmış. Yırtılma, dolayısıyla çatışma okula adım attığım gün başlamış. Babam ve annemin bilmediği, benim de içine doğmadığım Türkçe’yi öğrenmek mecburiyetiyle karşı karşıya kalmışım.

Okul dışında Kürtçe konuşanları okulumuzun öğretmenine bildiren bir arkadaşım(ız) vardı. Kısa zamanda Türkçe’yi öğrenmemiz için yapılan bir uygulamaydı bu. Türkçe sadece konuşmaya çalıştığım bir dil değildi, aynı zamanda kendisinde yazmayı öğrendiğim bir dildi. Bu benim için ilkti… Farkında değildik ama içine doğduğumuz gerçekliğin içinde kurmaca bir gerçeklik kuruyorduk. Ve tabii ki, bu kurmacanın gerçekliğimizi paranteze alacağını bilmiyorduk. Okuduğum yazar ve düşünürlerin çocuklukları evlerindeki kitaplıkların gölgesinde ve ışığında geçmiş. Benim ise hiç kitaplığım olmadı. Çocukluğumda şu yazarları okudum diyemiyorum, diyemiyorum çünkü kendisiyle okuyabildiğim bir dilim yoktu. Anne dilim olan Kürtçe ile konuşabiliyordum ama bu dilde bir şeyler okumam mümkün değildi. Yazıdan sürgün olmuş bir dildi annemin dili. Okullu olan ben kendime başka bir dil ediniyordum; kendisiyle okumaya açılabileceği bir dil…

Okuma edimimin öznesi dili edindiğimde artık çocuk değil, gurbette biriydim. İçine doğduğum evden/köyden uzakta bir yurt arıyordum kendime. Tazecik kalbime ağır gelen gurbet hüznüne iyi gelecek bir kuytu… Sonra dile, Türkçe’de yazılmış kitaplara kaçtım, orda bulduğum hikâyelerin yanı başına oturup ağladım.

Çevrenizde sizi yazmaya veya okumaya teşvik edenler oldu mu?

Körebe oyununda gözünü açıp da kimsesiz kalmış biri gibiydim. Çevresizdim! Daha çocuk denecek yaşta anne ve babamdan, doğduğum köyden, mahalle arkadaşlarımdan yoksun kalmıştım. Vardığım yerlerde bir yabancıydım. Ortaokul için Diyarbakır’da teyzemde, lise için de Adana’da amcamda kalıyordum. Kendi başıma düşüyordum sokaklara ve hayata… Her bir şey yabanlığımın altını çiziyordu. Biteviye kendimle kalıyor, içime kaçıyordum.

Böylesi çevresiz kalınca, yaşayıp durduğum içimde bir çevre kurmanın alfabesini hecelemeye başlamıştım. Etrafımdaki insanların yönlendirmesiyle değil, içimin ıssızlığıyla arıyordum. Başka seçeneğim de yoktu. Uzaklarda öğrencisi olduğum okulların derslerine, kitaplarına gömülüyordum. Ve bir şekilde başka kitaplara yolum düşmüştü. Diyarbakır’dan Adana’ya liseyi okumak üzere giden on beşlik tıfılın çantasında Kutup’lar ve Benna’lar duruyordu. Bu kitaplardan zihnime çakılan cümlelerle hayatı okuyor, her seferinde ellerim yana düşüyordu. Durduğum kentin kaotik aurası, dibine kadar yaşadığım gurbetlik hissi, elimden tutup beni hayata iliştiremeyen kemkümlerim, o günlere dair hatırladığım her bir şey hala ağzımda kekremsi bir tat bırakır.

Hapishanemden firar etmeyi o Adanalı kızcağız öğretti bana

İlk okuduğunuz kitap, şiir, hikâye veya yazı; dergi veya gazete?

İyice sıkılmış bir düğüm gibiydim. Acele tarafından, hemencecik çözülemeyecek bir düğüm... Kendimi Adana’nın arabesk filmlerine vurmuştum. ‘Susadım çeşmeye varmaz olaydım’ diyordum. Sabır, şefkat ve ihtimama aç yancağızıma bir Ademkızı düştü bir gün. Kentin kozmopolit lisesinin teneffüslerinde ağır havalara gömülen, gömüldükçe gerilen esmer çocuğa sınıftan arkadaşı bir kızcağız el verdi. ‘Bak bu kitabı çok sevdim’ diyerek elime bir kitap tutuşturulmuştu. Kerime Nadir’in Hıçkırık romanıydı bu. Hıçkırık; ince, narin, şefkatli, merhametli, ihtimamlı bir kadın eli oldu bana. Ben artık çözülmüş bir düğümdüm. Bir dağın zirvesine çıkarılmış, orada bağırarak içimdeki zehri dışarı bırakmıştım.

İlk kez bir roman okumuştum. Adı, sanı, ruhları olan kahramanların etrafında bir hikâye akıyordu. Artık bir yola yazılmıştım. Yancağızıma düşen o iyi kalpli kızdan aldığım onlarca roman bana bir yol olmuştu. Yazarına, ismine, içeriğine bakmadan hep roman okuyordum. Öylece kurtuldum hapishanemden. Derdim ‘yol’suz olmakmış! Yolsuz olunca ‘an’da öylece dikili kalmış(t)ım. Bir romandan diğerine giden bir serazad olunca anladım bunu.

Hapishanemden firar etmeyi o Adanalı kızcağız öğretti bana. Hıçkırık (roman) hapishanemin kilidini çözen anahtar oldu. Hayatın sahici ve hakikatli tarafına geçişim Adanalı kız ile Kerime Nadir üzerinden gerçekleşmişti. Galiba bu yüzden, kadınları erkeklerden daha fazla ‘insan’ görürüm.

Yazma eylemi nasıl başladı?

Bir yere varmak gibi bir düşüncem yoktu, çünkü ben yoktum. Çocuk yaşta maruz kaldıklarımla parçalanmış, bölünmüş, dağılmıştım. Her bir tarafım acı(tı)yordu. Bütün meselem acıtan taraflarımı görmek, onlara şifa olacak merhem bulmaktı. Bunun için okuyordum. Okumalarım buna yarıyordu. Çelimsiz kalmış bünyemin etrafa saçılmış parçalarını bir araya getiriyor, onarıyor, böylelikle bir ‘bütün’ oluyordum. Bir şey olmak değil, sadece ‘ol’mak derdindeydim. Bütünüyle yola/yolculuğa dönüşmüş hayatım hep böyle aktı, beni ‘ol’durmak üzere yaşandı. Niçin okuduysam yazılarım da o yüzden çıktılar.

Adana’da romanlara karışmışken, doğduğum köye, köydeki arkadaşlarıma, anne ve babama uzun mektuplar yazmaya başlamıştım. Acı çeken bir çocuğun, bir arkadaşın çığlıklarıydı mektuplarım. Okumaların eşliğinde çıktığım dağların zirvesinde dışarı bıraktığım bağırmalarımdı, içimde birikmiş zehirdiler. Bir de aklıma askerlik günlerim geliyor. Haki renkli çelikten günlerin zehri onlarca defter doldurmuştu. Uzun uzun yazıyordum defterlere. Tabii ki memlekete gönderdiğim mektuplara ve onlarca defteri dolduran yazılara yazı demiyordum, çünkü ‘yazı’dan haberim yoktu. Düşmemek için okumalara tutunuyor, tutunduğum bu daldan yazılar düşüyordu.

Her gün payıma bir serum bir de kitap düştü

Askere vardığım günün gecesinde katlanamayacağım günlerin beni beklendiğini hissetmiştim. Bir yolunu bulup askerlikten yırtmaya çalışıyordum. Ama olmuyordu, her geçen gün eksiliyordum. Silahtan hep nefret etmişimdir, askerken daha çok nefret ettim. Elime tutuşturulan silahtan çıkan mermiler hedefi bulmuyordu bir türlü. Bu sebeple bana kaldırılmış yıldızlı eller yüzümde patlıyordu. İlk dayağı askerde yedim ve ilk kez bir tugayda hasta düştüm. İki ay bir askeri hastanesinin intaniye koğuşunda yattım. Her gün payıma bir serum bir de kitap düştü. Bunun mükâfatı da üç ay hava değişimi oldu. Hastane günleri ve hava değişim izni bitince tugaya döndüm.

Yüzümde patlayan tokatların sahibi üsteğmenle yaptığım bir konuşma sonrasında tugay’ın girişinde, yani askeriyenin kıyısında durmam kararlaştırıldı. On bin askerin ziyaretçisiyle ilgilenecektim. Bir gün kaldığım nizamiyeye yakınını ziyarete gelen Rıfat Yörük isimli biriyle tanıştım. Terhisten sonra, o gün masamdaki kitap ve dergilerden beni tanıyan bu güzel adamı çalıştığı gazetede ziyaret etmeye başladım. O sıralar Zaman’da haftada bir edebi tatlar veren bir sayfa yayımlanıyordu. Rıfat Yörük ısrarla bu sayfada yazmamı istedi. Ve bir gün o muhteşem hadise yaşandı.

İlk yazdığınız yazı - şiir – hikâye - roman yayınlandığında ne hissettiniz?

Rıfat Yörük’e çocuksu bir metin bırakmıştım. Mevsim bahardı. Bir pazar günü sabahı, erkenden bayiden alınmış gazetenin sayfalarını hızlıca çevirmiş o sayfada durmuştum. Yazımın başlığı, başlığın altında imzam bana bakıyordu. Üzerinize yağmur düşer, arkasından bağrınızda rüzgâr patlar, sonra bir titreme tutar ya sizi, öyle olmuştum. Durduğum yerde değildim artık. Sanki mekânın dışında bir yere düşmüştüm. O gün bayiden aynı nüshadan birkaç gazete aldığımı hatırlıyorum. Gün boyu o sayfaya, yazımın başlığına, başlığın altında imzama bakıp durduğumu… Gizli gizli bunu tekrar ettiğimi…

O günün akşamında yeni bir yazıya oturmuştum. Yazıyı aceleden gazeteye bırakmış, hafta sonunu merakla beklemiş, bu ikinci yazıyı da sayfada bulunca kararı vermiştim: Yazıya devam! Bu böyle devam etti, gazetedeki o sayfanın devamlı yazarlarından biri olmuştum. Yazılar yayımlandıkça yazıların muhtevası da değişiyordu. Gazetenin yorum sayfasına geçmiştim. Büyük laflar eden uzun yazılar yazıyordum. Bir iki yıl sonra yazdıklarımı okuyan insanlarla tanışmaya başladım. Memurluktan istifa etmiş, bir yayın grubunda editör olarak çalışan biriydim artık. Yazılarımın okunduğunu düşünen yayın yönetmenimin arzusuyla yazılarımdan bir seçki oluşturdum. Bu seçki “İzdüşümler” ismiyle kitaplaşınca artık kitabı olan biriydim.

Okumalar devam etti, ediyor; yazılar ve kitaplar da… İzdüşümler’den sonra “Bu Kavga Kimin?, İnsanı Kitaba Çağırmak, Hiçkimseye Mektuplar, Hiç Yoktan İyidir, Elveda Oblomov, Çıkar Sokak ve Sılada Gurbet Tadı” yayımlandı. Yazdığım metinler deneme ve öykü olarak tanımlandı. Doğrusu ne deneme ne de öykü yazmak üzere masaya oturuyorum. İçimde duramadığım bir vakitte dışarı çıkmak istiyor, içimi açıyorum. İçimden dökülenler yazı oluyor.

Ben hâlâ yolda, bir tarafları acıyan, acılarına şifa arayan bir yolcuyum. ‘Anne dilim’ Kürtçe ile ‘ana dilim’ Türkçe arasında bir yeryüzü vatandaşıyım. Sosyolojinin dayattığı kimliklerin ve dünyanın insana vatan olmadığını fark etmiş bir Ademoğlu’yum. İnsan olmak ve insan kalmak derdindeyim.

Nurettin Duman'ın soruları...