[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

18 Haziran 2011 Cumartesi

Basalak Meneviş


Yolcu
"Şimdi" ve "Burada" olmanın kederine karşı çıkmadım.
Dünyada iki kapılı bir han gibi durmanın,
buraya böyle gelmiş olmanın,
geçene yol açmanın, ki içinden rüzgar geçirmenin
ne büyük güç istediğini anladım. Durmanın ne büyük sabır...
İçimde yer yüzü koştukça anlıyorum ki,
bölünmüş bir hatırayım ben
dünyaya dağılan.
Ve şimdi biliyorum, neden, yaş akıyor
atımın sol gözünden. Birhan Keskin
***
İkidir aynı tas çorbayı ısıtıp içemeden soğutuyor dönüp dönüp saksıda solayazmış ve sağa yatmış çiçeğe bakıp duruyor. Çenesinden aşağı inmiş göz yaşları hala kurumuş değil. Rahatlamış gözüküyor. Ama onu tanıyorsam bu pek uzun sürmez. Doktorların beynini gıdıklayıp az da olsa yüzünü çeşitli kimyasallarla güldürmesine izin vermesinden bu yana eskisi gibi ağlayamıyor. Yine de bu izne bir son verdiğinden beri en azından ağız tadıyla ağlamasına yol açacak kimi şeylerle karşılaştığında ağlayamama sorunu da yaşamıyor artık. İçindeki zehre sondaj vurup da bunu başaramamanın sıkıntısı ağlamaktan daha berbat bir şeydir zira. Hatta neye ağladığını bildikten sonra ağlamak güzeldir, nimettir bir yerde. Sadece kimi zamanlar ona yardım ve yataklık edenler bir kızım kötü betimlemeleri hak edebiliyorlar. Bu yüzden ağlamanın tadını çıkarmasına göz yumuyorum. Dokunmuyorum. Eskiden de dokunsanız ağlayacak gibi olduğundan dokunamazdım ona. Her halukarda böylesi durumların bir dokunulmazlığı vardır. Uzaktan uzağa bu hal tercümesini okur bağrıma basarım. Gel birlikte heceleyelim, hıçkıralım mesajını bakışlarında okursam seve seve onu da yaparım elbet. Bütün bunlar bir yana, onun göz yaşları isterse Nili kıskandıracak olsun benim için asla alışılır bir şey değildir. Bilirim ki israf etmez onları. Ağlıyorsa ağlanası bir sebebi vardır.

Bu defa da Majid Majidi’nin filmlerinden birinden küçük bir kısma denk geldi. Çocuklar heyecanla taşıdıkları içi balık dolu varili ellerinden düşürüyorlar. Bütün yol can çekişen yüzlerce japon balığıyla kaplanıyor. Tüm yol kana bulansa bu kadar trajik olur muydu acaba? Filmin bu sahnesinde o her defasında ağlıyor. Çocuklar da ağlayarak birbirlerine bakıyorlar. Sessiz bir istişare ve karar anı mevcut görüntülerde. Filmin bu kısmında sözden çok mimikler tüm ihtişamlarıyla konuşuyorlar. Tam o esnada hıçkırıyor bizimki. Yolun kıyısında üstü açık küçük bir kanal var. Ya üç-beşin derdine düşüp pek çoğunun ölümüne sebep ve seyirci olacaklar ya da sahip olma dürtülerini aynı anda bastırmaya karar kılıp avuçlarıyla yerde çırpınan balıkları kanala doğru elleriyle süpürecekler. Çocuklar henüz bencilliğin ve sahip olma tutkusunun esiri olmamışlar. Aynı anda bir yandan ağlayıp, biryandan da güzelim balıkları kanala doğru süpürüyorlar. Bu durumun tasvirinden satırlar bile nemleniyor. Eminim ki zamanın bizi sürükleyeceği bir kanalda onlarla buluşmayı hak ediyorlar böylelikle. Yine de mecbur kalınmış her tehir gibi can yakıyor.

Pencere önünde oturmuş saksının başında mırıldanıyor; oysa biz kaç varil balığı devirdik hayatımızda, sahip olma ya da hükmetme tutkusuyla kaçını öldürdük ya da kimin küfesinden düştük de hırsları yüzünden can çekişip durduk... Hak vermemek elde değil! Serçelerin Şarkısındaki alt metinleri kısırlaştırmak istemem ama sevmenin şefkatiyle, tutkunun tahrip ediciliğini çok iyi vurguluyor bu kısım. Bizi bıraksalar böyle bir filmin içinde yaşayıp gitsek... O skodanın arkasında söyleyip dursak; yalan dünya, yadıma harden düşüp, o geçen günlerimiz... diye diye sıratı geçiversek şuracıkta. Ama yok ille ki uzun yola hüküm giymişiz. Farkındalıklarımızı, bize öğretilenleri artık unutmak mümkün olmadığından onlar kadar sade ve sahici yaşamak bizim gibiler için lüks olsa gerek.

Peki bizimki neden koca evde bu şavtı kaymış çiçeğin başında durup efkarın suyuna banıp banıp duruyor aklini, ben onu merak ediyorum. Koca ev dediysem lafın gelişi bu arada. Şükür sahip olma tutkumuz arasında böyle bir takıntımız mevcut değil. En azından henüz. Geniş evin hem ısıtması hem de eşyadan ve işlevden yana hakimiyeti zor oluyor. İnsan evin bir yanında hıçkıran biri olduğunda ya da ağlayan duyamıyorsa ne anladım ben o evden. Ruhlarımız birbirine daha yakından değebilsin diye aynı çatılar altında yaşamıyor muyuz biz? İşte şimdi benim anlamadığım da bu evceğizde bizimki bula bula neden ruhunu bu çiçeğin bariyerlerine çarpıyor, onu merak ediyorum ben.

Nasıl etsem nasıl yapsam diye düşünürken, onun hüzün sınırlarını çiğnemeden dikkat radarlarına kelimeye hacet duymadan yakalanıp bu konuda sual etmek için aklıma güzel bir fikir geliyor. Pencere önündeki küçük mavi ibriği kapıp içine su doldurduğum gibi çiçeğin ve bizim çiçeğimsinin yanına varıyorum. Çiçeğe su verirken onun da gözüne el veriyorum. Bir zaman sonra anlamış gibi konuşmaya başlıyor. Bu çiçeği, diyor, ısrarla evde büyütmek istedim. Oysa baştan söylemişlerdi bana, bu çiçeğin bizim evin bu güneş almaz ortamında yaşamasının pek mümkün olmayacağını. Hatta saksıda yaşamaya dayanamadığını. Yine de umud ettim. İşte görüyorsun vaziyeti. Solayazmış, sağa kaykılmış öyle iki büklüm duruyor garibim. Ona sahip olacağım diye şu ettiğime bak. Oysa bir başkasının balkonunda yeşeren varlığından katıksız bir mutluluk duyabilmeliydim. Şimdi benim saksımda can çekişiyor. Majidi’nin Serçelerin Şarkısı’na yeniden rastlayınca bu durum gözümde daha da belirginleşti. İçim burkuldu.

Sonrası bol katmanlı bir sükut. İkimiz de bu düşüncenin ayrı mecralarında seyir halinde çiçeğin yapraklarını okşuyoruz. Ertesi gün çiçeği kaptığımız gibi soluğu denize karşı bir parkta alıyoruz. Güneşli bir mekanı gözümüze kestirip tenha bir demde kaçak gecekondu işçileri gibi tatlı bir telaşeyle çiçeği ekip can suyunu veriyoruz. Anadoluda evlerin avlularına hayat diyorlar ya hani, bu avlu da bizim fideye hayat olsun diye dua ederek ayrılıyoruz bahçeden. Artık bu çiçekle bizim aramızda evdekinden daha sağlam bir bağ oluşuyor. Hayat parmaklarımız arasından kayanlar ve ellerimizle ektiklerimiz eşliğinde devam ediyor. Sırat üzre düşe kalka ilerliyoruz. Birbirimize yaslanmak daha kavi adımlar attırıyor bize. Ta ki ruh kefenimizi soyunup başka bir boyutta daha som bir var oluçla meyvaya durana dek...
Dilsizmütercim001018062011