Teyzeme...
Çocuk:
Eve vardığımda herkes bir garip davranıyordu. Sırtımda hala az evvel ayrıldığım oyunun teri kurumamışken tanımlayamadığım, yabancısı olduğum bu garip eksiklik hissi beni yeniden fakat bu defa soğuk soğuk terletmeye başladı. Bir şey eksilmişti sanki evimizde. Bu yüzden teker teker odalara bakmaya karar verdim. Aslında ilk başta bakmam gereken odanın hangisi olduğunu biliyordum ama eksik olanın ne olduğuyla o odada karşılaşmaktan kortuğumdan gerçekle yüzleşmeden evvel güç kazanmak için kontrol etmeye diğer odalardan başladım.
Bütün güneşlikler açık olmasına rağmen ev gözüme kap karanlık gözüktü. Sanki kalbim neyle karşılaşacağımı çoktan sezmiş, attığım her adımda beni aklımın karşılaşmasına da içten içe biraz daha hazırlıyor gibiydi. Oysa böyle bir duruma asla hazırlıklı olunamazdı... Bazı şeyler yaşanır ve sizi yaşlandırıdı. Aynı şeylerin bunun da ötesinde insanı çocukluktan edeceğini henüz bilmiyordum. Yine de en sevdiğim arkadaşım bu mahalleden taşındığı gün, kimi şeylerin insanı başkalaştırdığını ve gülümsemesini en azından bir müddet zorlaştırdığını anlamıştım. Fakat benim dışımda ve isteğim haricinde olan olayların, içimde bu kadar büyük yer edebileceğini farkettiğimden bu yana tekrar bu kadar büyük bir boşluk ve korkuyu böylesine kuvvetlice yaşamamıştım. İnsanın içi böylesine büyük hüzün çöreklenmelerinden daha kaç tane daha alabilecek büyüklükteydi acaba? İçten içe bunu soruyordum ama aslına bakarsanız öğrenmekten de korkuyordum.
Işık, birazcık ışık dedim içimden. Sonra o odanın kapısında durdum. Aradığım ışığı olmasa da, bulmaktan korktuğum eksikliği bana varlıklarıyla hissettiren kimi sesleri gittikçe çoğalarak duymaya başladım. Birileri kısık sesle ağlıyordu içeride. Etraf daha da karardı sanki. İçeri giremedim. Aradığım her şey, yokluk dahil oradaydı. Anladım. Boş olduğundan az evvel emin olduğum bir odaya doğru yeniden yöneldim. Kalbimin sesini ilk defa bu kadar güçlüce duyuyordum. İçeride bir sincap bağrımı dövüyordu sanki. Elimi bastırıp o sincabı orada ezip bu harareti oracıkta durdurmak istedim. Bunun yerine hiç bir şey yapmadığım halde ellerimin ter içinde kaldığını kapı kolunu çevirirken farkettim. Oysa o odaya girip bu halden kurtulup başka bir hale geçebilirdim. Yapamadım. Bir çeşit saklanbacı tercih ettim çocuk aklımla. Peki beni kim sobeleyecekti? Kaçtıklarım mı? Eninde sonunda buradan çıkacaktım. Yine de en azından biraz zaman kazanabilirdim. Henüz hayatın beni sobelemesi için çok küçük değil miyim Allah’ım, dedim.
Odanın en loş köşesinde yere oturup dizlerimi karnıma doğru çekip bir tespih böceği gibi beni korkutan şeyin geçmesini beklemek istedim aklımca. Fakat bunun geçici bir şey olmadığı dünden belliydi. Yine de bünyem en azından fiziki bir direnç göstermeden edemiyordu sezdiğim evdeki bu eksiklik duygusundan yana...
Dün babamın yakın arkadaşları bizim eve gelmişlerdi. Bana tahta bir oyuncak getirmişler. Karmaşık parçalardan kimi tanıdık figürler yapabiliyorum onunla. Karmaşık şeyleri sevdiğimi onlar da anlayacak kadar bizim eve gelip gidiyorlar sizin anlayacağınız.
Babam yatakta uzanmış onlara içinde bana bakarkenki halinden parçalar olan bir bakışla bakıyordu. Sevgiyle ve sanki yanlarındayken bile özlercesine. İnsanların birbirlerine bazen gelecek zamanların özlemlerini de bakışlarına katarak baktıklarına daha önce de rastlamıştım. Fakat bakana aşinalığımdan mıdır bilmem bu kadar içime dokunanıyla düne kadar karşılaşmamıştım. Misafirler babamla konuşurken uzun boylu ve aralarından en sık gördüğüm amca ben babamın yatağının tahta kısmına ağzımı dayamış ona bakarken başımı okşayıp durdu. Garip garip gözlerime bakıp bir şeyler söylemek istedi ama sonra vazgeçti sanki. Herkes uzun bir yoldan gelmiş de konuşacak hali kalmamış gibi yorgun argın duruyordu.
Bir ara odadaki sessizliğin artmasından sıkılıp babama:
-Baba biliyor musun bu gün saatler geriye alınıyor, dedim.
Babam arkasında üstüste yığılmış yastıklardan uzaklaşıp biraz doğrularak elini uzatıp beni yanına çağırdı. Sanki orada sadece ben varmışım ve yıllardır aramızda geçen tek diyalog o an yaşadıklarımızmış gibi hissetmeye başladım tüm bunları yeniden hatırlarken. Ona daha da yaklaştım. Kollarımın yardımıyla yatağa tırmanıverdim bir anda. Avuç içlerini başımın arkasında dolaştırıp boynumu sıvazladı ve vücudumu ensemden kendi başına doğru çekip bana sevgiyle bakarken: “Evladım zaman asla geriye çekilmez. İnsanlar kendilerini kandırırlar ancak. Vakit asla geriye alınmaz,” dedi.
Sanki kendi dolmakta olan vaktinden bahseder gibiydi. İşte tahminim yüzden o odaya giremiyorum şimdi. Ayaklarımı karnıma doğru bastırmış, içimden “biri eksilmiş sanki bu evde bugün” deyip ağlarken biri hıçkırıklarımı duymuş olacak ki odaya girip beni kaldırıverdi. Elimden tutup lavaboda yüzümü yıkıyor. Neden ağlıyorsun demiyor. Dese ağlanacak bir şey olmadığına inandırıp kendimi, susarım belki. Demek eve gelir gelmez farkettiğim o ekslikliği onlar kendi gözleriyle görmüşler. Bu gün herkes birbiriyle kelimelere ihtiyaç duymadan konuşuyor. Bunu ancak ortak bir sevinç ya da acı sağlayabilirmiş gibi geliyor bana. Ve şuan ikincisi bana daha makul geliyor. Gel seni parka götüreyim, diyor. Sesimi çıkartmıyorum. Koşup annemle babamın odasına gidecek halim kalmamış. Sonradan ya gitmediğim için pişman olursam diye düşünecek yaşta da değilim sanırım. Gidemiyorum...
Artık eminim bu evden babam eksilmiş! Babam haklıymış saatler geriye alınamazmış. Olmakta olan olmaktaymış...
Anne/Kadın:
Bu gün onu toprağın kollarına emanet ettikten sonra ilk dışarı çıkışım. Fazla ileri gidemem. Mecalim yok. Kapının önünü süpürebilirim belki. Evet hala kapı önü süpürülebilen bir semtte yaşıyorum. Evimin çatısı üzerime yıkılmış, ben kapının önünü tozutacağım. Ne kadar anlamsız görünüyor gözüme aslında. Yine de biraz gün ışığı belki her şeyi siyah beyaz görüyor olmamı biraz azaltır, belli mi olur?
Ne kadar zamandır elimde bu çalı süpürgesiyle kapı önünde dikiliyorum bilmiyorum. Komşulardan biri yaklaşmış bana doğru geliyor. Başım o kadar ağır ki en azından iyice yakınıma gelene dek işimi biraz kolaylaştırmak için başımı önüme eğip topladığım birkaç çer çöpü zayıf kol darbeleriyle biraz daha birbirine yaklaştırıyorum. Sanırım taziyede bulunacak. Ama zaten daha önce evde ziyaretime gelenler arasında değil miydi? İnsanların sizin acınızı gerçekten hissedebiliyormuş gibi yapmalarını iyi niyetlerini düşünüp ilk bir kaç gün kaldırabiliyordum ama bunun ardı arkası kesilmiyor. Sanırım acımızı paylaşmak için değil de size hatırlatmak için bunu yapıyorlar diye düşünmeden edemiyorum şu sıralar. Sonra da kendimden utanıyorum.
Başımı kaldırıp asimetrik, buruk da olsa bir gülümseyişi yüzüme iliştirmeye çalışıyorum. Yapmacıklıkta hiç iyi değilim. Amacım da bu değil zaten. Asık suratlılığı bünyem kaldırmıyor. Yine de eskiye nazaran daha nötür bir duruşum var. Hüznümü kendime saklıyorum. Ki o herkesle paylaşılmaz. Yanıma geldiğini ayaklarını sürümeyi kesmesinden anlıyorum. Gözlerimin müzmin buğusuna nazaran kulaklarımın uğultusu daha az zira...
Başımı kaldırdığımda hafifçe bir ses tonuyla selamlaşıyoruz. Gözlerimin içine bakmaya özellikle özen gösteriyormuş gibi bir hali var. Nedense duruşunu açıklanması pek mümkün olmasa da hiç hayra yormuyorum. Ağzını açıp şöyle dediğine, kulaklarımla beynim arasındaki gel gitlerin birkaç defa sağlama yaptıktan sonra emin olabiliyorum.
-Ne o, dünür mü geliyor komşu? Biraz acele etmiyor musun?
Zamanı geriye alabilsem az evvel, şu anı yaşamadan içeri doğru yönelmiş olmayı ne kadar çok isterdim. Burun deliklerim genişliyor. Birden gözüme temiz ve toplanması gereksiz gözükmeye başlayan çöplerde sabitleyip bir müddet güç toplamaya çalışıyorum. Cevap vermek için değil elbette, hareket edip uzaklaşmak için...
Son bir kez gözlerimi onun gözleriyle buluşturup canımı yeterince acıtamadığını göstermek istiyorum. Gerçekten canım çok acımıyor. Hissettiğim şey daha çok büyük bir hayret. O kadar ki içimde saniye saniye tekrar duyduğum cümleyi hatırladıkça kabaran hayret atmosfere yeni bir tabaka katacak sanıyorum. Nefes alamadığımsa bir muhakkak. Sessizce eve doğru yöneliyorum. Kendimi kapıdan içeri atıp en yakın duvara yaslanıyorum. Duvarlar... Ne kadar da şefkatlisiniz insan omuzlarının yanan dönerliğine göre...
(İnsanlar guguk kuşlu duvar saatlerine benziyorlar gözümde. Vakti geldiğine hepsinin içinden ya sahici birer guguk kuşu ya da yılanlar, tilkiler, kurtlar, atmacalar, akbabalar çıkıyor. Elbet bu hayvanların bir suçu yok ama sorun insanların içinden guguklu saatten çıkar gibi birden karşınıza muhatap alınan insanın yerine çıkmalarında. Asıl üzücü olansa uzun zaman saat başlarında vakti tutturamadığımızdan onlara vakitlice denk gelemeyişimiz. Elbet bizce zahiren en kötü insanların bile belki vaktini denk getiremediğimiz kimi demlerde içlerinden nice sevimli güzel yaratıklar guguklu saatin içinden çıkıyormuşcasına gün yüzüne çıkıyorlardır. Her iki durumda da geç kalmak pek kötü.)
-Oysa ben ayakkabılarını koyduğu yeri bile seviyordum.
Komşu Kadın:
Canını yakmak istedim. Ne zamandır bekliyordum, bu güne kısmetmiş. Artık dayanamadım. Bundan daha güzel bir zamanlama da olamazdı zaten. Sahip olduğu her şeyi kıskanıyorum onun. Onun kaybettiklerinden arta kalan bile benim sahip olduklarımı ezip geçiyor. Ölmüş kocasının ardında bıraktığı boşluk bile benim hayatımdaki tüm -var-ların içimde açtığı boşluktan daha çok yer kaplıyor şu dünyada.
Ne zamandır yutkunuyorum ama canıma tak etti. Günler geçti hala kocasının ayakkabılarını bile kapının önünden kaldırmadı. Nasıl olur? Nasıl? Ben eve her dönüşümde kapının önünde benimkinin ayakkabılarının orada durduğunu gördükçe her şeyi yakasım geliyor. Ama ne onun ne de kendi ayakkabılarımı oradan kaldırmaya gücüm var. Oysa o, duvarları üzerine yıkılmış olması gereken evinin eşiğinde hala ölen kocasının ayakkablarını kaldırmadan çıkmış kapı önünü süpürüyor. Buna daha fazla katlanamadım. Canını acıtmak istedim. Benim varlarım onun yoklarıyla bile eşit değil, nasıl olur. Ayakkabılarını koyduğu yeri bile sevebilir mi bir insan sevdiğinin? Onun hayatındaki göçük bile, benim hayatımdaki tüm -var-ların içimde açtığı boşluktan daha çok canımı yakıyor. Neden?
Dilsizmütercim020602072012
*resim: Nuri İyem