Adnan Menderes ve İstanbul denildiğinde
hepimizin aklına ilk olarak Vatan Caddesi gelir. Bugün artık sıradan bir
cadde işlevi görse de uzun yıllar Menderes’in şehircilik konusundaki
öngörüsünün tezahürü olarak anıldı Vatan Caddesi…
Hikâyeyi bilirsiniz yapıldığı dönemde
genişliği sebebiyle “Uçak mı indireceksiniz?” şeklinde müstehzi sorulara
muhatap olmuş ama İstanbul büyüdükçe ne kadar öngörülü bir proje olduğu
fark edilmişti. Yıllarca meseleye uzun yollar, büyük caddeler, geniş
sahil yolları olarak baktık; bu imar operasyonlarında İstanbul’un tarihi
yapısında nelerin kaybedildiğini hiç önemsemedik.
Menderes dönemindeki imar operasyonları,
İstanbul’u kuşkusuz büyüten ve geliştiren projelerdir. Ama büyüklükle
birlikte İstanbul’un özellikle tarihî anlamda bir kaybediş yaşadığı da
gerçek. Mimar Burak Boysan, babası Aydın Boysan ile birlikte kaleme
aldığı “İki Nesil Bir Şehir” kitabında, sadece Aksaray Meydanı’nın yakın
çevresi açılırken cami, medrese, çeşme ve hamam gibi 29 tarihî eserin
yok edildiğini belirtiyor. Bu sayıya konak gibi sivil mimarî eserlerle,
havra ve kilise gibi gayrimüslimlere ait tarihî binaların dâhil
olmadığını da ekleyerek. Yine Prof. Dr. Semavi Eyice, Menderes dönemi
imar hareketlerini değerlendirirken Atatürk Bulvarı’na kurban giden Baba
Hasan Alemi ve Oruç Gazi Camii’nin de keyfî yıkıldığı notunu düşer.
Kitaptan o dönemle ilgili iki anekdot
daha hatırlatarak; günümüzü niye o günlerden yorumlamaya çalıştığıma
geleyim. İlki şu: Adnan Menderes, 1957 seçimleri öncesi Doğu
Karadeniz’de yaptığı seçim konuşmalarında çay veya fındık fiyatından çok
İstanbul’un imarını anlatır. İkincisi ise, Menderes’in İstanbul’un
imarını bir anlamda ‘takıntı’ haline getirdiğinin resmi: Bağdat dış
gezisi sırasında gece yarısı arayıp, “Düşündüm de, Mısır Çarşısı
karşısındaki binayı yıkmaya karar verdim, hemen istimlâk muamelelerine
başlayın.” diyebiliyormuş.
Bu durum size tanıdık geldi mi? Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan da geçtiğimiz seçimlerde Diyarbakır başta olmak
üzere birçok başka ilde İstanbul için hazırladığı planları anlatıyordu.
Bu dönemde Marmaray gibi önemli projeler yapıldığını göz ardı etmiyorum
lakin adım başı bir AVM inşaatının olduğu İstanbul’un 50′li yıllardan
sonra ikinci kez bir şantiyeye döndüğü de ortada. Kanal İstanbul, Taksim
Planı ve Çamlıca’ya cami… Bu dönemin İstanbul’la ilgili üç büyük
projesi. İstanbul’un üçüne de aslında acil bir ihtiyacı yok; ve üçü
olmadan da zaten yeterince önemli bir şehir. Başbakan Kanal İstanbul’u
ilk duyururken, “Biz de ülkemiz için hayaller kurduk. Her bireyin özgür
yaşayabildiği bir ülke hayali kurduk. Paylaşmanın ve dayanışmanın
hayalini kurduk.” dese de; demokrasilere yakışmayacak bir şekilde
‘tepeden’ karar verilen ve kamuoyunun ‘tartışmak’ lüksünün bile olmadığı
projeler. Çamlıca anıt camisinin konuşulduğu bugünlerde sesinizi
olumsuz olarak çıkarmanızın ‘cami karşıtlığı’na indirgenmesi an
meselesi.
TARİH’E İZ BIRAKMAK DERKEN…
Tekrarlamak gerekirse bu üç projenin
ortak noktası; iktidar ve ego üzerine bina edilmeleri. Üsküdar Belediye
Başkanı Mustafa Kara, Başbakan’ın kendi dönemiyle ilgili tarihe iz
bırakmak düşüncesiyle Çamlıca’ya alışveriş merkezleri, televizyon
antenleri ve yeşil alanların olduğu büyük bir cami yaptırmak istediğini
belirtiyor. Başbakan’ın dilinde ise; İstanbul’u cazibe merkezi, dünyaca
ünlü bir şehir yapmak gibi istekler var. Tarihe iz bırakmak ile kendi
döneminin izini bırakmak arasında ince bir çizgi var. İstanbul bu
haliyle, yani tarihi yarımadası, boğazı, su kaynakları, bitkileri,
zamana direnen korularıyla gökdelenlerden gölgelenmemiş tarihi
siluetiyle korunabilirse; 2B uygulamalarıyla yapılaşmaya ve haksız
rantlara açılmasa tam anlamıyla ‘tarihsel’ bir iz bırakılmış olacak. Ama
amaç tarihe iz bırakmak yerine kendi döneminin izini tarihe not düşmek
ise; bahsettiğimiz üç proje -İstanbul’a ve İstanbullulara rağmen
yapılıyor olduklarını düşünürsek- tam da ‘zamanın ruhu’na uygun düşecek
projeler. Çünkü bu dönemle ilgili yarının hafızasına kalacak olan büyük
ihtimalle “şantiye İstanbul” olacak.
Bugün halen medeniyetimizin timsali
olarak gördüğümüz ve ancak başarısız kopyalarını yaptığımız Mimar Sinan
döneminin hâkim kodlarında, bu zamanın ruhunun tersine, gerçek bir
paylaşım ve muhatap alma eğilimi vardı. Meşhur hikâyeyi hatırlayalım:
Süleymaniye’nin yapımı sırasında birçocuğun minarenin eğri olduğuyla
ilgili söylentilerini işiten Mimar Sinan halat yardımıyla çocuğun ‘tamam
düzeldi’ demesine kadar minareyi çektirir. Soranlara ise cevabı nettir:
“Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını, ama çocuğun kafasındaki
‘minare eğri’ intibaını da öyle bırakamazdım. Bu yönteme başvurdum ki
çocuğun kafasındaki ‘eğri’ kanaati silinsin. Yoksa her yerde çocuk
aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu
şeklinde bir inanç yayılırdı.” Çamlıca’ya yapılacak cami için
görevlendirilen mimarın içinde “en büyük, en yüksek, en iddialı”
kelimelerinin sık sık geçtiği röportajını okuyunca Cemal Süreya’nın,
“bütün mimarlar yüksek, mühendisler de / bir sen kaldın alçak mimar ey
Sinan usta!” dizelerini hatırlamamak mümkün değil.
Projelerin detaylarına baktığımızda
keyfiyet hali daha da ortaya çıkıyor. Mesela Taksim projesinde ana
hedef, meydanı yayalara açmak. Taksim şu anda sadece İstanbul’da değil,
muhtemelen Türkiye’de ve hatta yakın coğrafyada meydan denince ilk akla
gelen yer. Her şeyin meydanı, siyasi taleplerin de, kültürel
etkinliklerin de, sivil organizasyonların da, gündelik buluşmaların da.
Bu durumdaki bir meydan, güya yayalara
açılmasının sağlanması için baştanbaşa tünellerle bölünecek. Çağdaş
planlamacılık açısından şehir merkezlerinde tünel uygulamalarıyla ulaşım
sorununun çözülmediği açıkça ortada iken, Gümüşsuyu, Sıraselviler,
Mete, Tarlabaşı ve Cumhuriyet caddeleri dâhil olmak üzere 7 ayrı
noktadan; derinliği on metreyi, uzunluğu yüz metreyi bulan devasa
yarıklar açılacak ve dalış tünelleriyle meydanın altına girilecek,
yüksek istinat duvarları yapılacak, kaldırımlar servis yoluna dönüşecek
ve muhtemelen Gezi Parkı yok olacak. Yürüyerek Taksim’e çıkmak ise
neredeyse imkânsızlaşacak. Zaten meydan olarak kullanılan bir alanı
durduk yerde yayalara açmak amacıyla yayanın giremeyeceği bir hüviyete
bindirmek… Maliyet ve çevreye verilen tahribat ve rahatsızlığı
hatırlatmaya bile gerek yok! Kısacası İstanbul için İstanbul’a ve
İstanbullulara rağmen diyebileceğimiz bir uygulama. Bu durum Kanal
İstanbul ve Çamlıca Camisi için de geçerli.
‘BÜYÜK OLSUN, BİZİM OLSUN’
Birikim Dergisi, 270. sayısını “İnşaat
Ya Resulullah” kapağıyla İstanbul başta olmak üzere bütün Türkiye’yi
şantiyeye çeviren bu duruma ayırmıştı hatırlarsınız. Dosya, Tanıl
Bora’nın, “Türk Muhafazakârlığı ve İnşaat Şehveti – Büyük Olsun Bizim
Olsun” başlıklı yazısıyla başlıyordu. Bora yazısında, Mimar Turgut
Cansever’in Antalya’da Roma döneminden kalan Hadrian Kapısı’nı gölgede
bırakacak bir cami yapma derdindeki dernek yöneticileriyle yaptığı
görüşmeyle ilgili tanıklıklarını şöyle hatırlatıyordu: “Bir kültürün
yüceliği konusunun bir ölçü sorunu olmadığını telkin eder. Hadrian
Kapısı orada var ise oraya yapılacak yeni bir binayı onun varlığını da
hesaba katarak tasarlamak gerektiğini anlatır. Tüm çevreyi, iklimi,
ışığı, her şeyi hesaba katmak lazımdır ve görkemi, yüceliği büyüklükte
aramamak lazımdır.”
Cansever’in perspektifiyle yukarıda
zikrettiğimiz projelerin arasında bir uçurum olduğu kesin. Oysa bu
pencere, tarihe iz bırakmak derdinde olan muhafazakâr iktidarın en büyük
ihtiyacı. Dillerinden düşürmedikleri İstanbul’la ilgili duruşlarının
‘korumak, hafıza’ gibi kavramlardan çok ‘kopya, çoğaltmak, yaparken
yıkmak’ gibi kavramlara tekabül ettiğini görmeleri ve mümkünse
İstanbul’a karşı gerçek anlamda muhafazakâr olmaları gerekiyor bana
kalırsa. En büyüğün, en haşmetlinin sıkça zikredildiği bu günlerde E.F.
Schumacher’in ‘küçük güzeldir’ tezini hatırlatmadan da geçmeyelim. Malın
değil insanın öncelendiği bir ekonomik modeli hatırlatıyor Schumacher,
“Önceliği İnsana Veren Bir Ekonomi Anlayışı” alt başlıklı kitabıyla.
Kazanmak üzerine kurulan bu düzen evet bir anlamda gelişmişliği sağlasa
da; aslında göze batan bir ekonomik verimsizliğe, çevre kirlenmesine ve
insanlık dışı çalışma koşullarına neden olduğu da kesin. Zaten bütün bu
tartışmalarda ıskaladığımız en önemli konu; insanın ve doğanın
biricikliği…
Emine Uçak Erdoğan