[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

20 Temmuz 2012 Cuma

Kasyun ve Zorba



Hayat çok garip, insanlar, yani biz... Sürekli evrenin ahengini bozma teşebbüslerimiz kendi paçalarımıza dolanıyor. Erkek kardeşlerimden küçüğü sınırında Suriye'den gelen yaralılarla ilgileniyor ve Suriye'den birkaç yıl evvelki okul arkadaşlarından kimi yaralıların Türkiye'ye geçmesi için irtibat kurmaya çalışıyor. Kendisinden şu sıra düzenli haber alamıyorum ama inşallah hem kendisinin hem de muhatap olduğu insanların hayrına vesile olur oradaki varlığı, ne diyeyim. Diğer erkek kardeşim de sonunda başka bir tatsız vesileyle de olsa memlekete döndü. Az evvel telefonda görüştüm, okul arkadaşlarından birinin aldığı yara sonucu ayağını kesmişler. Bir diğer arkadaşı de dün Şam'da ailemin döşediği eşyaları içinde bırakarak ayrıldığı kiralık evde evlenmiş. Hayat çok garip, insanlar, yani biz...
ilk ağızdan edindiğim bilgilere göre, beş gün evveline kadar Şam'da hayat tüm prüzlerine rağmen bir nebze akışa sahipmiş. Beş gündür benim gittiğimde şehre ve gün batımına bakmak için tırmandığım çıplak kayalıklardan oluşan Kasyun dağı dahil her yerden sivil halkın üzerine füzeler yağdırılıyormuş Şam'da bile. Birkaç yıl evvel akşam vakti Halep'te bulunan tarihi kaleye çıkıp şehri tepeden temaşa ettiğimde beldenin garip bir şekilde normal akışında bile sanki bombalanmış da dumanlar içinde can çekişiyormuş gibi durduğuna şahit olmuştum. Şimdiki halini tahayyül etmek bile istemiyorum. Sanırım Esad'ın yakın adamlarının öldürülmesinin ardından zalim yönetimin sivil halka tutumu panikle daha da hırçınlaşacaktır. Ortalığı dumanlar kaplamış, bir mahalleden bir mahalleye geçilemiyormuş.

Gücü elinde tuttuğunu, dünyaya malik olabileceğini sanan zavallı insan-lar ne kadar da alçalıyorlar her yerde farklı formlarda. Dünya çok garip bir yer... Elden pek bir şey gelmiyor. Ben de tüm bunlar olurken oturdum buruk bir halde de olsa tüm ironikliğiyle, Zorba romanından 1964'te uyarlanmış ve yarım kalan filmi izledim. Hayat bu kadar kana bulanmışken yaşamın bir akışa sahip olması yutkunmakta zorluk çekmeye sebep olsa da, pek çok defa yine de yutkunuyor insan. Gerçi yaşamı alışkanlık olarak idame ettirmeye bir türlü ayak uyduramıyorum. İstemiyorum da tam anlamıyla bunu. Biliyorum bu yaşamak sancısı ölene dek geçmeyecek. Ki bu da her gün aynı buhranı dün hiç yaşamamış gibi taze soulumak demek. Buradaki yersizlik hissinin ve buna rağmen burada olma halinin, ettiğimiz şahitliklerin, bize dair edilen türlü şahitliklerin hazmı farkındalıktan çok sonra gelen bir şey. Bunu hazmetmek Dünya denen gölgelikte kavrulurken bile bir iç serinliği veriyor kimi insanlara. İşte o demleri içimde sessizce demlene demlene beklemekten garyı ilacı da yok bu halin. Derdimiz de dermanımız da kaynağı tek olsa da ham maddesini yaşamdan, insanca yaşamaktan alıyor. Bu yüzden yaşama mütevazice müdahil olup, mayalanmak için sebat göstermek gerek sanırım... Elinden kötülük değil de ya da daha çok iyilik gelen bir insan olmaya çalışmak... Bu üçgenin iç açılarının toplu anca buna eşit azizim...

Az evvel bahsettiğim Zorba filminden kısa bir anektod ilave edersem güzel olacak.

Bir de filminde Anthony Quinn döktürmüş, adı zikredilmese asla tanıyamazdım.

İçime dokunan pek çok sahne mevcut ve kanaatimce kitap uyarlamaları da şiir besteleri gibi riskli de olsa pek güzel kotarılmış. Filmde insanların şehvetle, hatta tensel şehveti bile bastıracak şekilde kan döktüğü bir sahneden sonra:

İnsanlar neden ölür ki, anlat bana? diyor Zorba...

Basil, bilmiyorum diye cevap verince de,

"O kahrolası kitapların ne işe yarıyor, sana bunu anlatmıyorlarsa hangi haltı anlatıyorlar?" diye veryansın ediyor.

"Onlar bana seninki gibi sorulara cevap veremeyen adamların ıstırabını anlatıyorlar." yanıtını alınca da:

Onların ıstırabına tüküreyim..." cümlesi kulaklarımızda çınlıyor. Al benden de o kadar Zorba... Aslında bunu bir yazarın kendi kitabında zikretmesi ise ayrı bir çaresizliğin meyvesi. Çaresizliğimizin meyveleri bazen tadından yenmiyor. Filmin son sahnesi Dünya'daki yıkımlara, çöküşlerimize dair insanın duruşunun nasıl olması gerektiğini çok kıvamında ifade etmiş... Romanın aslından alıntılayacağım kısımla da hayli örtüşüyor:
***
"Yabanıl bir çam ağacında, bir sabah, tam içerdeki canın dışarı çıkmak üzere kabuğunu çıtlattığı anda, bir kelebek kozasını nasıl görme fırsatını elde etmiş olduğumu hatırladım. Bekliyor, bekliyordum; o ise gecikiyordu; benim de işim vardı... Bunun için ona doğru eğildim, soluğumla ısıtmaya başladım. Onu sabırla ısıtıyordum. Mucize benim önümde, doğal hızından daha hızlı oluşmaya başladı; kabuğun hepsi açılıp kelebek göründü. Ama ben, heyecanımı asla unutmayacağım: Kanatları kıvrıntılıydı ve açılmamıştı, bütün vücudu titriyor, kanatlarını açmaya çalışıyor, ama beceremiyordu. Bense ona soluğumla yardımcı olmaya çalışıyordum. Ama boşuna. Onun, güneşte sabırla olgunlaşmaya ve açılışa gereksinimi vardı; şimdiyse, artık vakit geçmişti. Soluğum kelebeği, yedi aylık çocuk gibi vaktinden önce, daha buruluk bir halde dışarı çıkmaya zorlamıştı. Olgunlaşmamış halde çıktı, umutsuzca kımıldadı, biraz sonra da avucumun içinde öldü. Kelebeğin bu tüylü iskeleti, sanırım ki, bilincindeki en büyük ağırlıktı. Ve işte bu gün, ta derinden anladım: Yüz yıllık yasaları oldu bittiye getirmek öldürücü bir günahtır: Ölümsüz uyumu güvenle izlemek insanın borcudur." Nikos Kazancakis/Zorba/Sf:126