Öykü finallerindeki Capote ve O. Henry tarzıyla göze çarpan
öykücü Emine Batar ile öyküsü, yazarlığı ve meşguliyetleri üzerine
konuştuk..
Güncelleme:
10:00, 22 Ağustos 2012 Çarşamba
Son bir yıl içinde Yedi İklim ve Hece Öykü dergilerinde yayımlattığı öyküler ve incelemeleriyle adından söz ettiren, öykü finallerindeki Capote ve O. Henry tarzıyla göze çarpan öykücü Emine Batar ile konuştuk.
Büyük hikâyenin içinde Emine Batar’ın hayat hikâyesini kendi cümleleriyle dinleyerek başlayalım.
1977 Malatya doğumluyum. Malatya’da yaşıyorum. Öğretmenim. Ama bana göre bunlar kendimi tanıtmak için ne yeterli ne de önemli bilgiler. Aslında kendimi anlatacak fazla cümlem yok. Ruhlarımızın benzerliğinden dolayı sağlam dostluklar kurduğum insanlar var, ben de kendimi onlarda tanıyorum. Bunun yanında ağaçlara derin bir sevgi besliyorum. Belki de bu yüzden biraz onlara benziyorum. Çünkü kimi/neyi seviyorsak ona benziyoruz.
Yaşamın en çok sessiz anlarında huzur buluyorum. İç ses bütün seslerin süzülmüş halidir, durudur, huzurludur ve hep biraz hüzünlüdür. İç sesimi duymak için kalabalıklardan çoğu zaman kaçıyorum. İşte bütün hayat hikâyem bu.
Malatyalısınız. Malatya edebiyat alanında sizin için nerede?
Malatya, önemli devlet adamları ve sinema sanatçıları yetiştirmiştir. Ama edebiyat alanında istenilen düzeyde ismini duyuramamıştır. Son yıllarda bu durağan çizgi az da olsa yukarı doğru çıkmaya başladı. Valilik okullarda okuma kampanyaları başlattı. “Yazar Okulu” açtı, burada yazarlık konusunda yeteneği olan öğrencilere yazım yetenekleri doğrultusunda eğitim veriliyor. Malatya Valisi Doç. Dr. Ulvi Saran’ın himayesinde “Malatya Okuyor” kampanyası kapsamında; “Askıda Kitap”, “Cezaevi Okuyor”, “Biz Okuyan Aileyiz” projeleri yoğun bir şekilde sürdürülüyor. Ödüllerle desteklenen bu projeler, Malatya’da kitap okumayı her kesimden insana sevdirmeyi hedefliyor.
Ayrıca kitap ve tiyatro günleri etkinlikleri düzenlendi. Kitap günleri etkinliği kapsamında çeşitli yazarlar ilimize gelerek konferanslar verdiler. Geçen yıl “Malatya Okuyor” kampanyasında okuma rekoru kırdık. Tabi bunlar istatistikî göstergeler. En azından teşvik açısından faydalı. Bundan birkaç ay önce Malatya’nın ilk Ulusal Kitap Fuarı açıldı. Fuara birçok edebiyat insanı davet edildi, söyleşiler düzenlendi. Fuarda Rasim Özdenören ve Sadık Yalsızuçanlar ile tanışma fırsatı buldum. Kendileriyle kısa sohbetlerimiz oldu. Malatya’da edebiyatla ilgili bundan sonraki süreç daha verimli geçecek diye ümit ediyorum.
Öykü serüveninizle devam etsek… Nasıl başladınız öyküye? İlk öykünüz nerede ne zaman yayınlandı? Sizi öykü yazmaya iten saikler nelerdi?
Aslında ilk, şiir yazarak başladım. İlk şiirimi on bir yaşımda yazmıştım. Çekingenliğim ve içe dönük yaradılışım bana yazıyı sevdirdi ve kendimi yazıyla ifade etmenin yolunu açtı. Ama şiirlerimin hiç birini hatırlamıyorum. Onları korumadım, yazdığım yerde bıraktım. Kaybolup gittiler. Sonra hayatın telaşı içinde durmadan koşuşturanlara karıştım. Yazıdan uzaklaştım. Birbirine benzeyen insan kalabalığında herkesin duyduğu endişeleri, sevinçleri duymanın kolaycılığında silikleştim. Kendim bile artık kendimi seçemiyordum. Kalabalıklara benzemek böyledir, kendiniz diye bir şey kalmaz, herkes vardır ve siz o herkesin içindesinizdir.
Ama çocukluğumda, büyüklerden dinlediğim veya kitaplardan okuduğum hikâyeler zihnimde hep kayıtlıydı. Onları kendi kendime değiştirerek anlatırdım, yani hikâyeden yeni hikâyeler çıkarırdım. Bundan üç-dört yıl önce deneme yazmaya başladım. O sıralar Ay Vakti dergisinde birkaç denemem yayınlandı. Daha sonra denemelerimi okuyan çok değerli bir dostum, dilimin öyküye yatkın olduğunu söyledi ve öyküler yazmamı salık verdi. Bana, okumam için birçok öykü kitabı tavsiye etti. Tavsiyelerine uydum. Kendisine anlattığım herhangi bir konuda “neden öyküsünü yazmıyorsun?” diyordu. Böylelikle öykü yazmaya başladım. Öykü, içimde canlı bir ölüydü, o uyandırdı ve şekil vermemde bana yardımcı oldu. Sonra her şey bana öykü yazdırtmaya başladı: Doğa, müzik, fotoğraflar, geçmişin an’lık kareleri… İlk öyküm 2010 yılında Yedi İklim Dergisi’nde yayınlandı. Ali Haydar Haksal öykü konusunda beni çok destekledi.
Son zamanlarda sizi Yedi İklim dergisinde sıklıkla görüyoruz. Yedi İklim dışında Dergâh ve Hece Öykü’de de öyküler yayınladınız. Neler söylemek istersiniz?
Aslında dergiler, yazı konusunda yetkin kişilerin, yazdıklarımız hakkında ne düşündükleri ile ilgili ipuçları verirler. Dergiler öykülerinizi birilerine götürür. Siz küçük dünyanızda kalsanız da öyküleriniz daha büyük bir dünyaya açılır: Dergâh’ta yayınlanan ilk öykümden sonra Mustafa Kutlu’dan bir mesaj aldım. Öykülerimle ilgili olumlu değerlendirmelerini ve bazı tavsiyelerini yazmıştı. Necip Tosun ile Hece Öykü’de yayımlanan ilk öykümün ardından tanıştık.
Anadolu’da yaşayıp da İstanbul, Ankara gibi merkezlerde bulunan dergilerde öykü yayınlatabilmek kolay olmasa gerek. Ne dersiniz?
Elbette birçok zorluğu var. Kimse sizi tanımıyor. “Ben de varım” diyorsunuz. Sesleniyorsunuz. Kimse duymuyor. Çünkü oldukça uzaktasınız. Çevrenizde edebiyatla ilgilenen insan yok denecek kadar az. Edebiyatçıların bir araya geldiği mekânlardan uzaksınız. Ama içinizde, görülmeyi isteyen bir dünya var. Görülmese yok olup gidecek.
O dünyanın varlığı için pes etmedim, sürekli yazdım. Ve sanırım az da olsa sesimi duyurabildim. Ama böylesi bir yalnızlığın da insana huzur veren bir yanı var. Öyküsüyle yazarı bütünleştiren, verimli bir yalnızlık diyebilirim.
TYB’nin 2011 Yıllığında Necip Tosun 2011 yılının öykü birikimini özellikle kitaplar üzerinden ve öykü dergileri üzerinden değerlendiriyor. Tosun yazısında, değer verdiği öykücüler arsında sizin de adınızı anmış..
Necip Tosun, en başından beri öykülerimle ilgilendi, değerlendirmeleriyle bana destek oldu. Öyküde iyi yerlere geleceğime inandığını birçok kere dile getirdi. Yazı kördüğüm gibidir, bazen birilerinin sizi bu kördüğümü çözebileceğinize inandırması iyi gelir ve bu yüzden zamanla düğüm çözülür.
Emine Batar öyküsünü besleyen damarlardan, etkilendiği öykücülerden bahsedelim istiyorum. Öyküye ilk başladığınız yıllarda severek, beğenerek okuduğunuz kimler vardı? Şimdi kimleri okuyor takip ediyorsunuz?
İlk Mustafa Kutlu, Rasim Özdenören, Nezihe Meriç okuyarak başladım. Mustafa Kutlu, Rasim Özdenören, Oğuz Atay, Ahmet Büke, Güray Süngü, Calvino, Çehov, Capote, Rilke öykülerinden etkilendim diyebilirim. Her yazar bana öykünün farklı bir yanını gösterdi. Hepsi öyküye açılan farklı pencereler gibiydi, hepsinden bakıyor ama yazmak istediğimde kendi pencereme yöneliyordum.
Nasıl yazıyorsunuz? Bir öykünün yazılış ve yayınlanış sürecinde neler oluyor?
Geçmişte yaşanmış bir olay “ölü” gibi görünse de, canlı damarından kendini durmadan hatırlatır. Birden o kısacık an, küçücük yaşantıdan bir öykü çıkarma isteği beni sarıp sarmalar. Geceleri uyuyamam, öyküyü kendimle beraber her yere taşırım. İnsanlarla sohbet ederken bile hep onu düşünürüm. Önce kafamda yazarım, kendime anlatmadan kaleme dökemem. Bu birkaç gün sürer. Sonra çok iyi bildiğim bir hikâyeymiş gibi oturur rahatlıkla yazarım. Öykülerimi baştan sona bir kerede yazıyorum. Eğer onu daha sonraki bir zamana ertelersem artık o yazmayı düşündüğüm şey değil yeni bir şey oluyor. Buna müsaade etmiyorum.
Anadolu, edebiyattaki adıyla taşra benim gözümde yoklukların yanında zamanın en yoğun bir şekilde hissedilmek için muhakkak yaşanması gereken bir coğrafyası. Malum Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” adlı filminde de zamana dair önemli ipuçları ve göndermeler var. Zaman taşrada ne anlama geliyor? Edebiyatın taşradaki yeri nedir?
Taşra, edebiyatın diğer bir yüzüdür. Biraz ezbere bir hayattır buradaki. Ama her seferinde ilk defa yaşanıyormuş gibi capcanlıdır. Taşrada insan “eski” ile iç içe yaşamayı sever. “Yeni”ye karşı direnir. “Yeni”nin çekiciliği ve “eski”ye vefa arasında kalmış insan, yeni bir edebî bakış doğurur.
Anadolu’da yaşayan biri için öykü öncelikle doğadır. Burada insan yalnız değildir; bozulmamış doğanın çekiciliği buna izin vermez. Kişinin kendisiyle baş başa kalmasını yadırgar ve onun kanına girer.
Öykülerinizin finallerinin güçlü olduğunu söylemeliyim. Özellikle O. Henry ve Capote’ye benzettiğimi belirteyim. Siz de bir yakınlık hissediyor musunuz bu yazarlara?
Bahsettiğiniz yazarların her ikisi de severek okuduğum yazarlar. Özellikle Capote’nin Gümüş Damacana öykü kitabını heyecanla okudum. Ama öykülerimi özellikle onlarınkine benzetmek gibi bir çaba içinde değilim.
Şu sıralar neler okuyorsunuz?
Calvino’nun Öyküler, Salinger’in Dokuz Öykü ve Mustafa Kutlu’nun Hayat Güzeldir kitabını okuyorum. Calvino’nun kitabı kalın; o, geceleri uzun okumalar için. Salinger çantamda oradan oraya benimle beraber geziyor. Mustafa Kutlu’nun kitabını da iki günde bir gittiğim bahçe gezmesinde okuyorum. Birkaç kitabı bir arada okurken; anlatım ve bakış açısı, öyküye giriş, devam ettiriş ve sonlandırmadaki farkları -benzerlikleri karşılaştırıyorum. Böylece hem öykü okumuş hem de yazarları ve öykülerini kendimce kıyaslamış oluyorum.
Son olarak edebiyat ortamını öykü bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?
İnsan hayatı öykülerin uç uca eklenmesidir. Fark edilmeden yaşanan kısa zaman dilimlerinin önemini fark ettiren öykülerdir. Bu yüzden önemsenmesi gerektiğine inanıyorum.
Öykü, edebiyatımızda son yıllarda kendine ait alanı genişletmeye ve hak ettiği önemi az da olsa görmeye başladı. Artık daha çok konuşulup, tartışılıyor. Dergilerde öykü yazan birçok isim var. Son yıllarda yayımlanan öykü kitaplarında da artış oldu. 2011 ve 2012 yıllarında Edebiyat Ortamı, “Öykü Yıllığı” yayımladı. Şüphesiz bunlar öykü adına sevindirici. Bunun yanında öykünün, şiir ve romana göre geri planda kaldığını görmek de üzücü.
İsmail Demirel sordu