Türkiye’nin ciddi bir “cezaevi sorunu” var. Ara ara gündeme gelse de layıkıyla tartışılmayan bu sorun ağırlığını koruyor.
Kapalı bir alanda gözden uzak olan insanlar gönülden de uzak oluyorlar ve adeta unutuluyorlar.
Bir insan neden cezaevine konulur? Islah olması ve topluma kazandırılması için, öyle değil mi? Evet öyle, ama Türkiye’de değil.
Türkiye’de bir suçluyu bir süre için özgürlüğünden alı koymak
bir ceza olarak yeterli görülmüyor. İnsanların cezaevlerinde her gün
haksız ve hukuksuz olarak maruz kaldığı kayıtlı-kayıtsız uygulamalar
ayrıca bir seri ceza olarak asıl cezaya ilave ediyor. Yasalara uygun mu?
Hayır; yasalara rağmen!
Mahkûmların zaten kısıtlı olan yasal hakları cezaevleri
yönetimlerince geniş bir keyfilik içinde çeşitli bahanelerle ellerinden
alınıyor. Daracık bir özgürlük alanında yıllarını geçirmeye mahkûm
insanların denetlenmeyen yasakçı zihniyetlerin eline düştüğünü düşünün.
En ufak, en insani haklarından dahi mahrum kalabiliyorlar. Haftada bir
saat açık alana çıkma ve spor yapma hakkı “çimler zarar görmesin” diye
kullandırılmayabilir. Yahut size gönderilen bir kitabın elinize
ulaşmama gerekçesi pekala “yassag gardaşım!” cevabı olabilir. Misaller
daha trajik, daha komik olabilir!
Söz konusu siyasi tutsaklar olduğunda devletin derdinin üzüm
yemek değil bağcıyı dövmek olduğu kolayca görülebiliyor. Cezalandırma
usulü ıslaha değil imhaya odaklı olarak işliyor.
Tutsaklar 1 veya 3 kişilik odalarda tecrit ediliyorlar.
Sosyal bir varlık olmakla birlikte daracık bir alanda tutulan insanın
kendinden başka herhangi bir insanla görüşme, konuşma, dertleşme
imkânının budanması ve neredeyse sıfıra indirilmesi demek olan tecrit
bir insanlık suçu, hiç şüphesiz.
Siyasi tutsak iseniz suçta ve cezada şahsilik -evrensel
hukuk- ilkesi geçerliliğini yitiriyor ve bütün kısım akraba, eş dost
ziyaretçiler –hatta mahkemede dinlenmeyen tanıklar dahi- bin bir
eziyetle cezalandırılıyorlar. (Fişlendiklerini ayrıca belirtmeye gerek
yok.) Mesela mahkûm Edirneli ise, Van’daki bir cezaevine nakledilmesi
ziyaretine gelecek yakınları için fena bir ceza sayılmaz!
Doktor, ilaç ve hastaya gerekli muamelenin “bulunmayışı” cezaevlerindeki -kayıt dışı ilave- cezalara başka bir örnek!
Okuru bir mektupla baş başa bırakmak için buraya kadar
getirdim. Demem o ki Türkiye cezaevlerindeki şartlar orada kalanlar ve
yakınları için asgari insani şartlar seviyesine yükseltilmeli, bir an
önce.
Kaldı ki nice suçlular dışarıda, nice suçsuzlar içerde iken.
Evet, nice suçlular dışarıda, nice suçsuzlar içerde iken..
O suçsuz insanlardan birisinin, suçsuz değilse bile çoktan
cezasını çekmiş birisinin, ıslah olmak için fazlasıyla yatmış birisinin,
18’ine girmeden girdiği cezaevinde 19 yılını geçirmiş bir Müslüman’ın,
bir siyasi tutsağın, AHMET ŞAT’ın Mektubu.
Dışarıdakiler için gelsin.
Av. Mehmet Ali Başaran
“Mazlum-Der’in cezaevlerine gösterdiği duyarlılık ve bu amaçla
cezaevlerindeki sorunlarla ilgili başlattığı hayırlı çalışma için
teşekkür ediyorum.
Yıllardır cezaevinde yatmakta olan bir Müslüman olarak, cezaevi
sorunları ile ilgili İslami camianın gereken ilgiyi göstermemesinin
üzüntüsünü içimde hep duymuşumdur. Camia içerisinde cezaevinde yatan
özelde Müslümanların genelde ise mahkûmların yaşadığı sorunlar
Mazlum-Der ve Haksöz Grubu gibi duyarlı birkaç dergi – ki şuanda
Özgür-Der’i de anmamız gerekiyor – dışında ele alınmaması
düşündürücüdür. Bu sessizlik ve umursamaz tavrın inancımız bir yana
vicdani olarak kabul edilebilir olmadığı açıktır. Zindanlarda ya da
gözaltında ölen/öldürülen yargısız infazlara mahkûm olan, işkencelerde
zulme maruz kalan insanlara sahip çıkmayı, yapılan haksızlıkları zulüm
olarak niteleyip adalet ve vicdan adına karış çıkmayı kendine görev
bilmeyen İslami camianın bu duyarsızlığı, biz cezaevindeki Müslümanları
her daim ürkütmüştür. Hatta diğer siyasi tutsaklar karşısında boynumuzu
büktüğünü de ifade etmeliyim. Bugün bile zulme karşı gereken tavrın
hakkaniyet ölçüsü ile ortaya koyulduğunu söylemek güçtür. Dün Uludere’de
yapılan katliama bile en son İslami camianın o da kısık bir ses
vermesine şahit olunca, bu camianın bir insanı olarak, uhrevi
akıbetimizden endişe duyduğumu belirtmek isterim. Bu konuda da Mazlum
Der ve Özgür Der’in çaba ve emeğini takdirle takip etmekteyim.
Müslüman vicdanı sadece kendisine yapılan zulme değil
komşusuna/ötekine karış yapılan zulmede isyan eder. Ve her türlü zulmü
kendisine karşı yapılmış kabul eder. Özelikle 28 Şubat süresince zülüm
olarak hep başörtüsü işlendi. Evet, Allahın bir emri olması yanında din
ve vicdan özgürlüğünü temsil eden örtüye karşı irtica yaygarası
üzerinden yapılan apaçık bir zulüm olduğu açıktır. O dönem binlerce kız
çocuğu eğitim hakkından mahrum edildi. Ama o günlerde bu ülkede ölen
binlerce insana karşı “bu insanlar neden ölüyor” ya da “neden bunca
insan tutuklanıp zindanlara atılıyor “diyen Müslüman sayısının ne kadar
az olduğunu çok iyi hatırlıyoruz. Sizce en büyük zülüm veya sorun
hangisi olmalıydı diye tekrardan vicdanlarımıza yönelmemizin zamanı hala
gelmedi mi? Aslında Müslümanlar olarak sistemin sadece bize dokunan
dişlisine karşı çıkıyoruz. Dünde öyleydi bugünde bu tekrar ediliyor.
Oysa çarkın içindeki tüm dişliler belirli bir misyonu üstlendiklerini
görmezden gelmekteyiz. Bizler dokunmayan yılanlara her geçit
verdiğimizde, aslında kendi insanlığımızdan da, İslamlığımızdan da ödün
verdiğimizi unutuyoruz. Zulme maruz kalan her mazlumun ahı, giderilmesi
gereken vicdani bir sorumluluk olduğunu unutmamalıyız.
Bu nedenle Mazlum-Der’in bugün burada yaptığı bu toplantı benim için
önem arz etmektedir. Demek ki zulmü kabul etmeyen vicdanlar ve adalet
taraftarı insanlar bu camia içerisinde varlıklarını hala inatla
sürdürebilmektedir. Ben 1994 yılında tutuklanıp hüküm giydikten sonra dava dosyamız
Yargıtay aşamasında iken 28 şubat süreci yaşanmaya başlandı. O dönem
birçok Müslüman davası gibi bizim dosyalarda Yargıtay’da dönemin siyasi
konjonktüründen nasibini aldı. Daha tutuklanma sürecinde savcıların
İslami kimliğimizden ötürü “neden İran’a gitmiyorsunuz, sizden
kurtulurduk” diye içlerindeki İslam nefretini yüzümüze haykırmaktan
çekinmediklerine şahit olmuştuk. Mahkeme sürecinde savunmalarımızın göz
önünde bulundurulması bir yana gösterdiğimiz şahitler bile gözaltına
alınarak kendilerine gözdağı verilmişti. Yargıtay safhasında da tıpkı
mahkeme sürecinde olduğu gibi hiçbir savunmamız dikkate alınmadı. Bu
süreç sonunda Yargıtay, mahkemenin verebileceği en ağır cezayı onamak
suretiyle yüklendikleri misyona uygun davrandılar. Yargıtay sürecinde
bazı hâkimlerin avukatlarımıza “ elimizden gelen bir şey yok” itirafı, o
gününün siyasi iklimine uygun karar vermek zorunda kaldıklarını
göstermekteydi.
Bugün bazı İslami STK’ların 28 şubat darbe dönemine ait davaların
yeniden ele alınmasına yönelik çabasını takdirle takip etmekteyim.
Özelde Salih Mirzabeyoğlu şahsında gündeme gelen 28 şubat sürecindeki
yargılamalar ile ilgili cezaevlerinde bir çok mağdurun olduğunu
rahatlıkla söyleyebilirim. Bu aynı zamanda zulme maruz kalmış bu
insanların sorununa belirli bir oranda çözüm umudu olabilecek bir
girişimdir. 28 şubat sürecinde başlatılan ve özelikle Yargıtay’da
ivedilikle sonlandırılan davalara bakıldığında yapılan hukuksuzluklar
zaten gün yüzüne çıkacaktır. Kaldı ki 90’lı yıllardan bahsediyoruz. Faili meçhul cinayetlerin,
gözaltında kayıpların ve işkencelerin doğal olduğu yıllardı bunlar.
Gözaltından canlı çıkmışsanız, işkence altında hazırlanmış düzmece
ifadeler ve belgelerle hazırlanan iddianameler, savcılara teslim edilir,
bunları sahiplenen savcılar ve hakimler içeriğini araştırma ihtiyacı
bile hissetmeden istenen cezayı verirlerdi.
Hiç unutmam… Gözaltından çıkıp mahkemeye gittiğimizde bana yapılan
işkenceleri hâkime anlattığımda –ki her halimden zaten belli oluyordu. –
hâkim yüzüme bakıp “az işkence yapmışlar yoksa her şeyi itiraf ederdin”
deme pervasızlığında bulunmuştu. Böyle hâkim ve savcıların olduğu
mahkemede yargılanıp müebbet hapsı mahkûm olduk. Ve yine 28 Şubat post
modern darbesinde, darbecilerden aldıkları brifinglerden sonra topluca
onuncu yıl marşını ayakta el çırparak söyleyen yargı mensuplarınca da
cezalarımız onandı.
Cezaevlerinde bu açıdan aslında en temel sorun adil yargılanma
hakkının ihlali ile oluşan mahkûmiyet sürecidir. Bu açıdan özelikle
Türkiye’nin en karanlık yılları olan 90’lı yıllardaki tüm siyasi
davaların adil yargılanma hakkının ihlali sebebiyeti ile yok hükmünde
sayılması, bu yapılamasa bile en azından bu davaların yeniden ele
alınması gerekir. Gerçi çoğu işkenceyle alınan ve birçok sahte belgenin
düzenlendiği iddianamelerin tekrardan ele alınması ile adil kararların
verilmesi ne kadar mantıklı olur, o da başka bir sorundur.
Dün olduğu gibi bugün de adil yargılanmanın önündeki en temel
sorunlardan biri de “TERÖRLE MÜCADELE YASASI”dır. (TM). Temel felsefesi
intikam üzerine kurulu bu yasa, devletin kendi yurttaşlarından
bazılarına adalet ve insaf duygusu gözetmeden cezalandırmayı esas alır.
Bu yasa bu ülkede iki tür yasa ve yargı sistemini ortaya çıkarması
yanında, bazı insanları sahip olduğu inanç ve ideolojiden ötürü
ötekileştirerek, tecrit etmeyi hedeflemektedir. Devlet kendisine karşı
işlenmiş suçları affedilemez olarak görürken, bireye karşı işlenmiş
suçları ise görmezden gelerek, birey yerine devleti koruma altına alan
bir zihniyeti yansıtması açısından bu yasa çağdışı ve totaliterdir.
Bu yasaya göre devlet aleyhine işlenmiş suçlar özel mahkemelerde
yargılanmaktadır. Daha önce bu mahkemelerin özü olan DEVLET GÜVENLİK
MAHKEMELERİ (DGM) vardı. Nitekim bizlerde bu mahkemelerde tarafından
yargılandık. Yeni kurulan mahkemelerde isim değişiklikleri yaşansa da
felsefi olarak aynı misyonu icra etmektedirler. Bu mahkemelerde
yargılananların cezaları yüzde elli oranında artırılması yetmiyormuş
gibi cezalarının da dörde üçünü yatmak zorundalar. Bu 2005 yılına kadar
adli mahkûmların iki katı daha fazla yatma anlamına gelmekteydi. Son
yasa ile adli mahkûmların yatma süresi biraz daha uzadı. Örneğin ben
müebbet hapis alınca bu yasa gereği 30 yıl yatmam gerekiyor. Oysa aynı
cezaya sahip bir adli mahkûmun 16 yıl yatmaktaydı. 19 yıldır cezaevinde
olduğum düşünüldüğünde, aslında adil bir infaz sisteminde zaten cezamı
fazlasıyla yattığım görülür.
Diğer yandan Terörle Mücadele yasasına tabi olan mahkûmlar,
diğerlerine oranla birçok haktan mahrumdur. Gözaltı, tutuklama ve yargı
süreçlerini geçiyorum. Çünkü onlarla ilgili birçok kısıtlama ve
haksızlık var. Cezaevi boyutuna değinmek istiyorum. Bu yasaya tabi
olanlar bir ve üç kişilik odalarda cezaları infaz edilmektedir. Bu
sebeple cezaevlerindeki tecridin ana kaynağı bu yasadır. Bu yasa gereği
inşa edilen F tipleri bugün mahkûmların ruhen insani değerlerden
soyutlanmaya çalışıldığı mekânlara dönüşmüş durumdadır. Diğer
cezaevlerinde tecrit bir boyutu ile kırılmışsa da F tiplerindeki
insanlar kaldıkları odalarda bir ömür geçirmekte ve ancak haftada birkaç
saat arkadaşlarıyla görüşme imkânı bulabilmektedirler. Bu yasanın
doğurduğu sonuç tamamen işkence ve zulümdür.
Her türlü işkence bir insanlık suçudur. Bunun ruhen ya da bedenen
yapılıyor olması işin özünü değiştirmemektedir. Ve bu suç aynı zaman
İslama karşı da işlenmiş demektir. Buna sesiz kalınması düşünülemez.
Adil yargılanma tüm insanların en temel hakkıdır. Bu aynı zamanda biz
Müslümanlarında sorunudur. Kişinin dini, dili veya ırkı bu konuda önem
taşımaz. Adaletin mülkün temeli olduğunu belirten söz, içinde hiç
şüpheye bırakmayacak kadar doğru ve gerekli bir ilkedir. Çünkü adaletin
olmadığı yerde mülk yani sistem/düzen/devlet yani sosyal hayatın kendisi
yıkılır yerine kaos hakim olur.
Bugün cezaevlerinde yatan Müslümanların adalet çarkındaki bozulmadan ötürü içerde yatmakta olduklarını unutmayalım.
Yaşanmış ve yaşanmakta olan hukuk ihlallerini yaşanmadan anlamak
sanırım kolay değildir. Ama cezaevlerinde yükselen seslere kulak
kabartmak, sanırım bunu anlamanın ilk adımı olacaktır.
Bu amaçla adalet taraftarlarının adalet çarkındaki sapmaların mağduru
olan insanlara karşı İslami ve insani sorumluluklarını ifa etme adına
yürüttükleri tüm çalışmalara için tekrardan teşekkür ediyorum.”
AHMET ŞAT
Batman M Tipi Cezaevi