[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

7 Nisan 2013 Pazar

Cezaevi Mektuplarından

Türkiye’nin ciddi bir “cezaevi sorunu” var. Ara ara gündeme gelse de layıkıyla tartışılmayan bu sorun ağırlığını koruyor.
Kapalı bir alanda gözden uzak olan insanlar gönülden de uzak oluyorlar ve adeta unutuluyorlar.
Bir insan neden cezaevine konulur? Islah olması ve topluma kazandırılması için, öyle değil mi? Evet öyle, ama Türkiye’de değil.
Türkiye’de bir suçluyu bir süre için özgürlüğünden alı koymak bir ceza olarak yeterli görülmüyor. İnsanların cezaevlerinde her gün haksız ve hukuksuz olarak maruz kaldığı kayıtlı-kayıtsız uygulamalar ayrıca bir seri ceza olarak asıl cezaya ilave ediyor. Yasalara uygun mu? Hayır; yasalara rağmen!
Mahkûmların zaten kısıtlı olan yasal hakları cezaevleri yönetimlerince geniş bir keyfilik içinde çeşitli bahanelerle ellerinden alınıyor. Daracık bir özgürlük alanında yıllarını geçirmeye mahkûm insanların denetlenmeyen yasakçı zihniyetlerin eline düştüğünü düşünün. En ufak, en insani haklarından dahi mahrum kalabiliyorlar. Haftada bir saat açık alana çıkma ve spor yapma hakkı “çimler zarar görmesin” diye kullandırılmayabilir.  Yahut size gönderilen bir kitabın elinize ulaşmama gerekçesi pekala “yassag gardaşım!” cevabı olabilir. Misaller daha trajik, daha komik olabilir!
Söz konusu siyasi tutsaklar olduğunda devletin derdinin üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğu kolayca görülebiliyor. Cezalandırma usulü ıslaha değil imhaya odaklı olarak işliyor.
Tutsaklar 1 veya 3 kişilik odalarda tecrit ediliyorlar. Sosyal bir varlık olmakla birlikte daracık bir alanda tutulan insanın kendinden başka herhangi bir insanla görüşme, konuşma, dertleşme imkânının budanması ve neredeyse sıfıra indirilmesi demek olan tecrit bir insanlık suçu, hiç şüphesiz.
Siyasi tutsak iseniz suçta ve cezada şahsilik -evrensel hukuk- ilkesi geçerliliğini yitiriyor ve bütün kısım akraba, eş dost ziyaretçiler –hatta mahkemede dinlenmeyen tanıklar dahi- bin bir eziyetle cezalandırılıyorlar. (Fişlendiklerini ayrıca belirtmeye gerek yok.) Mesela mahkûm Edirneli ise, Van’daki bir cezaevine nakledilmesi ziyaretine gelecek yakınları için fena bir ceza sayılmaz!
Doktor, ilaç ve hastaya gerekli muamelenin “bulunmayışı” cezaevlerindeki -kayıt dışı ilave- cezalara başka bir örnek!  
Okuru bir mektupla baş başa bırakmak için buraya kadar getirdim. Demem o ki Türkiye cezaevlerindeki şartlar orada kalanlar ve yakınları için asgari insani şartlar seviyesine yükseltilmeli, bir an önce.
Kaldı ki nice suçlular dışarıda, nice suçsuzlar içerde iken.
Evet, nice suçlular dışarıda, nice suçsuzlar içerde iken..
O suçsuz insanlardan birisinin, suçsuz değilse bile çoktan cezasını çekmiş birisinin, ıslah olmak için fazlasıyla yatmış birisinin, 18’ine girmeden girdiği cezaevinde 19 yılını geçirmiş bir Müslüman’ın, bir siyasi tutsağın, AHMET ŞAT’ın Mektubu.
Dışarıdakiler için gelsin.
Av. Mehmet Ali Başaran


“Mazlum-Der’in cezaevlerine gösterdiği duyarlılık ve bu amaçla cezaevlerindeki sorunlarla ilgili başlattığı hayırlı çalışma için teşekkür ediyorum.

Yıllardır cezaevinde yatmakta olan bir Müslüman olarak, cezaevi sorunları ile ilgili İslami camianın gereken ilgiyi göstermemesinin üzüntüsünü içimde hep duymuşumdur. Camia içerisinde cezaevinde yatan özelde Müslümanların genelde ise mahkûmların yaşadığı sorunlar Mazlum-Der ve Haksöz Grubu gibi duyarlı birkaç dergi – ki şuanda Özgür-Der’i de anmamız gerekiyor – dışında ele alınmaması düşündürücüdür. Bu sessizlik ve umursamaz tavrın inancımız bir yana vicdani olarak kabul edilebilir olmadığı açıktır. Zindanlarda ya da gözaltında ölen/öldürülen yargısız infazlara mahkûm olan, işkencelerde zulme maruz kalan insanlara sahip çıkmayı, yapılan haksızlıkları zulüm olarak niteleyip adalet ve vicdan adına karış çıkmayı kendine görev bilmeyen İslami camianın bu duyarsızlığı, biz cezaevindeki Müslümanları her daim ürkütmüştür. Hatta diğer siyasi tutsaklar karşısında boynumuzu büktüğünü de ifade etmeliyim. Bugün bile zulme karşı gereken tavrın hakkaniyet ölçüsü ile ortaya koyulduğunu söylemek güçtür. Dün Uludere’de yapılan katliama bile en son İslami camianın o da kısık bir ses vermesine şahit olunca, bu camianın bir insanı olarak, uhrevi akıbetimizden endişe duyduğumu belirtmek isterim. Bu konuda da Mazlum Der ve Özgür Der’in çaba ve emeğini takdirle takip etmekteyim.

Müslüman vicdanı sadece kendisine yapılan zulme değil komşusuna/ötekine karış yapılan zulmede isyan eder. Ve her türlü zulmü kendisine karşı yapılmış kabul eder. Özelikle 28 Şubat süresince zülüm olarak hep başörtüsü işlendi. Evet, Allahın bir emri olması yanında din ve vicdan özgürlüğünü temsil eden örtüye karşı irtica yaygarası üzerinden yapılan apaçık bir zulüm olduğu açıktır. O dönem binlerce kız çocuğu eğitim hakkından mahrum edildi. Ama o günlerde bu ülkede ölen binlerce insana karşı “bu insanlar neden ölüyor” ya da “neden bunca insan tutuklanıp zindanlara atılıyor “diyen Müslüman sayısının ne kadar az olduğunu çok iyi hatırlıyoruz. Sizce en büyük zülüm veya sorun hangisi olmalıydı diye tekrardan vicdanlarımıza yönelmemizin zamanı hala gelmedi mi? Aslında Müslümanlar olarak sistemin sadece bize dokunan dişlisine karşı çıkıyoruz. Dünde öyleydi bugünde bu tekrar ediliyor. Oysa çarkın içindeki tüm dişliler belirli bir misyonu üstlendiklerini görmezden gelmekteyiz. Bizler dokunmayan yılanlara her geçit verdiğimizde, aslında kendi insanlığımızdan da, İslamlığımızdan da ödün verdiğimizi unutuyoruz. Zulme maruz kalan her mazlumun ahı, giderilmesi gereken vicdani bir sorumluluk olduğunu unutmamalıyız.

Bu nedenle Mazlum-Der’in bugün burada yaptığı bu toplantı benim için önem arz etmektedir. Demek ki zulmü kabul etmeyen vicdanlar ve adalet taraftarı insanlar bu camia içerisinde varlıklarını hala inatla sürdürebilmektedir. Ben 1994 yılında tutuklanıp hüküm giydikten sonra dava dosyamız Yargıtay aşamasında iken 28 şubat süreci yaşanmaya başlandı. O dönem birçok Müslüman davası gibi bizim dosyalarda Yargıtay’da dönemin siyasi konjonktüründen nasibini aldı. Daha tutuklanma sürecinde savcıların İslami kimliğimizden ötürü “neden İran’a gitmiyorsunuz, sizden kurtulurduk” diye içlerindeki İslam nefretini yüzümüze haykırmaktan çekinmediklerine şahit olmuştuk. Mahkeme sürecinde savunmalarımızın göz önünde bulundurulması bir yana gösterdiğimiz şahitler bile gözaltına alınarak kendilerine gözdağı verilmişti. Yargıtay safhasında da tıpkı mahkeme sürecinde olduğu gibi hiçbir savunmamız dikkate alınmadı. Bu süreç sonunda Yargıtay, mahkemenin verebileceği en ağır cezayı onamak suretiyle yüklendikleri misyona uygun davrandılar. Yargıtay sürecinde bazı hâkimlerin avukatlarımıza “ elimizden gelen bir şey yok” itirafı, o gününün siyasi iklimine uygun karar vermek zorunda kaldıklarını göstermekteydi.

Bugün bazı İslami STK’ların 28 şubat darbe dönemine ait davaların yeniden ele alınmasına yönelik çabasını takdirle takip etmekteyim. Özelde Salih Mirzabeyoğlu şahsında gündeme gelen 28 şubat sürecindeki yargılamalar ile ilgili cezaevlerinde bir çok mağdurun olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu aynı zamanda zulme maruz kalmış bu insanların sorununa belirli bir oranda çözüm umudu olabilecek bir girişimdir. 28 şubat sürecinde başlatılan ve özelikle Yargıtay’da ivedilikle sonlandırılan davalara bakıldığında yapılan hukuksuzluklar zaten gün yüzüne çıkacaktır. Kaldı ki 90’lı yıllardan bahsediyoruz. Faili meçhul cinayetlerin, gözaltında kayıpların ve işkencelerin doğal olduğu yıllardı bunlar. Gözaltından canlı çıkmışsanız, işkence altında hazırlanmış düzmece ifadeler ve belgelerle hazırlanan iddianameler, savcılara teslim edilir, bunları sahiplenen savcılar ve hakimler içeriğini araştırma ihtiyacı bile hissetmeden istenen cezayı verirlerdi.

Hiç unutmam… Gözaltından çıkıp mahkemeye gittiğimizde bana yapılan işkenceleri hâkime anlattığımda –ki her halimden zaten belli oluyordu. – hâkim yüzüme bakıp “az işkence yapmışlar yoksa her şeyi itiraf ederdin” deme pervasızlığında bulunmuştu. Böyle hâkim ve savcıların olduğu mahkemede yargılanıp müebbet hapsı mahkûm olduk. Ve yine 28 Şubat post modern darbesinde, darbecilerden aldıkları brifinglerden sonra topluca onuncu yıl marşını ayakta el çırparak söyleyen yargı mensuplarınca da cezalarımız onandı.

Cezaevlerinde bu açıdan aslında en temel sorun adil yargılanma hakkının ihlali ile oluşan mahkûmiyet sürecidir. Bu açıdan özelikle Türkiye’nin en karanlık yılları olan 90’lı yıllardaki tüm siyasi davaların adil yargılanma hakkının ihlali sebebiyeti ile yok hükmünde sayılması, bu yapılamasa bile en azından bu davaların yeniden ele alınması gerekir. Gerçi çoğu işkenceyle alınan ve birçok sahte belgenin düzenlendiği iddianamelerin tekrardan ele alınması ile adil kararların verilmesi ne kadar mantıklı olur, o da başka bir sorundur.

Dün olduğu gibi bugün de adil yargılanmanın önündeki en temel sorunlardan biri de “TERÖRLE MÜCADELE YASASI”dır. (TM). Temel felsefesi intikam üzerine kurulu bu yasa, devletin kendi yurttaşlarından bazılarına adalet ve insaf duygusu gözetmeden cezalandırmayı esas alır. Bu yasa bu ülkede iki tür yasa ve yargı sistemini ortaya çıkarması yanında, bazı insanları sahip olduğu inanç ve ideolojiden ötürü ötekileştirerek, tecrit etmeyi hedeflemektedir. Devlet kendisine karşı işlenmiş suçları affedilemez olarak görürken, bireye karşı işlenmiş suçları ise görmezden gelerek, birey yerine devleti koruma altına alan bir zihniyeti yansıtması açısından bu yasa çağdışı ve totaliterdir.
Bu yasaya göre devlet aleyhine işlenmiş suçlar özel mahkemelerde yargılanmaktadır. Daha önce bu mahkemelerin özü olan DEVLET GÜVENLİK MAHKEMELERİ (DGM) vardı. Nitekim bizlerde bu mahkemelerde tarafından yargılandık. Yeni kurulan mahkemelerde isim değişiklikleri yaşansa da felsefi olarak aynı misyonu icra etmektedirler. Bu mahkemelerde yargılananların cezaları yüzde elli oranında artırılması yetmiyormuş gibi cezalarının da dörde üçünü yatmak zorundalar. Bu 2005 yılına kadar adli mahkûmların iki katı daha fazla yatma anlamına gelmekteydi. Son yasa ile adli mahkûmların yatma süresi biraz daha uzadı. Örneğin ben müebbet hapis alınca bu yasa gereği 30 yıl yatmam gerekiyor. Oysa aynı cezaya sahip bir adli mahkûmun 16 yıl yatmaktaydı. 19 yıldır cezaevinde olduğum düşünüldüğünde, aslında adil bir infaz sisteminde zaten cezamı fazlasıyla yattığım görülür.

Diğer yandan Terörle Mücadele yasasına tabi olan mahkûmlar, diğerlerine oranla birçok haktan mahrumdur. Gözaltı, tutuklama ve yargı süreçlerini geçiyorum. Çünkü onlarla ilgili birçok kısıtlama ve haksızlık var. Cezaevi boyutuna değinmek istiyorum. Bu yasaya tabi olanlar bir ve üç kişilik odalarda cezaları infaz edilmektedir. Bu sebeple cezaevlerindeki tecridin ana kaynağı bu yasadır. Bu yasa gereği inşa edilen F tipleri bugün mahkûmların ruhen insani değerlerden soyutlanmaya çalışıldığı mekânlara dönüşmüş durumdadır. Diğer cezaevlerinde tecrit bir boyutu ile kırılmışsa da F tiplerindeki insanlar kaldıkları odalarda bir ömür geçirmekte ve ancak haftada birkaç saat arkadaşlarıyla görüşme imkânı bulabilmektedirler. Bu yasanın doğurduğu sonuç tamamen işkence ve zulümdür.

Her türlü işkence bir insanlık suçudur. Bunun ruhen ya da bedenen yapılıyor olması işin özünü değiştirmemektedir. Ve bu suç aynı zaman İslama karşı da işlenmiş demektir. Buna sesiz kalınması düşünülemez.

Adil yargılanma tüm insanların en temel hakkıdır. Bu aynı zamanda biz Müslümanlarında sorunudur. Kişinin dini, dili veya ırkı bu konuda önem taşımaz. Adaletin mülkün temeli olduğunu belirten söz, içinde hiç şüpheye bırakmayacak kadar doğru ve gerekli bir ilkedir. Çünkü adaletin olmadığı yerde mülk yani sistem/düzen/devlet yani sosyal hayatın kendisi yıkılır yerine kaos hakim olur.
Bugün cezaevlerinde yatan Müslümanların adalet çarkındaki bozulmadan ötürü içerde yatmakta olduklarını unutmayalım.

Yaşanmış ve yaşanmakta olan hukuk ihlallerini yaşanmadan anlamak sanırım kolay değildir. Ama cezaevlerinde yükselen seslere kulak kabartmak, sanırım bunu anlamanın ilk adımı olacaktır.
Bu amaçla adalet taraftarlarının adalet çarkındaki sapmaların mağduru olan insanlara karşı İslami ve insani sorumluluklarını ifa etme adına yürüttükleri tüm çalışmalara için tekrardan teşekkür ediyorum.”

AHMET ŞAT
Batman M Tipi Cezaevi