[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

25 Kasım 2013 Pazartesi

Şehrin Kamburları




*geçenlerde yazdığım kısa bir yazı bu hikayemi anımsattı dolaylı olarak. Henüz yenisini tamamlayamamışken eskisiniş hatırlamak iyi geldi.

*fotoğrafı Bursa'da bir esnaf kahvesinin önündeki taburelerde mekanın müdavimi ağabeylerle sohbet ederken çekmiştim.

Alnının çatına kuş figürleri çizilmiş gibiydi. İniş ve çıkışlarla bir kuş sürüsü göçünü orada konuşlandırmış öylece duruyordu. Kaşları çatıldıkça yüzündeki izler hayattan yana kanat çırpıp duruyorlardı işte tam kaderinin yazılı olduğu mevzide. Burnundaki hafif çıkıntılı biçimsizlik, yaşarken hiçliğe sürtülen ruhun bir nişanesi gibi garip bir burukluk veriyordu yüzüne. Aklanmış saçları bir bakıma hayatta üst sınıftan aldığı derslerden, alnının akıyla çıkma çabasının emektar bir göstergesiydi. Utangaç ve muzdarip dudaklarını saklamak için bıyıklarını uzatmış, mahcupluğunu gizlemeye çalışmıştı böylelikle.

Gözleri üzerinize çevrilmişken o yoğun bal rengi dikkatin tutkalında, tüm bunları temaşa edecek takati bulmak zordu. Fakat başını başkasından yana çevirdiği demlerin birkaçını onun çehresindeki anlam engebelerine çarpmadan geçirmek de pek mümkün olmasa gerekti. Baştan aşağı olmuş insan gibi kokan bu adamı; birkaç defa beklemekle bir türlü gelmeyen İnkaya otobüsünün yolunu gözlerken bir boya sandığının önünde görmüştüm, av malzemeleri satan bir sokağın girişinde. Sonra birkaç defa geceleyin makyajı akmış sokaklarda, gölgesinden daha solgun bir vaziyette sigara içerken denk geldim. Onca haşin ayrıntının altında paçalarından akan kırılganlık okuyabilen için çok vurucuydu.

Bir müddet selam vermekten kaçındım. Zihnimde onunla kurduğum yakınlık ve diyaloglardan bambaşka bir muhatapla karşılaşma ihtimaline hazırlamam gerekti bünyemi. Bu bazen tanıdığım insanlarla bile böyle olur. İçimdeki monoloğun insanlaştırıcı, sakinleştirici etkisini gölgeleyebilecek diyaloglardan kaçınmaya çalışmışımdır kendimi bildim bileli. Çünkü, insanların geneli çokça kahkaha atar ve düşünce hızlarından daha çevik konuşurlar. Az da olsa bunun tam tersi insanlar da vardır elbet. Tüm şartlar iletişim kurmaya elverişli ve cazipken de insan içindeki kuyunun bulanıklığına akıllının birinin yeni bir taş daha atmasına hazır olmadığından da kuytusuna saklanabilir. Kuyu yeterince bulanıktır zaten. Ve suskunluk kuyunun sınırlarını da flulaştırdığından bir zamandan sonra tehlikelidir de. Ama elden ne gelir, dilsiz bir temaşadan başka.

İşte bu yüzden, uzun uzun beklenen otobüsün gelemeyişini nimete çevirmek için etrafta onun varlığından iyisi yoktu. Aslına bakılırsa ayakkabı boyacılığı onun ek işi haline gelmişti. Ana caddeden aynı sokağa araç girişini engelleyen demir bariyerleri kaldırmak gibi garip bir görev edinmişti. İçeri arabasıyla girmek isteyen kimi insanlarla arasında söze ihtiyaç duyulmayan bir anlaşma yapılmışa benziyordu. O, gelenleri tanıyor ve seslenmelerine fırsat bırakmadan hızla yerinden kalkıp demir bariyeri kaldırıp kenara çekiyor ve sonra araçtan uzanan bir kısmı tüketilmiş sigara paketlerini alıp, araç geçtikten sonra bariyeri çukuruna yerleştirip yeniden sandığının başına dönüyor ve boyalarından ayrı bir yere sigaraları istifliyordu. Bu böyle akşama değin sürüyordu anlaşılan. İlginç bir işti doğrusu. Kimsenin görevlendirmediği ama yaşamın hengamesinde bir şekilde oluşan ve doğal bir akışla atanılan işlerden biri. Hayatta herkes bir yeri tamamlıyor işte, ama memnun ama değil. Kendi parçalarımızı kaybeder veya bulurken öte yandan başkalarının pazıllarında da isteyerek yahut istemeyerek tamamlayıcılar, eksilticiler olarak varlık gösteriyoruz..

İlk defa boya sandığı eline tutuşturulduğunda, çocukluğu yenilmiş bir tavla kutusu gibi koltuğunun altına sıkıştırılmış bir halde, pasaklı bir şehir meydanında almıştı soluğu. Ve günlerden bir gün fırça elinde, hızla sandığın üzerine uzatılan ayakkabıları parlatmaya koyulduğunda, ayağın sahibinin; sınıf öğretmeni olduğunu görüp güç bela boyayı bitirip bir kuytuya saklanıp ağlamıştı. Utanılacak bir şey değildi elbet yaptığı ama çocuk haliyle garibine gitmişti. Her şey bir yana, hocasının ağzını açıp iki kelam etmemesine, yüreğinin çeperinde kabaran ve bir çocuğa fazlaca ağır gelen o zehri almaya çabalamamasına hayli öfkelenmiştim bunu duyunca. Boya sandığının ötesindeki talebesinin sırtını iki cümleyle sıvazlayamayan, onu başladığı yaşamak cenginden yana destekleyemeyen, hiç olmadı utancını, efkarını tebessümüyle dağıtmaya yeltenmeyen bir öğretmenin tahtaya sıraladığı matematik formüllerinin canı cehenneme, diye mırıldandığımı duydu mu bilmem.

Gündüzleri biriktirdiği sigaraları akşamları okuttuğu bir esnaf çay ocağında oturup demli çaylar eşliğinde muhabbeti de demlediğimiz bir gün yaralarımızı birbirimize gösterip kabuklarımızı takas edecek imkanı bulduk. Bu dünyada hiç kimse tarafından iyi ya da kötü hatırlanacak bir şey yapmadım, diyor büyük bir yanılgıyla. Fakat bu mütevazilik, bu buruk kabulleniş onu çok daha duru bir güzelliğe erdirmişe benziyordu. İnsanlardan uzak, Allah’a ve hayvanlara yakın durmaya çalışıyorum evlat, diye devam ediyor. “Şu paçalarıma dolanan kedi bile sevgisini göstermek için elimi ısırdığında, canımı acıtmamak için ne kadar ısırmakla yetinmesi gerektiğini biliyor da dişlerine söz geçirebiliyor ama insan öyle mi?.. Yine de severim elbet insanları ama kafeslerinden çıkarmadan, öylece uzaktan. Yani genelde... Bilirim seven sevmekle alacağını almıştır başka karşılığa gerek yoktur ama onlara doğru kucak açmış ilerlerken her adımda bir kemiğini kırınca insanlar, artık adım atmadan sadece yerinde ama iyilikle atan kocaman bir kalpten ibaret oluveriyorsun. Belli ki sen hala ümitvarsın, söylediklerim ekşi gelebilir ama damağımda kalan yaşamak tortusunu sözüme bulaştırmadan nasıl konuşabilirim ki seninle.”

Susup dinliyorum. Farklı bir cümle kurup, yaptığım parazitle konuşmanın akışını istemeden kaydırmaktan korkuyorum. Boğazına kadar dolmuş bir dolap gibi dökülüveren bu tecrübe istifi adamın seçtiği cümlelerdeki irfan ve doygunluğun hevesini soldurmak en son istediğim şey bile değil çünkü. Nasıl bir püf noktası var ki bu hayatın, aynı şartlarda ve ortamda yetiştiğim, yakınımdaki insanlarla bu kadar ayrı düşüp, aynı dilde konuşamazken, bambaşka bir beldede ve şartlarda olgunlaşmış biriyle öylesine müşterek bir dille ve yakınlıkla iletişim kurabiliyoruz. Bu çok ürpertici bir şey. Yaşama dair eşitlik adalet algılarındaki tüm sorgulamara bir yenisini ekleyecek nitelikte bir farkındalık sayılabilir bu aslında. İnsanlaşma yolunda içine doğduğumuz şartlar ve insanın kendi emeğinin tesir oranı beni bir an allak bullak ediyor. Bir müddet sesler silikleşiyor. Sonra kendimi toparlayıp yeniden dinlemeye koyuluyorum.

“Gördün beni, o bariyerleri kaldırırken. O işi yapmamın karşılığında üç beş kuruş daha kazanıyorum. Biriktirmek için mi? Değil elbet! Neyi biriktireceğim ve ne için Allahı’nı seversen. Artık insanlar ayakkabılarını boyatmak, tamir etmek yerine yenisini alır oldular. O yüzden artık bu seyyar zanaat da can çekişiyor. Yine de birkaç tutumlu, müsrif olmayan insan, olmadı ayakkabılarını sırf selama bahane etmek isteyen eski müşterilerden bir kaçı, ya da ayağını bir başkasının önüne uzatıp az bir zaman da olsa ötekine tepeden bakma hazzını yaşamak isteyen üç beş kişi var da karnımı doyuruyorum. Ama artık diğer işi yapmasam ve karşılığında verdikleri sigaraları almasam bu köşede oturmama bile izin vermezler. İnsanoğlu böyle işte. Bir kez bir işi sırtla/n/dın mı, onu senin sırtına kaynamış bir kambur yapana dek yüklenirler de yüklenirler ve onu ödevin belletirler. Yerine getirmezsem belki bir başkası bulunur mu bilmem ama asimetrik de olsa yüzüme gülen yüzleri soldurmak istemiyorum. Hem açık sigaraları okutmak da iyi oluyor. Çay ocağının beleş çayı da cabası.”

Hikayesinden hiç haberdar olmayan biri için bile varlığı, yokluğunda büyük bir boşluk bırakacak nitelikteydi. Ama koca şehirde kaç kişi bunun farkındaydı ki. Günden güne, gittikçe silikleşen ve yaşamı yaşanılası kılan her ne varsa onların bulunduğu kefede kendinin bile layıkıyla farkında olamadığı bir ağırlığı vardı. O duraktaki tüm otobüs beklemelerim, sayesinde görsel bir ibadete dönüşmüştü. Bir ayakkabının tozunu şiir gibi alıyor, boyayı yorgun pabuçlara bir yetimin başını okşarcasına sürüyordu. Durduğu yeri küçümsemiyor yahut da sızlanmıyordu ama sızlansa da sızlandığı makama nazı geçerdi. Yine de her hali; yaşamın adaletsizleşen yüzüne içten içe tükürür gibiydi. Yenen bir tek onun hakkı değildi çünkü. Semirenler doymak bilmiyordu.Sızlanmıyordu zira zaten yaşamı baştan ayağa saygın bir sızıdan ibaretti. Bizler acıya daha duyarlı ve dayanıksızız çünkü hala haksız yere de olsa acımayan yerlerimiz ağırlıkta. Bu yüzden sızlanmaları kimselere bırakmıyoruz.

Ben tüm bunları düşünürken karbonatlı çaylarımız bitiyor. Selamlaşıp ayrılıyoruz. Ve ben, onun ilk defa boya sandığı eline tutuşturulduğunda olduğu gibi, hayatım bir tavla kutusu gibi koltuğumun altına sıkıştırılmış bir halde, pasaklı bir şehir meydanından evime doğru ilerliyorum.

Dilsizmütercim:002720072011