Çocukların dünyasını dün ve bugün üzerinden mukayese edebilmek için önce bir öykü üzerinden yol alalım.
Hikâyemizin yazarı kıymeti ancak 1960'lardan sonra bilinmiş olan Andrey Platonov(1899–1951). Platonov'u değerli yazar Cemal Şakar'a borçluyum. 'Mutlu Moskova'yı onun tavsiyesi ile okumuş ondan sonra da Platonov'u okuyalım okutalım kampanyasının içinde bulmuştum kendimi.
Biraz sonra bahsedeceğim 'İnek' isimli öyküsü 'Dönüş' isimli öykü kitabının içinde bulunuyor. Öyküleri tercüme etmiş olan Günay Çeteo Kızılırmak'a buradan en kalbi teşekkürlerimi gönderiyorum. Bizde mütercimlerin hakkı yenir. Okuduğumuz kitapların değerinin onların kelimeler üzerindeki dikkatine, rikkatine borçlu olduğumuzu çoğu zaman fark etmeyiz bile. Günay Çeteo Kızılırmak, Platonov'un cümlelerini satır satır değil âdete mısra mısra şiir dikkati ile çevirmiş.
Gelelim öykümüze.
İnek istasyon bekçisinin ineğidir ve bekçinin oğlu Vasya ile ineğin iletişimi üzerinden akmaktadır öykü.
İneğin yavrusu/ danası hastalanmış, istasyon bekçisi danayı yedi kilometre uzaktaki istasyona götürmüş eve gelmesi gecikince, karısı oğlu Vasya'yı geçmesi beklenen trene işaret feneri ile yardımcı olmasını söyleyerek istasyona göndermiştir.
Vasya, geleneksel kültürün erken yaşta sorumluluk sahibi çocuk bireyi için çok iyi bir örnek.
Sorumluluk sahibi çocuk birey... Bu cümlenin altını kalınca çizelim lütfen.
Okumayı seven özellikle ders kitaplarındaki değişik mekânları anlatan metinlere tutkun bir çocuk Vasya:
'Bütün ülkelerin ve insanların çoktandır onun büyüyüp yanlarına gelmesini beklediklerini sanıyordu. Oysa o henüz hiçbir yere gidememişti. Halen yaşamakta olduğu bu yerde doğmuş, ancak okulun bulunduğu kolhozu ve istasyonu görebilmişti. Bu yüzden yolcu trenlerinin camlarından bakan insanların yüzlerini endişe ve sevinçle inceliyordu -kimin nesiydiler ve neler düşünüyorlardı acaba?- ama tren hızla gidiyor ve insanlar demiryolu geçidindeki çocuk tarafından tanınamadan geçiyorlardı.'(s.20)
(Çocuğun insan yüzlerine bakma heyecanı ile günümüz çocuklarının kimselerin yüzüne bakmayışını hatırladım birden. Sonra Sabahattin Ali'nin 'Ayran' öyküsü coğrafyamızda çocukların kaderi ve kederi olarak çıka geldi hafızanın mahzenlerinden.)
Vasya babasını beklemektedir, ahırdaki inek de oğlunu/danasını beklemektedir. Dananın gelmesi geciktikçe çocuk babasına kızmaktadır.
Yazarın Vasya ismiyle değil de daha ziyade 'çocuk' diye bahsettiği çocuk hem hayatı bilmektedir. Hem de kitaplardaki hayatı.
Buraya bir soru alalım: Günümüzün şehirli çocuklara hayata dair ne bilmektedir?
'Çocuk buhar makinesinin nasıl çalıştığını biliyordu, fizik kitabında okumuştu, orada yazmasa bile öğrenirdi neyin nesi olduğunu. Gördüğü bir nesne ya da maddenin kendi içinde nasıl yaşandığını ve faaliyet gösterdiğini anlamadığında azap duyuyordu.' (s.21)
Bir soru daha alalım şimdi. Bu defa soruyu büyüklerin dünyasına yönlendirelim. Anlamak bahsine dair bir endişemiz var mı?
Anlamak ile insan olmak, insan olmak ile tefekkür etmek arasındaki bağlantıyı hatırlıyor muyuz?
Hayatın ve kitabın bilgisi, öğrenmeyi öğrenmenin verdiği heyecan Vasya'yı/çocuğu sorumluluk sahibi yapmıştır. Babasının gelmesini
Gayretinden ve bilgisinden aldığı güç ile babası yaşındaki makiniste kafa tutmaktadır:
'Neden kumsuz çıktınız ki
Gün görmüş umur sürmüş yaşlılar gibi akıl vermektedir Vasya. Onun verdiği akılları makinist hayranlıkla dinlemekte, kendi oğlu olmasa bu çocuğu evlat edinebileceğini düşünmektedir.
Makiniste hayati yardımlarda bulunduktan sonra bir elma ile ödüllendirilmiş olan Vasya eve vardığında babasının danayı satmış olduğunu öğrenir. Danasını bekleyen ineğin hüznüne ortak olarak geçer bir kaç gün:
'Vasya, ahıra girdi ve gözlerini karanlığa alıştırarak ineğe baktı. İnek artık hiçbir şey yemiyordu; sessizce ve seyrek nefes alıyordu, ağır zorlu bir dert kavruluyordu içinde; çıkışsızdı ancak büyüyebilirdi bu dert, çünkü inek, bir insanın yapabileceği gibi sözle, bilinçle bir arkadaşla ya da eğlenceyle avunamazdı.'(s.25)
Sonunda 'kederli inek', lokomotifin altında kalır ve ölür.
İneğin bütün kederine ortak olan Vasya, öğretmeninin kendi hayatları ile ilgili olarak kompozisyon ödevi vermesi üzerine şunları yazar:
'Bir ineğimiz vardı. Hayattayken sütünü annem, babam ve ben içerdik. Sonra bir oğul doğurdu –bir dana, o da onun sütünü içiyordu, biz üçümüz ve o dördüncü, herkese de yetiyordu. İnek bir de toprağı sürüyor ve yük taşıyordu. Sonra oğlu et için satıldı. İnek acı çekmeye başladı, ama kısa bir süre sonra trenden öldü. Onu da yediler, çünkü sığır etiydi. İnek bize her şeyini verdi, yani sütünü, oğlunun derisini, içini ve kemiklerini, iyi kalpliydi. İneğimizi anımsıyorum ve unutmayacağım.'
Hayatın içinde, doğanın içinde bilge bir çocuk profili ile karşılaşıyoruz 'İnek' öyküsünde.
Peki ya günümüzün çocukları...
Ben bu öyküden niye bahsettim?
Zaman daraldıkça, para bollaştıkça olgunlaşamama hali bir sorun olarak gittikçe büyüyor.
Eğitimin birinci şartı çocukları sorumluluk sahibi birey yapmaktır.
Çocuklarımızı sorumluluk sahibi yapmak için ne yapıyoruz?
100 sorunun cevabını yüzde yüz doğru yapması onu sorumluluk sahibi birey yapmaya yetiyor mu?
Eğitimin en temel sorunu bu. Aile içinde ya da okulda. Hayatın bilgisi ile kitabi bilgiyi bütünleyerek sorumluluk sahibi birey olmak.
Ben bunun derdiyle dertliyim. Bu yük ile ezilmekte kalbim.
Bilmem anlatabildim mi diye sormayacağım. Biliyorum ki dertleri anlatmak için kelimeler kifayetsizdir. Hal dili gereklidir.
Velhasıl yazmış ama anlatamamış olduğumu bilerek ayrılıyorum huzurunuzdan.
Fatma Barbarosoğlu
kaynak: http://yenisafak.com.tr/yazarlar/FatmaKBarbarosoglu/cocuklarcocuklarimizcocukluklari/42829