[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

13 Aralık 2013 Cuma

Köleliğin öldürdüğü ruhlar


Ekim Devrimi’nden sonra Rus edebiyatının bize yansıyan yüzü -birkaç istisna dışında- ‘Sosyalist Gerçekçilik’ anlayışıyla yazılan politik romanlarla sınırlıdır. Bunun en önemli nedeni pek çok önemli yazarın uzun yıllar boyunca yasaklı kalmasıydı. Ve ilginçtir, bu yazarların hepsi de Rus edebiyat geleneğinin yergici mirasını sahiplenerek eleştirilerini mizah yoluyla yapmışlardı. Ama mizah ürkütmüştü Stalin’in asık yüzlü rejimini. Ekim Devrimi’nin ilk ve önemli yazarlarından olmasına rağmen yakın zamana kadar okuma fırsatı bulamadığımız Platonov, bu yazarların öncüsüydü.

Ekim Devrimi’nin ardından sosyalizmi, sosyalist toplumu ve bu toplumun ideal insan tipini inşa etmek için yola çıkan yönetim, edebiyattan yardım beklemişti. Toplumcu Gerçekçilik akımı bu ihtiyacın ürünüydü. Bir önceki dönemde yetişen ve devrimci hareketle iyi ilişkiler içerisinde olan tek yazar Maksim Gorki, klasik roman tekniğine kattığı sosyalist temalarla, akımın başlatıcısı oldu. Onu yeni dönemin başyapıtı Durgun Akardı Don romanının yazarı Şolohov izledi. Her iki yazarın yapıtlarının ana teması öncesi ve sonrasıyla Ekim Devrimi’ydi.

Platanov, Sovyetler Birliği’nin bu iki resmi yazarının çağdaşıdır. Romanlarında aynı temaları izler. Hatta 1925 yılında yayımlanan ve 1905 yılında Potemkin Zırhlıs’ındaki isyanı konu edinen Black Sea Revolt of 1905 kitabı Bolşevik Parti’nin resmi yayını ilan edilmiştir. Ancak bununla yetinmez. Gorki ve Solohov’un tersine toplumsal devinimin gidişatını olumlamayacak, tespit ettiği eksikleri dile getirmekten çekinmeyecek, rejim düşmanı damgası yiyerek bir kenara itilecekti. Yapıtları, Sovyet karşıtı bulunduğu için yasaklandı. Stalin’in hem hayranlık duyup hem nefret ettiği Platonov, ülkesinde önemli bir figürdü. Doğrudan fiziksel yaptırımlara maruz kalmadı. Onun yerine henüz on beş yaşındaki oğlu cezalandırılacak, rejim muhalifliği ve ajanlık suçlamalarıyla toplama kamplarına gönderilecekti. Hastalanan oğlunun tedavisine yardıma giden Platonov da tüberküloza yakalandı. Hayatının geri kalan bölümünü hastalığın etkisinde geçiren yazar 1951 yılında öldü.
Hemen her roman ve hikâyesinde yaptığı gibi Can’da da Sovyetler Birliği’nde yeni düzenin kuruluş sancılarını işlemiş Platonov. Devrim hükümetinin Çarlık Rusya’sından devir aldığı yoksulluğun, açlık ve sefaletin çarpıcı bir tablosunu sergilerken, kişisel deneyimlerini de kattığı hikâyesinde bu ürkütücü hayata karşı varoluşçu bir yaklaşımı var.

Can’da, Moskova Ekonomi Enstitüsü’ndeki eğitimini tamamlayan Nazar Çagatayev’in tayin edildiği Asya Çölü’nde geçirdiği yıllar anlatılıyor: Çagatayev’e Sankamış, Üst Yurt ve Amuderya deltası dolaylarında çeşitli uluslardan kimselerin oluşturduğu küçük ve yoksul bir göçebe topluluğunu bulmak ve yardımcı olmak görevi verilmiştir. İçlerinde Türkmenler, Karakalpaklar, birkaç Özbek, Kazaklar, İranlılar, Kürtler, Beluciler ve kimliğini unutmuşlardan oluşan göçebeler, yani Canlar; herkesin dışladığı insanlar. Kaçaklar, yetimler ve dermanı kesilince kapı dışarı edilen yaşlı köleler, kocalarını aldatan ve korkudan onlara karışan kadınlar, aniden ölüp giden birilerini seven, başka da koca istemeyen kızlar, tanrı bilmez insanlar, dünyayla dalga geçenler, suçlular...

Aslında Çagatayev de bir Can’dır. Küçük bir çocukken annesi tarafından kendisini kurtarması için çöle bırakılmış, Rusya’nın bu ücra köşesini bir daha hatırına getirmemişse bile, şimdi sosyalizme duyduğu bağlılıkla açlık ve sefalet içinde yaşayan halkına yardımcı olabilmek için yollara düşecektir. Doğanın zorlu koşullarına göğüs gererek bin bir zorlukla Canlar’ı, hatta yaşlı annesini bulur ancak onları yeni bir hayata başlamak için ikna etmekte zorlanır. Uzun yıllar boyunca doğanın ve kölece yaşamanın insafsızlığında tükenen, uyuşan Canlar hayatta kalmak için hiç de istekli değiller; “Köle emeği, bitkinlik, sömürü salt fiziksel gücü, elleri zaptetmez, zihni ve kalbi de ele geçirir olduğu gibi; ruh ilk kemirilen olur, peşinden de vücut göçüp gider, o zaman insan ölüme gizlenir, bir kale yahut barmağa sığınır gibi toprağa sokulur, damarlan boşalmış, yaşamsal çıkarlanndan uzaklaştınlmış ve vazgeçirilmiş, yalnızca inanmaya, rüya görmeye, hükümsüz bir şeyler tahayyül etmeye alışkın bir kafayla yaşamış olduğunu anlamadan. Yakında Çagatayev’in halkı Can da mı bir kenara devrilip yatacaktı, rüzgâr toprakla mı örtecekti üzerini, silinecek miydi o da hafızalardan?”

Steplerde yurt edinme mücadelesi
Değil sosyalizmden, Marx’tan, Lenin’den, Stalin’den haberdar olmayı, hangi çağda hangi topraklarda yaşadıklarından bile habersiz, daha doğrusu umarsız insanlarla kadim topraklarına doğru zor bir yürüyüş başlatan Çagatayev’in zihni sorularla dolu; “Halkın ortak mutluluğu bir elden kurma işine katılabilmesi için gereken cüzi de olsa bir ruhu kalmış mıydı sahiden? Yoksa içinde her şey çoktan çöküp gitmiş, yoksulun aklı denilen hayal gücü de ölmüş müydü?..”
Yoksulların, baldırı çıplakların, hayattan vazgeçmişlerin yolculuğunu insan doğa mücadelesi biçimde ilerleyen epik bir anlatıya çeviriyor Platonov. Çukur ve Çevengur’daki yergici üslubundan farklı bir tutum almış; bir yandan tarifi zor bir yoksulluk, açlık, acı ve umutsuzluk, bir yandan doğanın önlerine çıkardığı engeller, öte yandan insanın içinde bulunduğu koşulları değiştirmeye duyduğu inanç… Sosyalizmin inşasının zorluğunu, hayatta kalmak savaşının düşünce ve duygu dünyasına yaptığı etkileri, çarpıcı doğa tasvirleri ve insan sevgisiyle anlatan Platonov, güçlü bir kuruluş metaforuna çevirmiş hikâyesini. Bu uçsuz bucaksız ve ıssız steplerdeki yeni bir yurt edinme mücadelesi Sovyetler Birliğinde sosyalizmin kuruluş mücadelesinin hemen her çelişkisini, toplumsal ve bireysel çatışmalarını, zihinsel ve düşünsel süreçlerini barındırıyor. Olumlu kahraman tipi olarak Çagatayev, doğaya ve insanlara karşı duruşuyla Yunan mitolojisinden çıkıp gelmiş gibi görünmekle birlikte asla yapay bir roman kişisi değil. Tersine bu insan tipini, “toplumsal ve tarihsel açıdan, objektif ve epik olarak kavramış ve yorumlamış” Platonov.

Çevengur, Çukur, Can romanlarında benzer bir coğrafyada, benzer sorunlar etrafında dolaşırken Platanov’un eleştirisi rejim karşıtlığından çok sosyalizme olan inancındandır. Gençlik yıllarını sosyalizmin kırsal kesimlerdeki inşasına adayan Platanov, uygulamadaki hataları görmüş ve ironik bir dille eleştirmişti. Büyüklüğü, el değmemişliği, doğa koşullarının elverişsizliği ile bu ürkütücü toprakların insanların kullanımına açılması için makineleşmeye inanıyor ama makineleşmenin bireyler üzerinde yaratacağı yıkıcı etkilerden ürküyordu. Rus edebiyat geleneğinden beslendiği çok açık. Hıristiyanlığa özgü sembolleri kullanmaktan, kahramanların tercihlerine varoluşçu bir boyut katmaktan çekinmiyor. Son bir not: 1981 yılında Sovyet Astronom Lyudmila Georgievna Karachkina tarafından bulunan küçük bir gezegene, bu önemli yazara saygı mahiyetinde ‘3620 Platonov’ adı verilmişti.

Yoksulların yanında...
Andrey Platonoviç Platonov, 1889 yılında bir işçi ailesinin çocuğu olarak Voronej’de dünyaya geldi. Babası demiryollarında tornacıydı. Baba mesleğini seçen Platonov, 1913 yılına kadar dökümcülük ve tornacılık yaptı. 1920 yılında Kızıl Ordu’ya girdi. 1924 yılında Voronej Politeknik Üniversitesi’ni bitirdi. 1918 yılında yazmaya başlayan Platonov’un ilk şiir ve düzyazı denemeleri gazete ve dergilerde yayımlandı. Üniversite eğitimini tamamladıktan sonra ülkesinin inşasına katkıda bulunmak amacıyla edebiyatı bırakmış mühendis ve yönetici olarak ülkesinin yoksul insanlarının yardımına koşmuştu. Uçsuz bucaksız Rus steplerindeki bataklıkları kurutmak, su getirmek, hidroelektrik santralı kurmak için çalıştı. Buradaki deneyim ve gözlemleri, hikâye ve romanlarının -1926-1930 yılları arasında tamamladığı Çevengur ve Çukur’un, 1935’te yazdığı Can’ın- arka planını oluşturacaktı.

A. ÖMER TÜRKEŞ

CAN
Andrey Platonov
Çeviren: Günay Çetao Kızılırmak
Metis Yayınları
2010

kaynak: http://www.radikal.com.tr/kitap/koleligin_oldurdugu_ruhlar-1016767