[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

20 Haziran 2015 Cumartesi

Tanrıyı Robot Resminden Tanıdık-Yoksa Fason Ressamlarını mı?


"Çok küçüktüm, bir keresinde babama sordum: 'Tanrı var mı? Evet mi, hayır mı?' Bana çok akıllıca cevap vermişti: 'İnanmayana göre hayır, inanana göre evet.' Bu sorun çok önemlidir." A. Tarkovsky, Şiirsel Sinema

Bazı yakınlarımla zaman zaman bu konularda kimi tartışmalarımız oldu. Çocuk eğitimi, çocuklara din, inanç eğitimi vs... Genelde mutabık olamıyoruz haliyle. Şahsen, bu budur, doğru şudur, tanrı tektir ve adı da... gibi hiç bir boşluk içermeyen, ebeveynlerden yana katıksız bir konformizmden ibaret eğitimi çok sıkıntılı buluyorum. Buna karşıyım. Aynı eleştirim ateist yahut farklı inanç ve ideolojilerden olan insanların çocuk yetiştirme pratikleri için de geçerli elbette. Hatta çocuklara verilen isimler konusu üzerine de hayli kafa yoruyorum. Zamanla deist, panteist yahut da ateist olmaya karar veren bir insanın isminin Abdullah yahut Muhammed olması bencillik ve haksızlık değil mi? Ben de Tarkovsky'nin babasına benzer tutumları savunuyorum. Çocukların neden, kopyala yapıştır, fason tanrıları olsun ve büyüdükçe de birer fason karaktere yahut da karaktersizlere dönüşsünler ki birer kopya inanan olarak? Baba sonrasında kendisinin nasıl düşündüğünü de paylaşabilir belki gelen muhtemel yeni sorulardan sonra ama bunun şahsi bir süreç olduğu ve çocuğun da yaşayarak kendi inancını tecrübeleriyle yontması gerektiğini ekleyerek... (Varsa) Bir yolculukla varılmış bir inanç noktasını çocuğa aspirin gibi sunup, ezberletmekten imtina edişi, farklı tarafları kısaca tanıtması ve sorunun kıymetini vurgulaması takdire şayan.

Kopyala yapıştır fason inananlar aynı işlemi yeni nesillere de hiç tedereddütsüz uyguluyor. Ortaya da mutlak doğrusuna bir kere bile uzaktan, soru işaretiyle bakmayı beceremeyen, hatta sorgulamayı içinden bile geçirmekten korkan, sorgulayanlara da tahammül edemeyip, kendi ezberlerini tehlike altında görüp hırçınlaşayan inananlar çıkıyor. Bu kafa elbette değil farklı pratiklere, farklı bir fikre bile tahammül edemez. Çünkü suni alçılarla düşünce dünyası doğal sürecin aksine erkenden kemikleşip, tek bir şekilde kaynadı. Arada istisnalar olsa da bu tutumlar o kıvama gelmenin sancı boyutunu katlıyor.

En küçük kardeşim geçenlerde kurstaki sınav sonuçlarından bahsediyor. Ne kadar uğraştımsa da küçük yaşta yatılı okula gönderilmesine mani olamadım. Allah'ın sıfatlarından şu kadar not aldım, ahlak dersinden bu kadar, filan sıfatları unutmuşum diye hayıflanıyor. Az yutkundum, sonra dedim ki keşke bunlar sınav konunuz olmasa. Hiç öğrenmemeni tercih ederdim. Etrafına baktığında bu sıfatları görebiliyorsan kendin görebilmesilisin, bunları kitaptan ezberleyerek öğrenmen üzücü. Herkes bu bilgileri kendi meşrebince hayata bakarak kendisi görmeli ya da görememeli. Tek tip insan, tek tip inananlar fabrikası gibi eğitim pratikleri. Ahlak madde madde derste öğretilecek bir şey olabilir mi? Hele de ahlak başlığı altında bir çocuğu sınav yapmak ne kadar ezici bir şey. Ahlaktan (dersinden) şu kadar not aldım, çok iyiydi ya da ahlaktan kaldım...

Kara mizah. 13 yaşında Allah'ın sözde sıfatlarını sular seller gibi ezberlemiş çocuk, sonra ne düşünecek? Tanrıyı robot resmini ezberlemiş gibi "yakından" tanıyor artık, başını kaldırıp etrafa neden baksın? Ezberlediği maddelerin dışına çıkan biri gördüğünde ona yer açabilmesi ne kadar mümkün olacak? Ya da kendi içinde bu mekanik inanç otobanından ayrı bir düşünce patikası açıldığında nasıl sarsılacak? O patikaya varmak, o yolu denemek için kaç barikatı atlaması, yıkması gerekecek? Bu ne kadar zamanını alacak? Bunu başarması için çocukluğundan ne kadar çok şeyle boğuşacak? Ebeveynlik, çocuk "sahibi" olmak, çok büyük bir iddia olarak beni hep ürkütmüştür. Çocukları çok sevmekle birlikle bu "statüye" özenmiyorum. İçerdiği iddia dışında, aynaya baktığımızda korkunç bir bencillik akıyor insanoğlundan, özellikle anne, babalardan. Bu da çocukları merhametli bir mesafeden sevmeye sevkediyor beni. Çocuklar, bizden (hoyrat bencilliklerimizden) ne kadar uzak, doğadaki diğer varlıklara ne kadar yakın olurlarsa o kadar iyi gibi... Onların yanında belki de ne kadar az konuşup, çok dinlersek o kadar iyi. Çocukların en sevdiğim yönlerinden biri sanırım insana sormayı unuttuğu soruları hatırlatmaları. Tabii artık bu özelliklerini bizim saldırgan öğretilerimizle çok daha erken yitiriyorlar gibi.

Tarkovski'nin başta paylaştığım kısa notu hızla bunları düşündüren bir yolculuğa davet etti beni. Babasının söylediği bir cümle oğlunu ve eserlerini bile aşıp taa bana kadar ulaşıp, elimden tutuyor sabah sabah.. Ne güzel. Peki biz? "Tanrıyı" robot resminden "tanıdıktan" sonra ne yaptık? Fason ressamların eserlerini kendimizi yalnız hissetmemek ve onayla(n)ma ihtiyacıyla, çocuklara, etrafımıza o robot resmi ezberletme tutkusunun dışına çıkabiliyor muyuz? Hiç değilse başka türlü düşünenleri, inananları, eyleyenleri hoyratlıktan arınmış bir halde izleyip, dinleyebiliyor muyuz? Tanrıyı Robot Resminden Tanıdık-Yoksa Fason Ressamlarını mı? İnanç, iman, inkar bunun neresinde?