[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

20 Ekim 2010 Çarşamba

ModernLeşMe!

ModernLeşMe!



Salon fikri susuzluğunu bir nebze olsun gidermeye hevesli kalabalık bir grup tarafından tıklım tıklım doldurulmuştu. O da dirseklerini önündeki mütevazi tahta masaya dayamış ara sıra avuçlarıyla yeni şeyler öğrenmekten manen de olsa ağırlaşan başına destek oluyordu. Pınardan avuçlarıyla kana kana su içmek ister gibi bir hali vardı. İstanbul'da evvelce var olduklarını duyduğu, gözleri kapalıyken bile yudumladığı suyun membağını hakkında malumat verebilen, su tiryakileri gibi o da susuzluğunu çektiği, ilgisini çeken, aklını ağrıtan konulara dair böylesine bir tiryakilikle malumat sahibi olmak, malumatfuruşluk etmeden damağındaki tüm güzel tatlar gibi dimağındaki fikri lezzetleri kolaylıkla ayrıştırabilmeyi, onlardan yeni fikri tatlar alde etmeyi ve başka taliplere sakilik yapmayı ne kadar da çok istiyordu. Bunu yüzünün coğrafyasından ve bu yolda yaşadığı çalkantılar sebebiyle alnında kırılan fay hatlarından işinin erbabı, hemdertlerinin okuması işten bile değildi.
Bu söyleşiden öğrendiği belki de en önemli şey bir anektottu. Dinleyicilerden birinin konuşmanın akabinde yöneltmek istediği soruyu yazdığı kağıt, soruya nazaran çok büyük olunca, hoca kağıdın boş kalan kısmını itinayla yırtıp muhatabına geri gönderdi. “Hakikate talip isek önce onun vesilelerine saygı ve şefkat göstermeliyiz. Ben bu paylaştığım bilgileri öğrenirken dinlediğim dersleri not alacak kağıt bulamazdık. Yollarda duvarlara yapıştırılmış ilan kağıtlarından parçalar yırtar öyle not alırdık. Ders kitabına sahip olmak bir imtiyazdı.” Deyince içini bir ürpertidir kapladı. Şimdilerde bilgiye onca ulaşım kolaylığı olsa da talebelikten, öğrenciliğe düşen insanlığın oluşturduğu sentezler eskiye nazaran ne kadar da koftu. Sebebi ödenmeyen bedeller olsa gerekti. Herşeyden önce hayatı okumak için ne kadar bedel ödüyoruz ki hayat da kendisini bize açmaya, aracılarla şerh etmeye heveslensin diye, düşündü.

Öğrenmek ayrı bir dert paylaşmak için muhatap bulmak, aynı dilden anlamak, aynı sancıyı çekmekse ayrı bir dert idi. Geçenlerde girdiği alışveriş merkezinde bir alana bir bedava kampanyası yüzündan ihtiyacı olmadığı halde eline tutuşturulan bir kutu meyva suyunu sıra beklerken yakınındaki bir aileye almaları için rica etmişti de çok garip kaşılanmıştı. Neden sen kendin içimiyorsun, diye sormuşlardı ona. Kendilerini zehirlemesinden mi korkmuşlardı acaba? Sadece ihtiyacı yoktu ikincisine, bukadar basitti. Fakat karşı tarafın mutasyona uğramış toplum ve kardeşlik algısına göre ise ne kadar da girift. Oysa o ne ihtiyacından fazlasını almak ne de taşımak istiyordu. Gittikçe bireyselleşen bu Dünya'da insanlar, eskinin yürekleri birbirine lehimleyen hasletlerini kavramsal olarak bile lügatlarından silikleştirmişlerdi.

Ya Bayram sabahı yaptıkları kahvaltıda konuşulanlara ne demeli. Birilerinin asimile olması ve hatta yaşadıkları kompleksten ötürü ait olmadıkları bir milletin, milliyetçisi kesilmelerinden duyduğu acıyı paylaştığında seni neden rahatsız ediyor, sen zaten Türksün, denmişti ona.  Elbette rahatsız ederdi. Bazıları acı çekemeyecek kadar kendinden uzaklaştırılmışsa, onlar için acı çekecek birileri olmalıydı. Bu insanlığımızın bir gereği, imanımızın amentüsü mesabesinde değil miydi? İnsanlığın özünü gürleştiren o sancıyı yeniden duyumasaması, bu geçici olması ümid edilen ruhi felçten sıyrılabilmesi için farkındalık sahibi herkesin rahatının kaçması gerekiyordu, zira!

Söyleşi biteli çok olmuştu. Tüm bunları düşünürken salon pıtır pıtır ayak seslerinin ritmi eşliğinde çoktan boşalımıştı. Fakat salon düşünmek için hayli uygun hatta tetikleyici bir atmosfere sahipti. Geçen gün bir yakını Türkiye'deki sel felaketiyle alakalı bir röportajdan bahsetmişti. Spiker mağdur ailelerden biriyle konuşuyormuş. Şahıs haliyle Belediye hizmetlerinden yakınıp duruyormuş. Diyaloğun bir yerinde mağdur 8 defadır evi sel bastığını söyleyince, spiker gayrı ihtiyari olarak; hiç taşınmayı düşünmediniz mi? diye sormadan edememiş.  O kişi de bir an afallamış ve "Yoo, hayır düşünmedim." Cevabını vermiş. Hayat alışkanlıklar yumağından ibaret olunca, insanın kendi yaşamının elinden tutmadan başkalarının elinden tutması, hayata yön vermesi, tüm zalimlere muhalif bir yerde durması da mümkün olmuyor sanırım.

Işıklar söndü. Görevli kibarca kovuyor kendisini. İyi de oluyor. Yürümeli şimdi. İstiklalde, kalabalığa karışmalı. Tüm o keşmekeşin, kalabalığın arasına, kainatta bir zerre mesabesinde hissetmek için kendini, kalabalıklara karışmalı. Herkes gibi biricik liknişanı çehresinde bir tebessümle, yürümeli. Değil mi ki şair; “yürümenin dışında bütün eylemlerin adı kaçıştır!” diyor. Yürümeli ve özü gürleştiren düşüncelere yeni yollar açmalı, sondajlar vurmalı.

[Dilsizmütercim:MeryemRabiaTaşbilek201020102201]