[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

17 Şubat 2011 Perşembe

Dua Dili/mi




Duadan bahsediyoruz bir dostla. Yıllar yılı yabancı bir dili öğrenirken zihnimize kazınan resmi, gayri resmi üslup ayrımına paralel, yaratıcının şah damarımızdan yakın olduğu vurgusunu göz ardı edip, mesafeli bir üslupla yapmamız gerektiği öğretilen duadan. Bir açıdan da onu şekillendiren tanrı tasavvurumuzdan. Bize hep sevmekten hatta  tanımaktan evvel, saygıda kusur edilmemesi gereken, aksi takdirde çarpacağı ve benzeri vurgularla göz dağı verilen bir tanrı inancından da dem vuruyoruz haliyle. Ki bu gözdağı yüzünden sergilenen yahut sergilenemeyen davranışlar, ne kadar saygıya dairdir bilemiyorum. Bu sebeple “mış gibi” inanılan ve ne acıdır ki daha çok, tahammül edilen, bilindiği düşünülüp hakkıyla ardına düşülmeyen bir tanrı inancı oluşmuş durumda. Başta bilinçsizce anne ve babaların yaptırım gücüne kalkan kılınan, büyüdükçe toplumsal boyutta kimi yaptırımlar için imgesel olarak kudreti korkudan yana tasvirlerle kullanılan, kimi dinlerdeyse sevgisi suistimal edilen, zalimlere dair bile sevgi pıtırcığı bir Yaratıcıya, resmi bir dille ve hatta makbul olması için seçilmişlerin diliyle, ağzıyla yapılası şart koşulan, yaratıcıyla aramızdaki “has bi halden” bahsediyoruz yani.

Geçenlerde, bir teyze “Güllü Yasin”ini de beraberinde getirip, kimi inanışlarının sağlamasını yapmak için bana bazı sorular sordu. Bu arada, bereket için bilmem kaç defa okunması gereken dua başlığı altında yazılı olan satırları, Arapçasından tercüme etmemi de rica etti. Henüz bilmiyordu ki Kuran’ın verebileceği azami bereket, onu anlama çabamız üzerinden yayılabilirdi ancak hayatımıza. Ona muhtelif çarpık anlamlar atfedip, zaaflarımızın nesnesi haline getirdiğimizde bizi aziz kılacak özelliklerini sakatlamış oluyorduk zira. Bir gün boyunca uzun uzun muhabbet ettik kendisiyle. Arapça bilmediği ve anlamını da okumaktan yana teşvik edilmediğinden Kuran’daki her ayete bir fatiha okuyormuş, hatim sevabı almak için. Fakat puan toplamaktan öte üzerine düşünülsün, pratiğe aktarılsın diye indirilmiş bir kitaptı Kuran. Hakkıyla reddedilmesi için bile okunması gerekli olan bu kitabın, inananları elinde bu duruma düşmesi ne kadar da hazin. Neyse ki teyzemiz sonraları bu adeti bırakmış. Ama nedeni de bir o kadar iç burkucuydu. Zira birileri çıkıp, Kuran’da bazı kötü kelimelerin ve Şeytan’ın da ismi geçtiğinden, bu şekilde Şeytana ve İblis’e de Fatiha göndermenin günah hatta şirk olduğunu söylemişler kendisine. Hangisi doğru diye soruyor bana teyzemiz. Kendi inandığım kadarıyla bir gün boyunca açıkladım teyzemize düşüncelerimi, elbette rencide etmeden. Rabb’in ona bu davranışları sebebiyle de şefkat göstereceğini umduğumdan... Muhtemelen, Fizik doktorasına sahip oğlunun dine dair mesafeli davranmasında; gördüğü, duyduğu bu tür uygulamaların da etkisi vardır diye düşünüyorum. Konuşmamızın bir yerinde Şeytan metaforuna dair düşündüklerimi paylaştıktan sonra muzipçe; velev ki Şeytan/ımız için Fatiha okunsa ya da seccade açık kaldığında Şetan/ımız da namaz kılsa fena mı olur, demeden de edemiyorum. Birlikte gülüşüyoruz. Gitmesine yakın Arapçamın tercüme yapabilecek kadar iyi olmadığını ama bereket duası diye yazılan cümlelerin ahenginden, bunların birer ayet olduğunu anladığımı söylüyorum. Sonrasında da internetten Kuran’ın Arapça orjinali ve tercümesinde kelime, kavram araması yapabilen bir siteden kitapçıkta yazılı olan cümlelerdeki bir kısım kelimeleri aratıp, bulduğum aynı cümlelerin anlamlarına bakıyorum. Enteresan bir şekilde başka başka surelerde içinde rızık kavramı geçen kimi ayetleri birleştirip üzerine de bereket duası yazıldığını görüyoruz. Şaşırıp biraz da bu konuda konuşuyoruz.

Tüm bu eleştirdiğim konulara rağmen, hüzünlü anlarımda kendimi Arapçanın ahengine kaptırıp sesli sesli İnşirah suresini ve benzerlerini okumaktayım ben de hala. Zira tıpkı Kürtçe’de ve kimi dillerde şahit olduğum, yaşanan tüm acıların, aşkların, direnişlerin, yenilgilerin dahi, dilin derinliklerine ekilip de türkülerinde, kıssalarında, ses vurgularında, kavramlarında yeniden yeşermesi sebebiyle, her dil muhtelif azaları vesilesiyle onu hayatına şahit kılanlardan cüzler taşır varlığında. Bu da o dille anlatılanı, anlatılandan daha fazlası kılar. Yürek ve akıl teri döküp daha derine inmeye çalışanları lütfuna mazhar kılarak, alt metinlerindeki kaynakları içirir her defasında talibine. Ki Kuran’da, bu tat ve katmanlı anlamlar doruktadır. İnsan düşününce, bin yıllar öncesinde Hazreti Hanne’nin gebeliğinde, Meryem’in hurma ağacının altında, Muhammed peygamberin Hira’da, Sevr’de, Taif’te, Musa peygamberin Tuva’da, Sina’da, Firavun’a giderken ve Kızıl deniz kıyısında, İbrahim peygamberin Nemrud’un karşısında, Hacer’in, Asiye’nin ve daha nicelerinin ettiği duaların, sarfettiği cümlelerin benzerlerini günümüze dek ulaşan kaynaklar vesilesiyle tekrar edebilmesi nasıl da ürpertiyor içini. Onların ettiği duaları edebilmek için onlara benzemek, onların ka/ederlerinden paylar almak gerek. Duanın makbullüğü için dertdeş olmak gerek onlarla. Duadan bahsederken dostla düşüncelerimizi tokuşturmamızdan şöyle cümleler çıkıyor meydana, “Kavmini alıp Mısır’dan çıkınca deniz çıkar önlerine Musa ve kavminin. Önlerinde deniz arkalarında Firavun ve ordusu. Hikayenin tartışmasız gereçeklik yanı çaresizlik ifadesi. Halbuki Musa doğru olanı yapıyordu. Dedi ki Rabbim bir yol göstercektir. Rabb’in doğruya kefil ve vekil olduğunun ifadesiydi bu söz. Rabb nida etti asanı denize vur. Deniz yarıldı, Musa ve kavmi yoluna devam etti. Musa’nın doğrusu olan (bu olay) Firavun’nun yanlışıydı. Bu yüzden ordusuyla beraber helak oldu.”

Bize bunları düşündürten, bilincimize ve hislerimize sondajlar vuran, zamansallıkla sınırlandırılmaya çalışılan sözüm ona orta çağ cümleleri, öğetileri! Nasıl da kavi ve aydınlıklar hala onca tercüme gölgesinin dahi arkasından bize seslenirken. Arapça gerçekten mucizevi bir dil. Allah’ın tüm diğer dilleri vurguladığı gibi devasa bir ayet. Yine de bu, insanın ne dediğini bilerek ve bir şeyler istemekten çok niyazlanmak, nazlanmak, irtibat halinde olmak için yaşamının her anında, mekan ve sebep ayırmaksızın dua edişini, salatını çoğaltması gerektiği gerçeğini daha az önemli kılmasa gerek. Tüm tebessümlerin ve hıçkırıkların dilinden anlayan Rabb, ne dediğini bilmez halde O’na yaslanmaya çalışan bir kulunun bu halinden çok daha ötesine vakıftır. Fakat ne dediğini bilmek daha çok diyen için önemli. Dua eden için dua bir isteyişten çok bir yaslanış ve hatırlayışa vesile. Öte yandan, “Duanız olmasa, ne ehemmiyetiniz var?” mealindeki ayette vurgulananın da sözel duadan çok yaratıcının rızasını gözeten hal, salat olduğunu düşünüyorum nacizane. Dile gelense hafızayı bu yönde tazelemeye vesile olabilir sanıyorum.

Dua; insanın Rabbiyle hasbihal etmesi. Onu tüm beşeri edilgenliklerden, kölelikten azad edebilecek kuvvetteki tek bir kuvvete boyun eğişi, rızasına muhtaç olduğunu aciz bir kabulleniş ve beyanı kadar, eylemsel de bir şey -fiili- dua. Bir hal ve tercümesidir o zira. Kelimelere gerek duyan taraf yine ona muhtaç olan taraf. Yani biz. Kimi zaman insan, bu sınırlandırış halinden sıyrılacak kadar yakın bulur da kendini Rabbine, söze hacet bile duymaz. Neticede her inananın kendi tasavvurunda giydirdiği anlam mesabesinde inandığıdır Rabb. Kimilerince sürekli yarattıklarını cezalandırmak için tetikte bekleyen, kimilerince cehennem üzerinden bile blöf yapan, Şeytan metaforunu onu dahili ve harici şer davetiyelerinden, zaaflarından korumak için bir temsil kılıp ona uyarıcılar gönderen, merhameti ve muhabbeti taşarcasına evreni, insanı yaratan bir Rabb. Kimilerince tıpkı sevgisini saklayan babaların akşam evlatları uyuduktan sonra yanlarına varıp onların saçlarını okşaması gibi uzaktan, gözetip, koruyan, bazılarında muhabbet, bazılarında merak, bir kavrama çabası, çırpınışı, bazılarında öfke ve pek çok başka insani his ve düşünce uyandıran -inananlardan kimilerince Rabble- Tanrıyla, bu imanın nişanesi olan hislerden herhangi biri veya birçoğu eşliğinde hasbihal etmektir, dua. Zira Allah, reddetme iradesine rağmen kulları tarafından muhatap alınmayı murat etmektedir.

Duadan bahsediyoruz bir dostla. İnsanın herkesten çok kendi kendini, Rabbe şikayet ve havalesinden. Dua bu açıdan aslında insanın otokontrol mekanizmasını besleyen ve bileyleyen bir eylem. Başka hiç kimsenin bilmesine, şahitliğine gerek bırakmayan, böylelikle suistimallere kapalı, örtücü bir Rahmet kapısı. Gecenin bir vakti sabaha karşı oturduğumuz bankta cinnet geçiren yürüme engelli ve bir de inancı sebebiyle sistem engelli arkadaşımı hatırlıyorum. Dakikalarca Allah’a bağırıp çağırmış sonrasında da bu durumuna üzülüp kahrolmaya başlamıştı da kendisine bu duruma şükretmesi gerektiğini, bağırıp çağırmasının bile imanının bir göstergesi olduğunu, karşılıklı birbirlerini muhatap aldıklarını söylemiştim. Niceleri vardı ki bu durum onlar için lükstü. Hayli zaman sonra teskin olabilmişti ancak. 

Bir dostla duadan bahsediyoruz.
“Duayı da tanrıya melemek ya da miyavlamak biçiminde hiç sevmedim. Bir dostumla nasıl konuşursam öyle dua ederim,” diyor.

Dua benim için de öyle, diyorum. Rabb’le konuşmak, muhabbet etmek lüks bir şey halini almış. Geleneksel inanan insanlar için resmi bir dil biçilmiş. Bazen miyavladığım da oluyor kuyruğuma basılınca, tökezleyince ama onu da kalıp makamda yapmıyorum. Detone metone pek aldırış etmiyorum canım yanınca. Lütfunla bunu da atlatayım daha ahenkli makamda niyazlanırım, diyorum.

“Ben de detone dualar ettim, yalan yok. Miyavladığım da oldu. Sonra dualarımı kritik ettiğimde çoğundan utandım. Şimdi de yarı kavga yarı, konuşma biçiminde dua ediyorum. Sonunda da ne yapıyım sen haklı olabilirsin ama benim de canım yanıyor, diyorum. Anlaşıp gidiyoruz.” diyor.

Duadan bahsederken bile, başımızı eğip kalbimizle ve onu yaratanla hasbihal edip, henüz hakkiyla kavrayamasak da ne'liğini dua etmeye devam ediyoruz...
Dilsizmütercim:170220112000

blogcu yorumlarından:

Emine Batar | 18 Şubat 2011, saat: 20:09
Dua sözün içindeki candır. O canı diri tutmanın yolu sanırım sadece samimiyet. Rabbim, ister ayakta ister otururken... ister gülerken ister ağlarken... ister ezberlenmiş cümlelerle isterse kafiyesiz cümlelerle olsun... samimiyet istiyor. Akıl ile duygunun birlikte olduğu, tamamlanmış bir samimiyet...
Rabbim samimi olanlardan eylesin.