[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

5 Şubat 2011 Cumartesi

Dünlükte Son Nokta


Uykusuzluktan midesinin bulandığı bir gecenin ardından biraz kestirip daha bilgili ama daha merhametsiz bir sabaha uyandı. Bunu fark etmesi için yeni günün haberlerine bakmasına ihtiyacı olmadığını bilmek daha da moralini bozdu. Kapıya karşı konumlandırdığı tahta masanın üzerinde kitaplardan kurduğu barikattan arda kalan yerde mevzilenip, günlüğüne birkaç satır yazmaya azmetti.

“Uykumda içimdeki değirmenlerle boğuşurken o kadar çok sağa sola dönüyorum ki sabaha ölesiye yorgun kalkıyorum nicedir. Canım çok sıkılıyor, susmak da konuşmak da istemiyorum. Tutkal gibi bir hava çöktü üzerime, okuyamıyor, yazamıyorum da. Düşünmem bile kesik kesik. Dışarıda yürümek için iştahımı çeken bir cadde de gelmiyor aklıma. Somut bir sebebi bulunmayan ama altında sayısız reel gerçekliğin efkarını barındırıp bir zaman sonra onları besler hale gelen bu sıkıntı türü en beteri. Filmlerde kendini dövdürüp deşarj olmak için kahveye girip, arıza çıkaran anti-kahramanların ruh haline büründüm resmen. Ama öyle bir lüksüm de yok maalesef. Yeterince dil yarası izi var zaten varlık aynamda, kelimelerin eliyle dövülmek işime gelmiyor. Zira onun izi daha zor geçiyor.”

Durdu. Kalemi birkaç defa parmakları arasında çevirip masaya bıraktı. Kalkıp pencereye doğru ilerledi. Camlar buğulanmıştı. Eliyle geceden bir parça görebilecek kadar yeri sildi. Cama o kadar yakın duruyor ve sıkıntıdan öyle derin nefes alıp veriyordu ki buğuda açtığı aralık yeniden perdelenmeye başladı. İNe garip. İnsanın kendi soluğu kendine set oluyordu. Yakınlarda bir sokak lambası da olmadığından gözlerinin neyi kaçırdığından bihaber olmak onu yeniden yazı masasının başına döndürdü. Artık sıkıntıyla güreşecek kadar dirilmişti içindeki yazma tutkusu. Kelimeleri yeniden yan yana dizmeye koyuldu.

“Böyle günlerde bilincim, evvelce “derin” dondurucusuna attığı bir meseleyi ısıtıp canlandırmaya mı hazırlanıyor diye endişeli bir merak sarar beni. Dün tebessüm etmekten bir ara yanaklarım ağrıdı. Oysa çokça tecrübe edemiyorum bunu. Yüzümdeki gülme izleri can suyu içtiler sanki. Şimdiyse halime bakın. Bu hep böyle. Yaşamın bu iniş ve çıkışlarından birini seçip onun monotonluğunda boğulmaktansa, bu medcezirlerin varlığıma kattığı dikey derinliğin ve yatay çalkantıların yahut da hararetiyle erittiği kimi hantal -içsel- genişliklerin acısını tercih ederim yine de. İnişlerin ve çıkışların ahenginden başkası zaten yok hayatta. Bu yüzden yaşam melodik değilse de harmonik sayılabilir.

Geçenlerde, biri yüreğinin götürdüğü yere git nasihatinde bulundu. Anımsıyorum. Bu çok iddialı bir ifade gibi geliyor bana. Her şeyin hep gönlüme göre olmasını istemiyorum. Çok fazla bu. Sorun yüreğimin taleplerinden çok hayatın kendisi. İsteklerimiz ve edindiklerimiz yaşamın sadece bir yüzü. İnsan bir noktadan sonra zor da olsa şahsi acılarıyla başa çıkmanın yolunu buluyor. Hayatı çok fazla kişiselleştirmemeye başladığında işi daha kolay insanın. Ama ya içselleştirdiğimiz başkalarının acıları. Belki de kişisel memnuniyetsizlikleri hissetmemek için başkalarınınkilere daha sıkıca sarılıyoruzdur. Bilemiyorum. Öyleyse bu iyi niyetli de olsa bir bencillik değil midir? Onu da bilmiyorum. Sanıyorum insanın varlığını anlamlandırabilmek için, kulluğuna şahit kılacak başkalarına ihtiyaç duymasından kaynaklanıyor bu durum. Ötekiyle etkileşim halinde olacak ki var oluşunu kendi için, Rabbinin nazarında sınayacak. Belki de bu yüzden dolaylı da olsa bireysel acı yok. Ama acı hep var. Ve durgun demlerde daha seyreltilmiş ve daha kuvvetli hissediliyor. Acının neliği onu çekilesi kılıyor. Bu yüzden onu anlamlı kılma çabamız bilinçli ya da bilinçsiz çok insani. Soyut ve somut manadaki yaşam akışımızı kesen acı bizi durultacaksa, erdemli bir havzada biriktirecek, büyütecekse; ona misafirperver davranmaktan başka çaremiz de olmasa gerek.

Bir dost da her şeyi anlıyorum ve bu beni öldürecek diye mırıldanıyor. Sonradan öğreniyorum ki, Dostoyevski’nin vaktiyle sarf ettiği bir cümle imiş bu. Çağın şimdisinde, evvelinde ve ahirinde fikir sancısı çekenlerle aynı cümleleri mırıldanmak, benzer konularda çırpınmak garip bir haz veriyor insana. Hakikatin cüzlerinin aynı sancı patikalarından ve uçurum kıyılarından gerçek yeniden ve yeniden keşfedilmesi insanda uyuşukluk vermeyen bir ecza tesiri uyandırıyor. Kimi zaman da bu yeterli gelmediğinden anestezik cümleler arayışına giriyoruz. İnsanın kaderine düşense; genelde bütün olarak cemalini aklımızın gözleriyle seyredemediğimiz hakikatten ölecek kadar olmasa da sürünecek kadar anlamlar koparmak. Belki de henüz öldürecek kadarına, öldürüp diriltecek kadarına nail olamadık. Nihayetinde ölüm de bir bilme hali. Bazen de insan nisyan ile malul olduğundan tam o öldürücü gerçekliğin sınırına varıyor ki, ona aşikar olanın bir kısmını unutayazıyor. Daha az hatırlıyoruz ve “su” seviyesi alçalıyor bizimle beraber.

Batıp batıp çıkıyoruz! Güzelliğe ve çirkinliğe, hatırlayışa ve unutuşa, dalıp dalıp çıkıyoruz. Allah, bir fenalığa bulaştığınızda, yani elleriniz, varlığınızı yaratana ve özünüze ihanet ettiğinde kötülüğü varlığınızda sabitlememek için hemen ardından bir iyilikle onu defedin, demiyor mu? Bence evrenin en büyük sıkıntısı, inananların en büyük çelişkisi bu uyarıya hatta uyarıdan çok hayati tüyoya kulak asmamak, kötülükte aktif, iyilikte pasif olmak. Kötülüklerimizi def etmeyi hep yarına ertleme/mek/te mesele.”

Kalemi elinden bıraktı. Avuçları terleşmişti. Elinin ayasının kağıda değen kısımları hamurlaşmaya başlamıştı. Bu ter, diye düşündü. Ne garip bir yapıya sahip. Ne kadar da güçlü. Maddeyi ve olayları eğip bükecek kudrete sahip. İçinden haykırmak geldi. Dünyanın bütün emektarları, terlerinizi birleştirin ve boğun emek sömürgecilerini. Ter yani emek. Çaresizce başını avuçlarının içine aldı. Terindeki tuzu hisseder gibi oldu yüzünde. Neden yazıyorum dedi. Avuçlarımı terleten bu emek ne inşa edecek. İnşa edebilecek mi? Pazuları yoktu onun. Narindi. Omzuna değil kelimelere yüklüyordu taşınması gerekeni. Hatta omzuna yüklenenler için kelimelerden asalar yontuyordu kimi zaman. İşe yaramıştı şimdiye dek. Çünkü kelime gücünü kalem sahibinden değil “kalemle yazmayı öğreten”den alırdı. Günün birinde samimiyet harcıyla karılıp da anlamını sağlamca yüklemeye çalıştığı bu kelimelerden de bir hakikat, bir hayır inşa edebilecek miydi? Eli de yüreği de mahkumdu. Varlığını duaya çevirebileceği daha iyi bir şeyi yoktu. Ama yine de korkuyordu. Yaşamına paralel yazarsa kalemi, kelimeleri varlığının kurbanıydı. Harç karılmaya başlamıştı bile. İki damla yaş düştü sayfaya. “Gözyaşı” mahzun yazarın son noktasıydı.   
Dilsizmütercim: Meryem Rabia Taşbilek 02/2011

dilsizmutercim | 06 Mart 2011, saat: 19:41

selam kardeşim,
bu sayfada emek verilmiş hele de soru içeren yorumlara rastlamak güzel.
ama soru çok genel muhatabı ben de sayılmam tam manasıyla, sanki daha çok bir sesli düşünüş.

sadece şu kadarını söyleyebilirim, bir yerde de nasip işi sanırım yazı. rızık gibi. şayet ikisini de, kelimeleri ve her türlü azığı, rızkı verenin Allah olduğuna inanıyorsak...

\"edebiyat için edebiyat\" felsefesi biraz şaibeli geliyor bana. derdi olan kelimeler onu imla hatalarına raümen güzel kılıyor. ama iş sırf mesaj verme derdine düşerse o da edebiyat olmuyor, slogan ve bildiriye dönüşüyor. bu yüzden denge ne kadar kıvamındaysa metin o kadar güzelleşiyor sanırım. benim teorik bilgim örgün eğitim açısından lise bile değil. vaktiyle başörtüsü yasağı sebebiyle okuldan ihraç edildiğim için. bu bağlamda özgün okumalar daha faydalı sanıyorum.

selam üzerinize olsun.
ferah feza | 06 Mart 2011, saat: 19:18 meraktayım, nasıl denk düşüyor birbiri ardına bu cümleler.

konu sadece edebiyat olsa ve bende şöyle br soru sorsam.

iyi yaznlarla iki kelimeyi bir araya getiremeyenlerin arasında ki en temel fark nedir.