[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

26 Ocak 2011 Çarşamba

Aynanın Suistimali

Kapıya doğru ilerlerken, karşıdan gelmekte olan gürültülü kalabalığa bakıp, modern yaşamda insanlar artık pul koleksiyonu gibi çevre ediniyor diye düşündü. Kendiyle baş başa kalacak vakti ve cesareti bulamayanlar içlerindeki o taşkın sesle ve her yerden kendisine seslenmeye çalışan o aşkın kelimeyle arasına bir set vurmak istercesine, derdiyle dertlenmediği, haliyle hallenmediği, onun aynası olamayan, buna imkan verecek kadar karşılıklı derine inemedikleri, tampon varlıklar topluyorlar etraflarına. Pul koleksiyonu gibi evet, çünkü nitelik değil nicelik, tanımak değil, tanış olmak mesele olmuş. Yüreğe nüfuz etmek değil, nüfuzlu olmak! İnsanın kendi kendini hakkıyla muhatap almadığı bu hayatta, insanca ama insanilikten uzak iletişimler de işte bu yüzden pul koleksiyonunun ötesine geçemiyor olsa gerek. Farkındalık için ayna gerek, ayna gibi dostlar gerek.
Binanın çıkışına varmasına birkaç adım kalmıştı ki içeri girmek için gözüne kestirdiği kapının tam yanındaki kapı kendinden önde giden biri tarafından açılmış, kapanmadan evvel adımlarını hızlandıracak bir başkasının daha aralıktan geçebileceğini ima eder bir davetkarlıkta durmaktaydı. İçinde bir an olsun düşündükleri sekteye uğramış dikkatini kapıdan yana vermişti. Pragmatizmin canı cehenneme, inat değil mi istediğim kapıdan çıkacağım işte der gibi yönünü değiştirmeden seyirtti. Hem bu acele de neydi! Kapı aralıklarından kotardığı zamanı ne için biriktirecekti. Düşünüyordu ya işte, yetmez miydi?! 
Binaya çıkarken cam kapıda suretini gördü, aklı az evvel düşündüklerine: insanlara ve aynalara küçük bir patinajla geri döndü. Mümin müminin aynasıdır ifadesini aklında genelledi. İnsan da insanın aynasıydı. Ama kimi müştereklikler bu aynayı berraklaştırıyor olmalıydı. İnsanın bu hali bir aynadan bahsedilmeden de pekala vurgulanabilirdi. Demek ki burada insan kadar ayna da dikkate değerdi. Ayna evrendeki en güzel ayetlerden biri, dedi içinden. Dilleri olmadığına sevinmeli mi, üzülmeli mi? Sevinmeli sanırım. İnsansa öyle mi? O kelimelerle tarif edebilir pekala ona yansıyanı, aşikar edileni.
Ayna! İnsanın belki de ilk defa kendiyle göz göze gelmesine aracılık eden bir sır. Henüz insanın insana ayna olmaklığının farkına varamamış varlıklar için bir yüzleşme vesilesi. İnsanı göz göze gelmeye en çok korktuğuyla karşı karşıya getirip aradan çekilen, ışığın ve karanlığın bir kısmını, muhatabını tarif etmek derdine sinesine alan bir varlık; ayna. Kimi dostlar da öyle değil mi? Varlığına bir sır çalınmış da kumun, camın ve canın, gördüğü her şeyi ona yüz verene, göz verene tarif etmeye mahkum olmuş. Kimi zaman zorlanmış da kırılmış. Dili dönmemiş zira gördüğünü tercüme etmeye. İnsanın yüzünde gezinen O kudret eline hep hayran kalmış da, görsün istemiş yüzün sahibi de varlığındaki bu edile gelen, göze gelen güzelliği. Zamanın attığı çentikleri, kimi zaman da çirkinliği...
Her vakit başkaca bir tarife muhtaç olan insan denen bu varlık her defasında bakmış da aynaya görmek istediğinden ötesini görmemiş hiç. Oysa kimileri bilirmiş, insanın edilgenlikten ve kendi elleriyle kendisine edegeldiklerinden sıyrılmak için kendi tarifine, tanımlamaya ve bazen de tanımlanmaya muhtaç olduğunu. Bu yüzden aynanın karşısına geçip de o zor olanı göze alıp, kendi gözlerine bakmak gerektiğini de bilirmiş. Böylelikle ruh penceresinden bedenini seyredebilir ve kıvrımların oluşturduğu atlastan kimi bilgilerle, baktığının ardına geçebilirmiş. Kimi zaman da aksi olurmuş elbet. İnsan gördüğünün ihtişamını kendine yorup; kabardıkça kabarırmış, ta ki ulaştığı bir sivrilik onun havasını alıncaya dek. Oysa ayna ancak taklit edebilirmiş ve biraz da tarif. Kendisine bu denli bel bağlanmaması için de görüntünün yanıltıcılığını fısıldar gibi ters düz edermiş görüneni, görenin gözünde. Söylermiş de dinleyen kim. Görene, köre ne! Saf halin ardına düşmesi için insanın evrenine ötelerden aparılmış bu aparatla insan görüntülerle bir kabuk dahi örermiş hakikatle arasına. Ardındaki sırra vakıf olunmasını beklerken ayna usanırmış önünde oyalananlardan. Varlığını çizenlerden, kirletenlerden...
Tıpkı insanın aynası kimi insanlar gibi, diye mırıldanıyor şimdi de. Etrafına bakınıyor ama kendine bakabileceği, kimsecikler bulamıyor. Bu yüzden iç sesinin bir mit gibi anlattıklarına yeniden kulak veriyor.  Ayna/insan kendisini bir yerde sınırladığı için yansır ve yansıtır. Görür ve gösterir. Ardındaki karanlık sır, camı sınırlandırır. Bir yandan da tarifi için bir çerçeve sunar ona. Tıpkı insanı sınırlandıran kimi şeylerin ona yürüme ve ilerleme imkanı sağlayan yer çekimi mesabesinde olması gibi.
İşte bu canı, camda gösteren kırılgan sır gibi dostlar da bizi canlarında gösterir, yansıtır, tanımlar, tarif ederler. Kimi insanlar da muhatabını kendisiyle yüzleştirirler de kendileriyle yüzleşmezler tıpkı aynalar gibi, diyor iç sesi. Belki de gördüklerine rağmen ve görmeleri muhtemel olanlar yüzünden, çatlamamak içindir bunca körleşme uğraşı. Anlaşılması güç olansa; var olmak mı daha mühimdir yoksa görmek mi? Görmek varlığın bir meyvesi mi yoksa varlık “görmek” için mi var kılınmıştır. Bu görüş gözün gördüğü müdür? diye soruyor yine kendine.
Gürültülü bir sessizlikten sonra, ikisi de [iç ses ve o] aynı şeyi düşündüklerinin farkında yeniden devam ediyorlar sükut sohbetine. Neden insanlara baktığımda ne kendimi ne de onları göremiyorum pek çok defa, diye hayıflanıyor iç sesin hamili. Onun hadimi ise, aynaların kirinden, insanların kininden görülesi olan görünmez oldu diyor. Elbet bir de başkalarının aynasında görünür olman için biraz ışığa ihtiyacın olmalı. Kimi insanlar da var ki, onların varlık aynası olduğumuzdan güzel gösterir bizi. Muhatabı için hiç bedel ödememiş aynaların bonkörlüğüdür bu, sakınmak gerekir böylelerinden. İstedikleri; yüz koleksiyonlarına bu latife tutkalıyla bir yeni suret daha eklemektir sadece. Kimi aynalarda, hasetlerinden olduğumuzdan çirkin, şişman ve benzeri yalan tariflerle varlığımızdan yana umudumuzu emerek kendi varlıklarını besleyip, dökülen sırlarını telafi etme derdindedirler. Bir kısım aynalar-insanlar ise hakikati tarif etmeye, yansıtmaya öyle susamış, öyle mahirlerdir ki, elinizle yaşamın tozunu alınlarından biraz olsun silmeniz kafidir. Dile gelir, inşirah olurlar. Mesele aynayı suistimal etmeden, candan canı seyretmede sanırım derken, kaldırım üzerine birikmiş durgun bir su birikintisinden kendine bakmayı deniyor.
“O kısa süren derin dalgınlık zamanında sanki hapsedildiği gövdenin dışına süzülerek, tutsak edildiği yabancı bedeni dışarıdan görüyor. Sonra yeniden kovuğuna döner gibi gövdesine geri dönerek, onu, yeniden "ben" diye sahipleniyordu. Böylelikle gövdenin aşılabilir olduğunu anlıyor, gövdenin bir çeşit hapishane olduğunun yeniden hatırlayıp, ötelere uzanmak istiyor" derin bir iç burkuntusuyla.
[Dilsizmütercim: Meryem Rabia Taşbilek 26012011]