[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Eksilen Baston


giyip ayağımı çıkarken sopam yetişti hele;

emin olup çıkamam çünkü vermesek el ele;

odur cihanda benim yâr-ı cân-ı mûtemedim,

vakûr, hâtırı mer’î,* vefâlı çok denedim.
(mithat cemal kuntay, mehmet akif, s. 26)
***
Yanına vardığımda uzun beyaz saçlarını taramayı bitirmiş, aralarına renkli çaputlar ilave ederek saçlarını örüyordu karşımda. Oturup en sevdiğim dizeleri okuyormuşcasına izledim onu. Az evvel fotoğraflarına baktığım Filistinli ve Ermeni mülteci kamplarındaki kadınların keçeleşmiş saçlarının gözlerimde bıraktığı buğudan dolayı görüntünün netleşmesi biraz zaman aldı. Öyle sakin dokunuşlarla,  fakat yaptığı iş onun bir parçası olmuşçcasına bir aşinalıkla parmaklarını saçlarının arasında dolaştırıp aşağı doğru ilerliyordu ki, insan bir ibadet niyetine onu seyredebilirdi. Yaşlı bir kadın ancak bu kadar güzel olabilirdi. Şuhluğun iç gıdıklayan ve insanı bakmakta olduğunun aslından başkaca noktalara çekip uzaklaştıran kimi tesirlerini yitirmiş olmasının temaşadan yana avantaj haline geldiği bu duru güzellik; gözüme el veriyordu. Saçlarıyla ilgilenişini izlemek nil kıyısında yüzmek gibi bir şeydi benim için. Onun varlığının büründüğü son halle barışıklığı idi bunu sağlayan. Yoksa kırlaşmış saçlar herkese bu dinginliği sağlamıyordu.
***
Ona sarılıp, saçlarına sinmiş tüm yaşanmışlık kokusunu içime çekmek istiyorum. Zor sabrediyorum saç örgülerini bitirmesi için. Sonunda aşağı doğru incelen örgünün ucuna bir düğüm atıp tüm saçı anlamadığım birkaç hareketle birbirine dolayarak başının arkasında kuş yuvasına benzer bir hale getiriyor ve işini bitirdiğini haber verir gibi gözlerimin içine bakarak gülümsüyor. “Geldin demek.” İç içe geçer gibi sarılıyoruz birbirimize. Seni ne kadar özledim bilemezsin, diyorum. “Ben de,” diyor, “ben de." "Her ayrılışımızda bakalım bir daha görebilecek miyim diye hayıflanıyorum. Biliyorsun ben yaşayacağım kadar yaşadım, uzatmaları oynatıyor Allah bana. Gitmeden seni ne kadar çok görsem kar bana.” Dedemin, her nasılsın deyişimde, bekliyoruz demesi geliyor aklıma. İkisi de bekleyişin anlamının farklı bir ucundan tutuyor.

Ömrü tütün yapraklarını dizip, aynalara asmakla geçmiş bu çilekeş göçmen kadın; benim için asaletinin doruğunda. Asalet aslında bir açıdan iç gıcıklayıcı bir kelime. İnsanlığının doruğunda demek daha doğru olur. Bedenindeki damarlar beyin kıvrımları gibi dışarı atmışlar kendilerini. Fakat yüzü o kadar yumuşak ki. Her defasında pamuklardan öpeyim deyip dudaklarımı yanaklarına dokundurduğumda, “evladım benim pamukluğum mu kaldı artık,” diye çıkışsa da biliyorum hoşuna gidiyor.
Kaşlarının bir hizaya kadar uzayıp durmasını sağlayan her neyse, artık yorgun düştüğünden gözlerinin üzerinde dağınıkça uzamış dumanlı bir gölgelik gibi çehresine farklı bir güzellik, bilge bir eda bırakıyorlar. Eski fotoğraflarındaki hayli uzun boylu, kemikli halini hiç görmedim ben anneannemin. Beni bahçede, leğende yıkadığı zamanlarda bile iki büklüm, sırtında yaşamın iri bir kamburunu taşırdı. Hayatımda yaşamın gerçek problemlerine karşı kalkan mesabesinde, içinde hikmet barından hikaye ve masalları bir tek ondan dinledim gece koynunda beni ısıtıp uyutmaya çalışırken. Ama hep ondan sonra uyurdum ya da öyle olduğunu sanırdım. Anlattığı masalları kafamda canlandırıp devam ederdim gecenin içindeki bu şefkat dolu yolculuğuma. Bir divanda enlemesine üç kişi uyuduğumuz gecelerin tadı hala damağımda. Onun dışındaki herkes gerçek olaylardan, kıssadan hisselerden bahsederdi. Oysa en çok onun içime yerleştirdiği mütevazi azıktan beslendim ben. Bunu layıkıyla ona bile söyleyemiyorum. İçimdeki düşünceler kelimelerin kılıfıyla gün yüzüne çıktığında eksik kalacaklar diye korkuyorum. Bu yüzden sadece cefakar ve çilekeş, titrek ellerinden öpmekle yetiniyorum. Ona olan sevgime imreniyorum fakat bunu kendimden bilmiyorum.

Nereden geliyorsa aklıma birden şöyle diyorum: Biliyor musun anneanne, insanların yaralarına dair çok farklı şeyler öğrettin bana. Hani dışarıdaki bekar odasında duran tüfeği yanlışlıkla ateşleyip seni topuğundan vuran genç misafirden bahsetmiştin ya bana. Korkudan seni tam olarak nereden vurduğuna bile bakmadan katil oldum diye tarlalardan yana koşup bir hendeğe saklanan çocuk hani. O olayda kendi acından doğru düzgün bahsetmemiştin bile. Kurşun topuğunun bir yanından girip diğer taraftan çıkmış oysa. Sesi duyup gelen dedeme seni bırakıp çocuğun ardından gitmesini salık vermişsin. Panikten, katil oldum diye intihar ederse diye korkmuşsun. Dedem de onu bir hendekte çamura bulanmış, sürekli bazı cümleleri tekrarlarken bulmuş, eve getirmiş. Uzayıp giden bu hikayeye bir de aklımda analığının sana maşayla vurduğunu anlatışını ilave ediyorum. Yıllardır ara ara omzunu sıyırıp o izi gösterip ağladığına şahit oluyorum. Bu beni çok etkiliyor. O maşanın izi sanki senden bana geçiyor. Omzumda gezdiriyorum senin hatıranı. O kadar kanıksadım yani. İnsanların yaralarının derinliği daha çok yaralayandan alıyor kuvvetini. Bunu bana ilk sen öğrettin. Bu olayları ilk anlattığında henüz insanlar tarafından yaralanmamıştım. Başkalarının yaraları beni de kıvrandırma yetiyordu sadece. Şimdi senin yolunda ilerliyorum. Yaralanmama mani olmuyor senden öğrendiklerim ama yaralarımı nasıl taşıyabileceğimi öğretiyorlar.

Gülümsüyor. Normalde asla bu kadar sessiz durmaz. Bu gün hayli yorgun düşmüş belli ki. Yahut da halden anlayıp içimdeki basıncın biraz dinmesini bekliyor. Of, ne de çok konuştum. Susadım senin beni anlayarak dinleyen kulaklarına, ne yapayım, diyorum. Sen halden anlarsın...

“Anlarım elbet, ikimiz birer matruşka bebek gibiyiz. Sadece ben içimde senden daha fazla katman barındırıyorum,” diyor. Ah anneanne, biz boşuna mürekkep yalayıp duruyoruz desene. Hayatın, tozunu yutanlara ettiğine bak sen. Ne de güzel dedin, diye tatlı bir serzenişte bulunuyorum içeri göçmüş bağrına yaslanırken.

Gülümsüyor. Yüzüm aydınlanıyor. Benim saçlarımı da örer misin, diyorum. “Olur ama önce senden bir şey isteyeceğim, diyor.  Benim emektar baston, bana yine uzun gelmeye başladı. Alt kısmından yine keser misin?”

İçim bir garip oluyor. Bir insanın vücudunun zaman karşısında ne hızda eridiğini ölçüyorum sanki her defasında o bastonu elime aldığımda. Standart bir boyda alınan baston birkaç yılda, alt kısmından kesile kesile en son gördüğümde biraz mübalağalı bir tabirle, neredeyse baston şeklindeki şekerlere benzemeye başlamıştı. Nasıl bir duygudur Allah’ım? Yaslandığın dayanağın sürekli kemiklerin eriyip, bedenin küçüldüğü için parça parça kesilmesine ihtiyaç duymak. Dayanağın; dayanan küçüldüğü için kısalmasına gereksinim duyulması? Her dem bir tahta kurusu gibi kemiriyor varlığımızı zaman. Fakat şükür ki evrende hiç bir şey tükenmiyor. Sadece hal değiştiriyor. Gençlikle beraber ayağımızın altına eklenen ilavelerle göğe uzanacağımızı düşünürken zaman içinde toprağa yakınlığı bu kadar bariz hissetmek. Çok garip. Umulur ki bu tecrübe insana uzanışın hariçten değil içeriden mümkün olduğunu telkin etsin. Tüm bunları düşünürken, sessizce peki diyorum.

Odadan yamalı bir perdeyle ayrılmış kilerdeki alet edevatları biraz karıştırıyorum. “İki parmak kesiver,” diyor ninem. Kendi parmaklarımla iki parmaklık bir kısmı ölçüp, kesmeye koyuluyorum tahta bastonu. Testere yaşlı, arif ve vakur bir kadının hayatının bir ucundan girip diğer taraftan çıkıyor sanki. Yine gözlerim buğulanıyor. Kendi protezimi kesiyorum sanki. Bir yandan da geleceğime dair muhtemel bir tefekkürü bu kadar yakından ve sahici yaşadığım için nasipli addediyorum kendimi.

Bastonun ufalanan kısmından güzel bir talaş kokusu geliyor burnuma. Tırtıklarını düzeltirken yüzleştiğim gerçekle biraz daha barışık buluyorum kendimi. Aklımda şu ayet dolaşıyor başladığım işi nihayete erdirirken: “Ve kimin ömrünü uzatırsak yaratılışta âdeta geriye döndürürüz onu, çocuklaşır; hâlâ mı akıl etmezler?” Yasin 68 Biliyorum ki bu baston bir vesile. Ninemin asıl yaslandığına ben de yaslanarak, yüzümde yeni bir tebessümün doğum sancısıyla acıyı def ederken yanına varıyorum. Dizine uzatıyorum başımı.
Dilsizmütercim:Meryem Rabia Taşbilek 013725052011

"düşüp üstünde ağlamak isterim,
soyle ey Tanrı dizlerin nerede"
[behçet necatigil]