[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

19 Temmuz 2011 Salı

Onun ayakları, yazarın parmakları...


Yazar uzandığı yerden doğrulup, krem rengi kanepede uzanmış birinden bahsedecekti. Tam da onunla alakalı bir cümle yazmıştı ki, aklı “krem rengi” tamlamasına takıldı. Bu ifade nedense içini gıcıkladı. Zaten üzerinde çokça pineklenen açık renk koltukların her zaman kötü bir seçim olduğunu düşünmüştü. Krem rengi ifadesinin ne kadar evrensel olduğuna takılmıştı aklı. Kim belirliyordu bu standartları, sıfatları? En çok da, çocukluğundan beri pastel boya kutularındaki “ten rengi” boyadan rahatsız olmuştu. Üstelik küçük yaşlarından itibaren kendi ten rengiyle bu kadar uyumlu olması bile bu rahatsızlığı biraz olsun hafifletmemişti.

Öğretmen, evet çocuklar şimdi de şu kısmı ten rengine boyayalım dediğinde; yanındaki esmer sıra arkadaşının elinin hangi boyaya gideceğine merakla bakmıştı pek çok defa. Garip bir şekilde genel geçer kabule uygun olarak hareket ediyorlardı çocuklar. Aralarından kendi ten rengine bakıp da kafasında soru işareti oluşan kaç çocuk vardı bilmek isterdi. İşte bu yüzden yazar, kanepenin renginden bahsederken krem rengi dediğinde bir garip oldu. Sonunda, kanepede uzanmış kahramanını elindeki hacimli kitabı karnının üzerine bıraktırıp uyutmaya karar verdi.

O kadar yorgundu ki, gözlerini rahatsız etmeye başlayan ışığı söndürmeye üşenip göz kapaklarını saçlarından topladığı bir perçemle örtme yolunu seçti. Ve şimdi de muzip muzip gülümseyerek uyumaya çalışıyor. Saçların en çok bu işlevselliğini seviyor. Yazar hikayelerinde kullanılası bir çok güzel ismi bellediğinde barındırsa da, sırf okuyucuya cinsiyet algısının asgariye indirildiği hikayeler ulaştırmak için nicedir isimsiz insanlardan bahsetmeyi yeğliyor. Çünkü çocukluğundan beri şahit ve muhatap olduğu bu yorucu ve örseleyici cinsiyet algısının ötesinde, insani müştereklikleri görmek ve sunmanın keyfine varmak gibi lüks bir umut hastalığına yakalanmış.

Ne diyordu, saçların işlevselliği... Ama gel de bunu kahramanın babasına ve çevresinde onu anlamak yerine sürekli kendi anlamlarını üzerine giydirmeye çalışan insanlara anlat. Erkeklerde uzun saça tahammülü yok bu insanların, kızlarda ise kısa saça. Hele bir öğretmenin kendi öğrencilerinin uzun saçlarını uyarırken kendi oğlunun aynı herzeyi yemesi kabul edilebilir bir şey değil.

Sahici olan, yazarın ya da kanepede uzananın ayak ucunda duran kedinin, kendi hikayesinde bir ilerleme kat ettiği... Gri üzerine beyaz ve kahve benekleri olan bu kedi iki günlük bir firarın yorgunluğunu üzerinden hızla atıp kendini affettirmenin derdine düşmüş, bin bir takla atmakla meşgul. Altına saklandığı külüstür arabalardan sızan yağ üstüne başına bol miktarda bulaştığından hafif uçarı, hafif yakıcı bir değer kazanmış sanki. Zavallı kedicik dışarıda kendisine yardım edecek, karnını doyuracak mahalle anlayışının çoktan buharlaşıp gittiğinden bihaber
merakına yenik düşüp şansını denemiş olacak. O da şehrin insanları gibi bir sera varlığı olarak yetiştiğinden, özüne dönüp karnını doyuracak kadar avcı özelliklerini kazanmadan evvel muhtemelen ölmüş olurdu evin yakınlarında dolanıp yeniden eski düzenine kavuşmasa idi.

Kanepedeki kahramanımız, dün bahçedeki komşu çocuklarına kediyi görürlerse kendisine haber vermelerini rica ettiğinde, onu bulursanız size benden bir kek ziyafeti deyiveriyor. Sonra da bu söylediğine pişman oluyor. Çocuklar zaten en vasat davranışları bile sürekli bir şeyler alırsan, verirsen pazarlıkları üzerinden yapmaya alışmışlar. Bu normalde onun çok canını sıkan bir durum. Fakat sanırım kediyi bulma isteği bu hassasiyetine galip geliyor. Oysa çocuklara kedi bulunduktan sonra bir şeyler ikram etmek bu pazarlıktan çok daha anlamlı olurdu. Asıl bomba bu cümlesinden sonra patlıyor. Çocuklardan biri şöyle karşılık veriyor;
“Ölü bulsak da bize kek verecek misin?”

Bizimki bir müddet şaşkınlıktan bir şey diyemiyor! Sonra, "Sakın yakalayamayacağınızı düşünüp ödülü hak etmek için kediyi öldürüp getirmeyin bana, bozuşuruz!" diye cevaplıyor. Çocukların zihni, kalbi ne hale gelmiş ki, ortada kaybolmuş bir kedi varken hiç tereddütsüz ödüle odaklanabiliyorlar. Yani şimdi bu çocuklar, kediyi ölü bulsalar buna üzülmek yerine yiyecekleri kekin akıbetini düşünecekler... Nasıl bir haldir bu? Annesi ve babası çalıştığı için, gün içinde çocuk yaramazlık da yapsa her akşam kıvranan vicdanını uyuşturmak için gerekli gereksiz eve sürekli hediyelerle gelen ebeveynlerin çocukları bunlar.

Bu durumda Red Kit’in hikayesinde karşılıklı düelloya çıkan adamların iştahla ölçülerini alan cenaze levazımatçısı hiç de abartılı olmasa gerek. Aynı gün kahramanımız -ki tek kahramanlığı bu hikayede yer almaktır- bir arkadaşının oğlunun okuluna büyük bir telaşeyle yetişmeye çalışmasına şaşırınca şu cevabı alıyor;
“Okul bitiminde geciktiğim her dakika için 8 dolar ceza yazıyorlar. 10 dakikalık bir gecikme bana 80 dolara patlıyor senin haberin var mı!?”

Allah’ım ne hayret dolu bir gün! Anne babalar çocuklarını, ceza yememek için vaktinde almaya çalışıyorlar, çocuklar ceza yiyen ebeveynlerinin muhtemel hayıflanmalarını duyuyorlar! Ve ne okul yönetimi, ne müstahdem, ne de sınıf arkadaşlarının velileri artık böyle toplumsal bir yardımlaşma özelliği taşıyorlar! Bu ne korkunç bir şey! Sonra bu çocuk ölü kedi için kek istemesin de ne yapsın!?. Sanki distopik bir bilim kurgu romanının içinde yaşıyoruz.

Kanepede biraz kestirmeye çalışıyor ama uyku tutmuyor. Kalkıp hazırlanıyor. Biraz dışarıda yürümek iyi gelir belki diye kendini dışarı atıyor. İşlek bir caddede ilerlerken bir dilencinin yanından geçiyor. Dağılmış, genç bir adam bu. Başı önünde dalgın dalgın düşünüyor. Önüne yerleştirdiği kartonda kötü bir el yazısıyla şöyle yazıyor:
“Neden yalan söyleyeyim, içki almam lazım.”

Geçenlerde izlediği filmden bir replik geliyor aklına. Kadının biri yeni bir kıyafet almakla, ihtiyaç sahibi birine yardım etmek arasında kararsız kalıp arkadaşlarına danışıyor. Arkadaşları da biz yoksullara da dilencilere de para vermeyiz diyor. Hele dilencilere asla! Çünkü onlar gidip verdiğimiz parayla içki alıyorlar. Kadın gülerek, ya siz o parayla içki almıyor musunuz? diye cevap veriyor.

Kahramanımız durup cebinden bir miktar para çıkartıyor. Aslında sadece azını bölüşüyor. Normalde içki kullanmıyor ama adamın dürüstlüğü, onu cebindekini bölüşmeye sevkediyor. Yalan da söyleyebilirdi en nihayetinde. Ya da doğruyu söylememekle yetinebilirdi. Üstelik adam bunu dikkat çekmek için yapmışa da hiç benzemiyor. Dürüstlüğü, ihtiyaç duyduğu içkiye harcamasından daha ön plana çıkıyor bu şekilde. Adam önce parayı verenin yüzüne hiç bakmıyor. Sonra bir an uzanan eli takip edip yüzüne doğru yükseltiyor bakışlarını. Şaşırıyor biraz sanki. Uzun zamandır kimseler para vermemiş gibi. Hele onun gibi biri... Bir dilenci fizibilitesiyle pek uyumlu bir davranış olmasa gerek ama ne çıkar. Karşılıklı tebessüm edip, sözsüz bir diyalog kurduklarını hissederken ayrılıyor dileyenin yanından. Oysa içki satan dükkanlardan alışveriş yapmamak üzerine eğitilmişti...

Sonra, Kurban Bayramlarında babası içki içtiği için, içkiye meze yapar diye et payı götürülmeyen ailelerin anne ve çocuklarının göz yaşlarına toslamıştı. Üşümüştü onları ağlatan bu yontulmamış duyarlılıklarının rüzgarında. Oysa bu inanç inceltmeliydi insanı ki bayramı hak edebilsindi. Düşünüyor, daha çok düşünüyor, yüzünde çelişik de olsa bir tebessümle yürüyor caddelerde. Onun ayakları, yazarın parmakları yoruluyor. İkisi de duruyor.
Dilsizmütercim:Meryem Rabia Taşbilek 035428072011