Loş
oda iki gencin soluğuyla soğuğu kırılmış, kendisini tasvir edecek
olana, şivekar gölge oyunlarıyla arzı endam ediyordu. Odanın tavanı da
duvarlarla aynı renk boyanmış, böylelikle enteresan bir küp halini
almıştı. Yıllardır isteyip de ancak gerçekleştirebildiği bir şeydi bu,
uyanık olan için. Odaya girdiklerinde sanki boyut değiştirip kendi
kurtarılmış bölgelerine adım atıyorlarmış gibi geliyordu ona. Bir
yakınlarının ev tadilatından arta kalan boyalarla hayaline kavuşmuştu
sonunda. Aslında daha çok beğendiği bir mavi tonu da vardı arta kalan
boyalar arasında ama tavanla birlikte bu odaya yetmediğinden duvardaki
renge talim etmişlerdi. Şimdi ise, gecenin karası mavinin damarlarında
dolaşıp ona kendi libasından giydirmeye başladığında, bu renk de gözüne
başkaca güzel gözükmüştü. Yine de bu, içinin labirentlerini aydınlatmaya
kafi değildi. Karanlığın küfrü onun içine çoktan çöreklenmişti bile.
Böylesi kimi geceler artık uykusuzluktan midesi bulanmaya başlar fakat
yine de uyuyamazdı.
RımRım uyuduktan sonrasına saklardı ağlamayı. RımRım’ın nefesi uykunun
ritmine büründüğünde artık gece beriki için başlamış demekti. İkisi
yetiştirme yurdundan beri arkadaştılar. Kendi ayakları üstünde,
zamanında yetişemediklerine erişmek için didiniyorlardı birlikte. Biri,
evvelce yaşadığı hayatı daha az hatırlamak için yeni hikayelere hızla
giriş yapmış, geçmişle arasına suni bir paravan inşa etme telaşına
girmişti şimdiden. Diğeriyse, geçmişte yaşadıkları ve yaşayamadıklarıyla
öylesine bütünleşmişti ki onları unutmaktan korktuğu için, yenilerini
yaşamaktan yana çekimser kalmıştı. Nedense sürekli rüyasını görmekten
özlemini çekmeye fırsat bulamadığı bir yaşamı ve geride bir yerlerde
bıraktığı sevdiklerini fazlasıyla özler olmuştu. Artık rüyalarına gelmez
olmuşlardı zira. Önce hayalleri tedavülden kalkmış, şimdiyse rüyaları
onu terkeder olmuştu. Büyümek dedikleri böyle bir şey olsa gerekti.
Ağlıyordu. Neredeyse her gece. Hıçkırılarını, iç kırıklarını sakladığı
gibi bastırmaya çalışması, kendine dahi zayıf gözükmekten çekindiği
içindi. Ağlamak acziyet göstergesiydi onun için henüz. Oysa kişinin en
insani yüzlerinden biri olan bu gözü yaşlı çehre kimi zaman var olanı
kabulle, onu daha da güçlü kılabilirdi. Henüz bunu bilmiyordu. RımRım’ın
nefesi gecenin ayazında kesilir gibi olduğunda bütün bu düşüncelerden
sıyrılıp, onu kaybetme korkusuyla paniklerdi. Böyle zamanlarda içgüdüsel
bir hareketle ayağını RımRım’ın ayağına dokundurup, vücut ısısını
kontol eder de ancak rahat bir nefes alırdı. Kimi zaman da ayaklı başlı
yatarlardı. Çocukluktan kalma bu alışkanlık kekre bir tat bırakırdı iç
aynasında.
İkisinin mizaçları birbirine hayli kontrast yapardı. Biri otobüste
yanlış durakta inecek düğmesine dokunsa, şöföre sesini yükseltip
açıklama yapmamak için sessizce alakasız bir yerde inmeyi göze
alabilecek biriyken, diğeri utanmasa aracı kendi kapı önüne kadar
götürtecek gamsızlıktaydı. Yine de birbirleriyle paradoksal bir ahenk
oluşturmuşlardı. Sanırım bunda çocukluklarından beri oluşan bu hatıralar
ve müşterek cefalar lehiminin de azami etkisi vardı. İşte bu bahsi
geçen iki ayrı tip yolcu çeşidi gibi yaşam otobüsünde devasa bir sorun
çıkmadığı sürece beraber yol alanlar gibiydiler onlar da. Beriki bazen
dostunun bu gamsızlığından hayli bunalıp, RımRım’ın günün birinde sırıl
sıklam aşık olup da bu varlığının yontulmamış kısmlarının incelmesinden
yana dua ederdi. Aşkı tatmış biri olarak arkadaşına dua mı beddua mı
ettiğine bir türlü karar veremeyip muzipçe gülümserdi böylesi demlerde.
Bu sabah, erken uyanamayanların asla duyamayacağı kuş cıvıltılarıyla
yine her zamanki vakitte uyandılar. Bir ara RımRım, şehrin gürültüsü mü
örtüyor şakımalarını, yoksa gerçekten gündüzleri susuyorlar mı diye
düşündü. Güneş asfaltın pütürlü yüzeyiyle cilveleşip, akşam güneşine
benzer bir ışımayla caddeleri aydınlatırken ağır aksak, uykunun
üzerlerinde kurduğu hakimiyetten sıyrılmaya çalışır halde yürümeye
başladılar su benti boyunca. Her zamanki börekçiden bir porsiyon su
böreği, bir porsiyon da kol böreği alıp, otoparkla birleşen yerinden hiç
yabancısı olmadıkları her hallerinden belli hareketlerle birkaç
zıplayışta bentin tepesine tırmanıverdiler. Sonrası hayattaki nadir
sefalarından biri. Yani kahvaltıyı su bentinin tepesinde bir ritüel gibi
icra etmek. İkisi de ayaklarını börekleri atıştırmakla eş zamanlı
olarak bentin duvarlarından aşağı ileri geri sallandırmaya bayılırdı.
Sanırsınız ki bu keyif yediklerinden fazla doyururdu onları.
Karınlarının doymasıyla doğru orantılı gittikçe dillenir, konuştukça
coşarlardı. Evvela biraz hayal kurmadan edemezlerdi. Ruhlarının manevi
dopingi mesabesindeydi bu! RımRım, öldükten sonra neler
yapabileceklerine dair ihtimaller üretmeye başladı bu defa. Diğeri
muzipçe lafa karışıp, şayet işleri yaver giderse Cennette mizah dergisi
çıkartma fikrini ortaya atıverdi. Birlikte karınları ağrıyana dek
güldüler. Öyle bir dergi çıkaralım ki, Cennet meyvesi olarak talep
ettiğimiz üstün mizah yetisiyle, onu tutup Dünya’dayken görüştüğümüz,
görüşemediğimiz tüm sevdiklerimize okutalım, diye kararlaştırdılar
aralarında. Mesela Muhammed peygambere sunalım dergiyi ve rivayetlere
göre Dünya’da pek nadir ağız dolusu gülebilmişsin/iz ya Rasulallah,
umarız bu defa gönül rahatlığıyla güldürebiliriz sizi bu diyarda
diyelim, diye düşündüler. RımRım, biraz durakladıktan sonra işler kötüye
giderse de, Cehennemde kara mizah dergisi çıkartırız, “zebaniler”
misafirlere işkence olarak okuturlar, hah hah haa. Nasıl olsa
Cennet-Cehennem birer metafor, öyleyse bu metaforları zihnimizde
renklendirmenin ne mahsuru var değil mi, demez mi? Gülmekten neredeyse
bentin duvarlarından aşağı yuvarlanacaklardı. Sonra konuşmaktan ve
gülmekten yorgun düşer hale geldiklerinde aniden durgunlaştılar her
zamanki gibi. Güneş hayli yükselmişti ufukta. Ilık ılık, ışıktan
ellerini gençlerin üzerinde gezdirirken bir anne şefkati
güzelliğindeydi.
RımRım bugün babasının mezarını ziyarete gitmeyi kararlaştırmıştı.
Annesinin mezarı başka bir şehirin ücra bir köyündeydi. Ne zaman yaşayan
insanlardan sıkılsa hemen yer altındaki yakınlarının yanına kaçmakta
bulurdu çareyi. Hava çok yağmurluysa yahut da bu yolculuğa takat
getiremeyecek durumdaysa, artık okunmaktan sayfaları aşınmış
Dostoyevski’nin Yer Altından Notlar kitabıyla haşır neşir olur, bir
dönem kendi mağarasına çekilmeyi yeğlerdi. Diğeriyse böylesi günlerde
iyice mahzunlaşırdı. Zira onun sevincini, öfkesini paylaşabileceği,
aralarına giren mesafeye alışmasını sağlayabilecek bir mezar taşı yoktu
ailesinden yana. Çünkü yaşarken varlık göstermeyen ebeveynlerle baş
etmek zorundaydı. Annesiyle arada görüşürlerdi. Bu rutin en azından
öfkesinin basıncını alabilecek nitelikteydi. Bu yüzeysellik onu
hissizleştirmişti, en azından-ya da en fazla. Babasınınsa nerede
yaşadığını bile bilmiyordu. Günün birinde uzaklardan bir haber gelir de
öldüğü haberini alırsa diye çok korkuyordu. Gariptir, babasının
ölmesinden çok öldüğüne üzülememektendi çektiği elem. Öldüğünde onun
için ağlayamazsam diye ne kadar da çok ağlamıştı. İçten içe sevgisini
korusa da, bir o kadar da varlığını zehirleyen bir öfke ve hatta nefret,
özlemine denk büyüyüp, ağırlaşıyordu içinin karmaşık dehlizlerinde.
Muhabbete duyarlı bünye ona muhtaçlığı ölçüsünde bir tahrip bulutunu da
içinde gezdiriyordu. Yokluğunda/n oluşan boşluğu bir derin kuyu kılıp,
düşmemek için başka şiddetli duygularla dolduruyordu ister istemez.
Yaşamak dedikleri böyle bir şey olsa gerek, diye avutuyordu kendini.
Kimi vakitler de RımRım babasının mezarını ziyaret ederken, o da
mezarlıklara gidip, tanımadığı mezarların başında oturur, onlarla
konuşurdu. İnsanların yaşarken varlıklarımızda açtıkları yaraları,
hayatlarımıza attıkları çentikleri silmek bazen arta kalan yaşamdan
fazlasını gerektiriyor, diye düşünüyordu böylesi zamanlarda. Ağzında hep
bir gam tortusuyla gezinmesi bundandı. Su bentinden inip, RımRım'la
birlikte yola koyuldular.
[Dilsizmütercim:Meryem Rabia Taşbilek:26122010]