[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

26 Aralık 2011 Pazartesi

Rım Rım ve Cennet Mizah DErgisi

Loş oda iki gencin soluğuyla soğuğu kırılmış,  kendisini tasvir edecek olana, şivekar gölge oyunlarıyla arzı endam ediyordu. Odanın tavanı da duvarlarla aynı renk boyanmış, böylelikle enteresan bir küp halini almıştı. Yıllardır isteyip de ancak gerçekleştirebildiği bir şeydi bu, uyanık olan için. Odaya girdiklerinde sanki boyut değiştirip kendi kurtarılmış bölgelerine adım atıyorlarmış gibi geliyordu ona. Bir yakınlarının ev tadilatından arta kalan boyalarla hayaline kavuşmuştu sonunda. Aslında daha çok beğendiği bir mavi tonu da vardı arta kalan boyalar arasında ama tavanla birlikte bu odaya yetmediğinden duvardaki renge talim etmişlerdi. Şimdi ise, gecenin karası mavinin damarlarında dolaşıp ona kendi libasından giydirmeye başladığında, bu renk de gözüne başkaca güzel gözükmüştü. Yine de bu, içinin labirentlerini aydınlatmaya kafi değildi. Karanlığın küfrü onun içine çoktan çöreklenmişti bile. Böylesi kimi geceler artık uykusuzluktan midesi bulanmaya başlar fakat yine de uyuyamazdı.

RımRım uyuduktan sonrasına saklardı ağlamayı. RımRım’ın nefesi uykunun ritmine büründüğünde artık gece beriki için başlamış demekti. İkisi yetiştirme yurdundan beri arkadaştılar. Kendi ayakları üstünde, zamanında yetişemediklerine erişmek için didiniyorlardı birlikte. Biri, evvelce yaşadığı hayatı daha az hatırlamak için yeni hikayelere hızla giriş yapmış, geçmişle arasına suni bir paravan inşa etme telaşına girmişti şimdiden. Diğeriyse, geçmişte yaşadıkları ve yaşayamadıklarıyla öylesine bütünleşmişti ki onları unutmaktan korktuğu için, yenilerini yaşamaktan yana çekimser kalmıştı. Nedense sürekli rüyasını görmekten özlemini çekmeye fırsat bulamadığı bir yaşamı ve geride bir yerlerde bıraktığı sevdiklerini fazlasıyla özler olmuştu. Artık rüyalarına gelmez olmuşlardı zira. Önce hayalleri tedavülden kalkmış, şimdiyse rüyaları onu terkeder olmuştu. Büyümek dedikleri böyle bir şey olsa gerekti.

Ağlıyordu. Neredeyse her gece. Hıçkırılarını, iç kırıklarını sakladığı gibi bastırmaya çalışması, kendine dahi zayıf gözükmekten çekindiği içindi. Ağlamak acziyet göstergesiydi onun için henüz. Oysa kişinin en insani yüzlerinden biri olan bu gözü yaşlı çehre kimi zaman var olanı kabulle, onu daha da güçlü kılabilirdi. Henüz bunu bilmiyordu. RımRım’ın nefesi gecenin ayazında kesilir gibi olduğunda bütün bu düşüncelerden sıyrılıp, onu kaybetme korkusuyla paniklerdi. Böyle zamanlarda içgüdüsel bir hareketle ayağını RımRım’ın ayağına dokundurup, vücut ısısını kontol eder de ancak rahat bir nefes alırdı. Kimi zaman da ayaklı başlı yatarlardı. Çocukluktan kalma bu alışkanlık kekre bir tat bırakırdı iç aynasında.

İkisinin mizaçları birbirine hayli kontrast yapardı. Biri otobüste yanlış durakta inecek düğmesine dokunsa, şöföre sesini yükseltip açıklama yapmamak için sessizce alakasız bir yerde inmeyi göze alabilecek biriyken, diğeri utanmasa aracı kendi kapı önüne kadar götürtecek gamsızlıktaydı. Yine de birbirleriyle paradoksal bir ahenk oluşturmuşlardı. Sanırım bunda çocukluklarından beri oluşan bu hatıralar ve müşterek cefalar lehiminin de azami etkisi vardı. İşte bu bahsi geçen iki ayrı tip yolcu çeşidi gibi yaşam otobüsünde devasa bir sorun çıkmadığı sürece beraber yol alanlar gibiydiler onlar da. Beriki bazen dostunun bu gamsızlığından hayli bunalıp, RımRım’ın günün birinde sırıl sıklam aşık olup da bu varlığının yontulmamış kısmlarının incelmesinden yana dua ederdi. Aşkı tatmış biri olarak arkadaşına dua mı beddua mı ettiğine bir türlü karar veremeyip muzipçe gülümserdi böylesi demlerde. 

Bu sabah, erken uyanamayanların asla duyamayacağı kuş cıvıltılarıyla yine her zamanki vakitte uyandılar. Bir ara RımRım, şehrin gürültüsü mü örtüyor şakımalarını, yoksa gerçekten gündüzleri susuyorlar mı diye düşündü. Güneş asfaltın pütürlü yüzeyiyle cilveleşip, akşam güneşine benzer bir ışımayla caddeleri aydınlatırken ağır aksak, uykunun üzerlerinde kurduğu hakimiyetten sıyrılmaya çalışır halde yürümeye başladılar su benti boyunca. Her zamanki börekçiden bir porsiyon su böreği, bir porsiyon da kol böreği alıp, otoparkla birleşen yerinden hiç yabancısı olmadıkları her hallerinden belli hareketlerle birkaç zıplayışta bentin tepesine tırmanıverdiler. Sonrası hayattaki nadir sefalarından biri. Yani kahvaltıyı su bentinin tepesinde bir ritüel gibi icra etmek. İkisi de ayaklarını börekleri atıştırmakla eş zamanlı olarak bentin duvarlarından aşağı ileri geri sallandırmaya bayılırdı. Sanırsınız ki bu keyif yediklerinden fazla doyururdu onları.

Karınlarının doymasıyla doğru orantılı gittikçe dillenir, konuştukça coşarlardı. Evvela biraz hayal kurmadan edemezlerdi. Ruhlarının manevi dopingi mesabesindeydi bu! RımRım, öldükten sonra neler yapabileceklerine dair ihtimaller üretmeye başladı bu defa. Diğeri muzipçe lafa karışıp, şayet işleri yaver giderse Cennette mizah dergisi çıkartma fikrini ortaya atıverdi. Birlikte karınları ağrıyana dek güldüler. Öyle bir dergi çıkaralım ki, Cennet meyvesi olarak talep ettiğimiz üstün mizah yetisiyle, onu tutup Dünya’dayken görüştüğümüz, görüşemediğimiz tüm sevdiklerimize okutalım, diye kararlaştırdılar aralarında. Mesela Muhammed peygambere sunalım dergiyi ve rivayetlere göre Dünya’da pek nadir ağız dolusu gülebilmişsin/iz ya Rasulallah, umarız bu defa gönül rahatlığıyla güldürebiliriz sizi bu diyarda diyelim, diye düşündüler. RımRım, biraz durakladıktan sonra işler kötüye giderse de, Cehennemde kara mizah dergisi çıkartırız, “zebaniler” misafirlere işkence olarak okuturlar, hah hah haa. Nasıl olsa Cennet-Cehennem birer metafor, öyleyse bu metaforları zihnimizde renklendirmenin ne mahsuru var değil mi, demez mi? Gülmekten neredeyse bentin duvarlarından aşağı yuvarlanacaklardı. Sonra konuşmaktan ve gülmekten yorgun düşer hale geldiklerinde aniden durgunlaştılar her zamanki gibi. Güneş hayli yükselmişti ufukta. Ilık ılık, ışıktan ellerini gençlerin üzerinde gezdirirken bir anne şefkati güzelliğindeydi.

RımRım bugün babasının mezarını ziyarete gitmeyi kararlaştırmıştı. Annesinin mezarı başka bir şehirin ücra bir köyündeydi. Ne zaman yaşayan insanlardan sıkılsa hemen yer altındaki yakınlarının yanına kaçmakta bulurdu çareyi. Hava çok yağmurluysa yahut da bu yolculuğa takat getiremeyecek durumdaysa, artık okunmaktan sayfaları aşınmış Dostoyevski’nin Yer Altından Notlar kitabıyla haşır neşir olur, bir dönem kendi mağarasına çekilmeyi yeğlerdi. Diğeriyse böylesi günlerde iyice mahzunlaşırdı. Zira onun sevincini, öfkesini paylaşabileceği, aralarına giren mesafeye alışmasını sağlayabilecek bir mezar taşı yoktu ailesinden yana. Çünkü yaşarken varlık göstermeyen ebeveynlerle baş etmek zorundaydı. Annesiyle arada görüşürlerdi. Bu rutin en azından öfkesinin basıncını alabilecek nitelikteydi. Bu yüzeysellik onu hissizleştirmişti, en azından-ya da en fazla. Babasınınsa nerede yaşadığını bile bilmiyordu. Günün birinde uzaklardan bir haber gelir de öldüğü haberini alırsa diye çok korkuyordu. Gariptir, babasının ölmesinden çok öldüğüne üzülememektendi çektiği elem. Öldüğünde onun için ağlayamazsam diye ne kadar da çok ağlamıştı. İçten içe sevgisini korusa da, bir o kadar da varlığını zehirleyen bir öfke ve hatta nefret, özlemine denk büyüyüp, ağırlaşıyordu içinin karmaşık dehlizlerinde. Muhabbete duyarlı bünye ona muhtaçlığı ölçüsünde bir tahrip bulutunu da içinde gezdiriyordu. Yokluğunda/n oluşan boşluğu bir derin kuyu kılıp, düşmemek için başka şiddetli duygularla dolduruyordu ister istemez. Yaşamak dedikleri böyle bir şey olsa gerek, diye avutuyordu kendini. Kimi vakitler de RımRım babasının mezarını ziyaret ederken, o da mezarlıklara gidip, tanımadığı mezarların başında oturur, onlarla konuşurdu. İnsanların yaşarken varlıklarımızda açtıkları yaraları, hayatlarımıza attıkları çentikleri silmek bazen arta kalan yaşamdan fazlasını gerektiriyor, diye düşünüyordu böylesi zamanlarda. Ağzında hep bir gam tortusuyla gezinmesi bundandı. Su bentinden inip, RımRım'la birlikte yola koyuldular.

[Dilsizmütercim:Meryem Rabia Taşbilek:26122010]