[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

13 Aralık 2013 Cuma

Can Andrei Platonov




“…çünkü onlar için, ne yaşamak mutluluk verici ve güzeldi, ne de ölmek zor ve acı…”

Platonov’un yaşamının son yıllarını bir edebiyat fakültesinde yerleri süpüren, yandaki küçük odada yatıp kalkan, sabahları okula gelen -onun romanlarından ve öykülerinden habersiz- edebiyat öğrencilerini seyreden bir hademe olarak geçirdiğini öğrendiğimde ağzım açık kalmıştı. XX.yüzyılda yaşamış büyük yazarlardan biri olan Platonov’un bu acayip, hüzünlü, sıradışı yaşamı bilmecelerle doludur. Sovyetler yıkılana dek kitapları hep yasaklı olmasına rağmen ne cezaevine girmiş ne de sürgünde öldürülmüştür. Bunu nasıl başardığını kimse açıklayamıyor. Dünyada tüm insanlar uyurken sanki bir ayışığı gibi gelip yüzlerini hafifçe okşamış ve gitmiştir.

Can adlı romanı bir mücadelenin, yeni bir yaşam kurma hayalinin romanı. Ama aynı zamanda Sovyetler’in, hatta tek bir kişinin, bir aydının mesela, insanlar için neyin iyi olduğunu bildiğine emin olup bunu onlara, zorla da olsa, vermek için mücadele etmenin neye benzediğini gösteren bir roman.

Bu romanın sonunda olan şey, o ‘Canlar’ın zavallığını değil bence bilgeliğini gösterir. Ve zaten haklı çıkan da öyle bir sonu yazabilen Platonov olmuştur. Ölümünden 40 yıl sonra ve sonsuza dek….

Not.1 Sel Yayınları çok güzel bir iş yapmış ve kitaba Tatyana Tolstoya’nın harika önsözünü eklemiş. Ama sonsöz olarak okunsa daha iyi. Hatta John Berger’ın yazısı da eklenseymiş daha da güzel olacakmış. Umarız yeni baskıya eklenir. Ayrıca Andrei değil, Andrey olarak yazılmalı yazarın adı.

Not.2 Bu kitapla ilgili ′bir kitabı en iyi okuyabilen′ insanlardan biri olan has şair ve öykücü Ali Ayçil -yazarın bahsettiği yerleri, insanları görmüş biri üstelik- bu hafta etkileyici bir yazı yazdı. Kitabı okuyalı ve bu siteye ekleyeli çok oldu ama Ali Ayçil′in yazısını okuduktan sonra Can′ı tekrar okuma isteği geliyor insana. Tam da gerçek bir kitap yazısının yapması gereken şey.

Ali Ayçil
KUM ÖĞRETMENİ

Çok fazla okurun olmayacak, bu belli. Zahmetler evini vakitlice terk ettiğin için, böyle bir derdin de olmayacak. Eğer araftan dünyadaki sesler duyuluyorsa, şimdi gecenin şu saatinde yorgun bir adamın, kitapların üzerine çene çaldığını işitmişsindir. Dışarıda yağmur yağıyor, hava soğuk, biraz da nemli. Ama korkulacak bir yan yok bunda; artık veremden ölmüyor insanlar, çalışma kampları kapatıldı, cezalar alabildiğince inceltildi. Eski bir tiranın yurttaşına, ayaklarına elektronik kelepçe takılmış modern mahkûmlardan, konforlu ev hapislerinden bahsetmek tuhaf kaçacak, istersen bunlara hiç girmeyelim. Her türden işkence konusunda uzman olan uygarlık, yarım yüzyıldır bedenin kutsallığını keşfetti; bedenin kutsallığını ve ruhun aleladeliğini! İstatistikler, istikrarlı bir şekilde işine giden, hafta sonları dinlenen, pazar kahvaltılarını uzun tutan ve düzenli aralıklarla çiftleşenlerin ruhsal bütünlüklerini koruduğunu söylüyor. Bir de sosyal etkinlikler var tabi; sosyal olmayanlara, mutlaka bir uzmana görünmelerini telkin ediyoruz...

Edebiyatçılar, bir yazarı bir başka yazara benzetme hastalığından kurtulamadı. İşte bak, senin adın da sıkça Kafka′yla birlikte anılıyor: Rusya′nın Kafka′sı. Sanırım, kendi loş ve umutsuz patikasında yürümeye mecbur kalmış bir adam olduğunu söylemek istiyorlar. Oysa hiçbir Rus, Dostoyevski, Puşkin ya da Gonçarov dururken, Kafka′ya benzetilmek istemez. Hem tıpkı Türkler gibi Ruslar da, şu hınzır gururları yüzünden, böyle durumlarda daima kendi geleneklerini göklere çıkaracaktır. Böceğe dönüşmek istemediği için, diktatörlüğün resmi daktilosunda yanlış tuşlara basan bir adamı Kafka′ya benzetmek, hiç de akla yatkın görünmüyor. Bana kalırsa, Dostoyevski′yle Gorki arasında kalmış bir kürek mahkûmusun. Gerçek bir acı çekildi Rusya′da; gerçek bir acının kapıları sadece benzetmelere değil, süslemelere de kapalıdır. Gerçek şu: Ölümün, zorunlu çalışma kampından dönen oğlundan kaptığın verem yüzünden oldu. Elli iki yaşındaydın. Sürekli eleştiriliyordun. Bazı kitapların yasaklanmıştı. Stalin’le aynı ülkeyi paylaştın. Adın Andrei Platonov…

Sana yakınlık duymamın sebebi, Stalin′in hışmından korunmak için paragraflarının bir yerine sıkıştırdığın devrimi yücelten cümleler değil elbette. Bütün o cümleler, beyaz bir ipeğin üzerine konup kalkan sineklere benziyor zira; fazlasıyla yapıştırma, fazlasıyla nahoş. Hoş, bu küçük kurnazlıklar da kurtaramadı seni. Muhtemelen sana en çok darılan, şu "hiçlik" içinde savrulan kahramanların olmuştur. Hive′nin buyurganı, onlarda yorulmaya değecek bir can bulamadığı için, öldürülmelerine bile gerek duymamıştı. Hive! Pek az okur, bu kelimeyi telaffuz ettiğinde benim kadar heyecanlanmıştır. Kahramanın Nazar Çağatayev′den yıllar sonra, Kızılkum Çölü′nün kıyısındaki bu balçık kente ben de gittim. İnsanda, gelecek duygusunu silen uzun bir çöl yolculuğundan sonunda ansızın karşıma çıkan, çölün muhayyilemle oynadığı bir oyun sandığım Hive. Balçıktan yapılma, zamansız, durgun, ölü bir kentti beni karşılayan. Bu zamansız, bu kurumuş balçığın ihtişamını, ancak bir çölden geçtikten sonra anlayabilir insan! Hive, dünyada uyanıkken gördüğüm en güzel iki rüyadan biriydi...

Ahşap bir masa, sıcak bir oda ve boğaza bakan ışıklı yamaçlar. Bu satırları, ortalama bir konfor içinde yazıyorum tabii ki! Kuşağımın pek çok yazarı gibi, ben de, bedelini ödemediğim kavramları kullanmakta belli bir maharete sahibim. "Kum Öğretmeni" Mariya Narışkina′nın yalnızca ′TRAJEDİ′ sini değil, güçlü adalelerini, yere sağlam basan genç ve sağlıklı duruşunu da burada uzun uzun anlatmak isterdim. Yazıya da bu niyetle başlamıştım zaten. Ama görüyorsun ki, bir yazıya nasıl başlayacağımıza biz, onu nasıl bitireceğimize yazı karar veriyor. Ben de, parmaklarımın ucunda şekillenen bu diktatörlükten muzdaribim işte! Bir gün Mariya Narışkina′yla tanışacağımı umuyorum. Elbette hala gençken, elbette kumlar hayatını yutmadan önce…

kaynak: http://kitaponerisi.com/detay.asp?idkategori=23&idkitap=834