[İman ile küfür dahi hicab imiş bu yolda, küfürle sefalaştım imanımı yele verdim. Yunus Emre]

28 Ocak 2014 Salı

Her şeyi kapsayan...


Her şeyi kapsayan bir hayal kırıklığı olmadan,
her şeyi kapsayan bir düşünce değişimi gerçekleşemez... 
(Cioran)

27 Ocak 2014 Pazartesi

bu cehennemde hala...




"Tek sorumlu davranış biçimi şu olabilir: kendi bireysel varoluşumuzu bir ideolojiye dönüştürmekten kaçınmak ve özel yaşamımızı da en alçakgönüllü, en iddiasız ve en gürültüsüz biçimde sürdürmek ama artık iyi yetişmiş olmanın bir gereği olarak değil, bu cehennemde hala soluyabilecek havayı bulabiliyor olmanın utancından ötürü." Theodor Adorno

26 Ocak 2014 Pazar

Ressam Fatma Kırdar'a hürmetle...


Böyle insanların yüzü suyu hürmetine dünya ayakta duruyor sanki. İmrendim tutkusuna, azmine, mütevaziliğine, doğallığına, eserlerine, sanatı tanımlayış şekline... Tabi bundan kendisini haberdar etmek için de bir adım atmadan edemedim. İşte yerinde selam etmek istediklerim hanesine bir güzel insan daha eklendi. Videoyu direk buraya aktaramadım. Linke tıklamanızı temenni ederim:

Pan


"Önlerinden geçtiğim yerleri tanıyorum; ağaçlar, taşlar eski yalnızlıkları içinde; ayaklarımın altında yapraklar hışırdıyor. Monoton esiş, tanıdık ağaçlar ve taşlar beni aşıyor; garip bir şükran duygusuyla doluyorum; her şey benimle dost oluyor, kaynaşıyor, hepsini seviyorum. Oracığa oturmuş, kendi işlerimi düşünürken yerden kuru bir dal kaldırıyor, elimde tutuyor, seyrediyorum. Dal çürümüş enikonu, kabuğun zavallılığı bana çok dokunuyor, kalbimden bir merhamet dalgası geçiyor. Kalkıp giderken fırlatıp atmıyorum dalı; eğilip yere bırakıyor, doğruluyor, ondan hoşlanıyorum, onu oracıkta bırakıp ayrılmadan yaşlı gözlerle son defa bakıyorum."

knut hamsun - pan

25 Ocak 2014 Cumartesi

"Romanım" Diyen Çingene Kardeşlerime Sesleniş

*Çingene ifadesinin neden bana daha sıcak ve köklü geldiğini ve Roman ifadesine bir türlü alışamadığımı sanırım şimdi daha iyi anladım. Çingene şeklindeki kimlik tanımının, Roman ifadesinin yabancılığına karşın, sadece Çingene kardeşlerimin değil benim zihnimde dahi çocukluğumdan itibaren, Bursa'daki (şimdi yıkılmış) sarmal mahallelerinin isiminden, büyüklerimin hikayelerinden mütevellit bir geçmişi var. Ortada kaba bir tanım değil de zalim uygulamalar varken, gereksiz bir kibarlık lutfedermişcesine Roman tanımını "dayatmak" bana çok suni ve Çingeneleri köklerinden koparmayla ilintili geliyor. Şahsen Çingene tanımı zihnimde hiç bir zaman olumsuz bir ifade olarak yer almadı. Elbette bu durumun kıstası ben değilim ama; adil olmayan yaklaşımların, uygulamaların kaynaklarını kaldırmaya yönelmek yerine, Çingene kardeşlerimizin bu topraklarda kök salmış ismini değiştirerek, bir algı kırılması oluşturmak iyi niyetten uzak bir ilizyon teşebbüsü gibi duruyor.
***

Mustafa Aksu / "Romanım" Diyen Çingene Kardeşlerime Sesleniş

Yaşım gereği ağabeyiniz, amcanız, dedeniz durumundayım. Hurafelerle, kitap yazılarıyla ve yasa maddeleriyle yaratılan sorunların çözümünü sağlayan, onurlu, duyarlı, kişilikli ve katıksız bir Çingeneyim. Derneklerinizin temelini atan kişi olarak bu yazımda “Roman” ismini kullanan Çingene dostlarıma seslenmek istiyorum.

Toplumumuzda yaşanan dışlanmışlık ve umutsuzluk nedeniyle Edirne, Samsun ve Balıkesir’de Çingene adını taşıyan derneklerin kurulması, bir yıllık uğraşlarımla 2001 yılında mümkün olmuştu! 2001 yılında Edirne’de bir de federasyon kurulmuştu… Derneğin Tüzüğü’nü ben hazırlamıştım…

Federasyon yöneticileri başka bazı derneklerin de desteğiyle 2002 ve 2003 yıllarında Edirne’de ve İstanbul’da düzenlenen Uluslararası Çingene Sempozyumu’na ben de konuşmacı olarak davet edildim. Toplantıda federasyonun onursal başkanlık belgesi verildi.

Yabancı konuşmacılar, "derneklerinizin ve federasyonunuzun adını “Roman” olarak değiştirirseniz, Avrupa Birliği fonundan maddi yardım yapılabileceğini” söylediler… İhtiyaç nedeniyle ve zenginleşme umuduyla, derneklerin ve federasyonların adı “Roman” olarak değiştirildi. Yenileri “Roman” adıyla kuruldu, sayıları kısa zamanda arttı Çingene olduğunuzu bildiğimiz halde, “Roman’ım” demeye başladınız!... Ama hala, AB’den umduğunuzu bulamadınız…

2009 ve 2010 yıllarında yapılan Roman açılım Çalıştayları’nda yetkili siyasilerin “ siz de milletvekili, bakan olabilirsiniz; siz de memur, amir olabilirsiniz” şeklinde sözlerin etkisinde kaldınız; vaat edilenlerin hangisi gerçekleşti?... Genel seçimlerde milletvekili seçilecekleri umuduyla başvuran 17 kişi adaylık listesine bile alınmadı. Böyle mi olmalıydı?...

Beklentileriniz gerçekleşmedi, yanıldınız. Ama bu sonuçlar baştan belliydi. Bu gerçeği göremediniz!.. Üç arkadaşımla birlikte yaptığımız uyarılarımıza uyulsaydı, isim değişikliği yapılmasaydı, Çingene/Roman çekişmesi yaşanmazdı…

Araştırmacı yazar ve bürokrat emeklisi olarak önerilerim dikkate alınsaydı, seçimlere bağımsız olarak girilseydi; çoğunuzun milletvekili seçilmesi mümkün olurdu. Böylece beyinlerdeki Çingene fotoğrafı büyük ölçüde değişirdi, milletvekili olacaklardan yardım alınması mümkün olurdu, 45 asırlık Çingene isminin gizlenmesine gerek kalmazdı…

Kişisel umut ve beklentilerle kısa zamanda 25 ilde “roman” adıyla 221 dernek ve 5 ilde 15 federasyon kurulması sevindirici değil, düşündürücüdür! Mevcut sıkıntıların yaşanmaması için dernekler ve federasyonlar birleştirilmeli, konfederasyon kurulmalı; yönetimlere kişisel çıkarlarını öne almayan, güvenilir, kişilikli ve dirençli insanlar seçilmelidir.

Ülkemizde yayımlanan ansiklopedilerde ve araştırma kitaplarında bildirilen Çingene nüfus sayısı yanlıştır. Ben gerçeğe yakın sayıyı 1998 yılında imzalı belgelerle tespit ettim. Hükümet, sayının çok büyük olduğunu 1.açılım çalıştayı’ndan sonra öğrendi…

Dostlarım;

Aslında Çingene kökenli olduğunuzu sizler de biliyorsunuz, başkaları da. “Roman” sözcüğünün bir kitap türünün adı olduğunu, etnik köken ismi olmadığını sizler de biliyorsunuz, başkaları da… Ama Çingene isminin hakaret içermediğini, kimsenin etnik köken ismini seçme şansı olmadığını; Çingene adının dışlanmasının ve Çingene isminden kaçmanın, bilgisizliğin ve önyargılı olmanın ürünü olduğunu bilmeliydiniz!...

Hiç düşündünüz mı? Tüm yazılı basında ve yasa mevzuatlarında Çingene ismi çok, “Roman” ismi yok. Hurafe söylemlerde de Çingene ismi var “Roman” ismi yok. Roman kitapları, araştırma kitapları Çingeneler için yazılmış; filmler Çingeneler için çekilmiş, Çigan Müziğini Çingeneler yaratmış öyle değil mi?

Kitabımda; Bakanlık, Başbakanlık yapan, bilim adamı olan, devletin üst kademelerine yükselen, sanatın zirvesine ulaşan 32 ünlü Çingenenin isimlerini yazdım. Romanlar arasında da böyle ünlüler var mı?... Bildiğiniz üzere; Türkiye’de yayımlanan Türkçe sözlüklerde, ansiklopedilerde, araştırma kitaplarında; bazı yasa, talimatname, yönetmelik maddelerinde Çingeneleri aşağılayıcı, dışlayıcı, haksız ve ağır suçlayıcı yazıların çıkartılmasının sağlanması bana nasip oldu… Kültür Bakanlığı’nın 2000 yılında yayımladığı kitabın satıştan çekilip merkez depoya gönderilmesi, İçişleri Bakanlığının Çingenelerle ilgili gizli genelge talimatının uygulamadan kaldırılması benim kişisel uğraşlarımla mümkün oldu…

Önemli bir şey daha: Sürekli uğraşlarım sonunda, Diyanet İşleri Başkanlığı, tarihte ilk kez Çingene toplumunun hurafelerle suçlanmasının önlenmesi için 2000 yılında yayımladığı fetva genelgesini müftülüklere gönderdi. Önce din görevlilerinin eğitilmelerini, daha sonra, cami vaazlarıyla ve radyo TV sohbetleriyle, genelge çerçevesinde halkı aydınlatıcı bilgiler verilmesini istedi… Dahası, 1 yıl sonra, yapılan eğitim çalışmalarının bildirilmesi de istendi… 09.06.2000 tarih ve 658 sayılı bu genelgeyi müftülüklerden alıp okuyunuz ve okutunuz…

10 yılı aşan dirençli çalışmalarım sırasında yaşadığım acı ve düşündürücü anılarımı unutamam. Ön yargılı, art niyetli bürokratların tepkileriyle karşılaştım, kovulduğum oldu, ama yılmadım, başardım. 17 yıldır, insanları Çingenelere yönelik bu önyargılarından ve kimlik gizleme ihtiyacından kurtarmaya; beyinlerdeki Çingene fotoğrafını değiştirmeye çalışıyorum. 80’e yakın konferans ve 30’u aşan TV konuşması yaptım. Kitabımın genişletilmiş 4. Baskısı yapıldı. www.cingeneyiz.org sitesine makale yazıyorum. Bu insanlık hizmetini gönüllü olarak sürdürüyorum. Eğitim çalışması yapan, kitap yazan “Roman” var mı?

Kardeşlerim; AB fonundan umduğunuzu bulamadınız! Siyasi partilerden beklentileriniz gerçekleşmedi! Ama sizler Çingene olduğunuzu bildiğiniz halde “Roman” sözcüğünü hala kullanıyorsunuz!... Özkimliğinizden kaçınca, dışlanmışlıktan da kurtulacağınızı sandınız; kurtuldunuz mu? Seçimlerde beklentileriniz gerçekleşti mi?...

Bu güne kadar Çingenelere yapılanların yarın “Romanım” diyenlere de yapılacağını çok söyledim, ama nedense tutmadı! İşte örneklerim.

-İstanbul Çamlıca’da yapılacak cami minaresinin yüksekliği Romanları da temsil etsin diye 72,5 metre olmasına karar verilmiş… Beğendiniz mi?.. (D: Yuh diyorum)

-Yalova il merkezindeki bir okulda bir öğretmenin hazırladığı bir anketle sadece Romanların dini inançları sorulmuş, Roman öğrencilere verilen anketlerin imzalatılıp getirilmesi istenmiş!.. Haberiniz yok mu?..

-Son 10 yılda sözde kentsel dönüşüm projesiyle İstanbul’da tarihi Sulukule’de oturan romanların evleri yıkıldı. Yerine rant amaçlı çok katlı binalar ve iş yerleri yapıldı. Romanlar oradan uzaklaştırıldı, yoksullaştırıldı!.. Doğru buluyor musunuz?...

-05 Ocak 2011 de Manisa’nın Selendi ilçe merkezinde 23 hanelik Romanlara taşlı sopalı gece yarısı baskını yapıldı! Evleri arabaları yakıldı… Gördes’e ve Salihli’ye sürgün edildiler, siz ne yaptınız?...

-Mazlumder’in 2011 yılında yayımladığı ve dağıttığı bir kitapta “… Romanlar Müslüman da Hıristiyan da değildir. Belli başlı bir dinleri yoktur” şeklinde yazılmış!... Sizce doğru mu?...

-1999-2010 yılları arasında bazı milletvekili, bakan ve başbakan olan siyasiler Millet Meclisi Kürsüsü’nde birbirlerine “Şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler” dediler!.. Bu sözle Çingenelere/Romanlara hakaret ettiler. Bu kişileri tanımak istiyor musunuz?...

-İzmir’de 2008 yılında Budun Derneği Başkanı “Romanların nüfus artışı durdurulmalı” dediği için savcılık dava açtı, mahkeme “beraat” dedi. Tepki gösterdiniz mi?... Bursa Valisi Romanları “hırsız, yankesici, kapkaççı, gaspçı(!)” olarak tanıtmış!... Suç duyurusu yaptınız mı?

“Romanım” diyen Çingene kardeşlerim; Çingene isminden kaçarak sorunlar çözülmez, değer kazanılmaz. Çingene isminden kaçmak bilgisizliktir, duyarsızlıktır, güvensizliktir!... aslını inkar etmektir!... Farkına varmadan kendi toplumuna kötülük yapmaktır!.. Ayrımcılık yapılmasına, istenmeyen olayların yaşanmasına zemin hazırlamaktır!...

“Zararın neresinden dönülse kardır” deyip lütfen aslınıza dönün. “Ağlarsa anam ağlar, gayrisi yalan ağlar” deyin. 45 asırlık özkimliğinize, kişiliğinize sahip olun. Kimliğinizden utanmayın. Bu anlamda yaşlı yakınlarınıza ters düşmeyin. Çocuklarınıza ve torunlarınıza kötü örnek olmayın…” Karadutum, çatalkaram, Çingenem. Nar tanem, nur tanem, bir tanem” şiirini unutmayın… 01 Ocak 2014

kaynak: http://cingeneyiz.blogspot.com/2014/01/mustafa-aksu-romanm-diyen-cingene.html#more

Sınırlarına varılmış olan bir dünyada...


Bu dönem aldığım Savaş ve Barış başlıklı bir ders için kimi okumalar yaparken sıra ABDli iktisatçı; Kenneth Boulding'in Ulusal İmaj ve Uluslararası Sistemler makalesine geldi. Bunun akabinde eserlerini temin etmeye karar verdim. Misal: Yirminci Asrın Manası... Türkçe kaynaklardan birinde karşılaştığım bir cümlesini buraya da not düşeyim. Belki ilerde daha etraflıca bir okuma yapmama vesile olur. Hiç olmadı buradaki monoloğumun muhatabı aklı ağrıyan birkaç insan istifade eder. "Sınırlarına varılmış olan bir dünyada katlana katlana büyümenin süresiz devam edip gidebileceğine inanmak için insanın ya deli ya da ekonomist olması gerekir." Kapitalizm hem yaşamın sınırlarını hem de bizim sabrımızı zorlarken, aslında Boulding'in bu ifadesine, canımızı yakacak müstakbel enkazı içinde barındırsa da, iyi haber denebilir. Üzerine fil dişi kuleler inşa edilen bu Karunluk sistemi çatırdıyor demektir bu. Katlana katlana nereye kadar?! Halklar katlansa sistemin kendisi katlanamaz çünkü yeterince sınırlarını zorlamış durumda kanımca. Maalesef bazı yollardan geçildiğinde geri dönmek aynı yolu gerisin geriye gitmekle mümkün olmuyor.

24 Ocak 2014 Cuma

falancaya filanca falan filan dedi.


-Cigarasından son bir fırt çekerken:
Ben sigara içmeyen bir tanrıya iman etmem.
Bana sigarayı yaratıp tattırdıysa, kendi daha önceden tecrübe itmiştir.
Zaten dünyaya bakınca esrar eroin az gelir ona.
Kendine daha üst bir şey yaratmıştır, artık buralara ne zaman düşerse biz de nasipleniriz.
Gerçi bu dünyaya bakınca ben bile içmeden sarhoş oluyorum.
Pek de lazım değil. 
Şöyle bir etrafıma baksam, çay bile kafa yapar bende ama ateş sularından takviye de yaparım.
İnsanoğlunun eşyaya verdiği isimler bile kana, şiddete bulanmış.
Misal çay; tavşan kanı ne yahu!
Gerçi Alevi arkadaşlar tavşan eti yemediklerinden, keklik burnu gibi çay derler.
Zaten tavşan yenir mi ya! T
avşancağızlar doğurduktan hemen sonra gebe kalırlar.
Tabi tek sebep bu değil.
Neyse ki vurduğu tavşanın gebe olduğunu farkedip avcılığı bırakan insan evlatları da varmış duyduğuma göre.
İlla doğa kafamıza kafamıza vurması mı lazım bazı şeyleri farketmemiz için, dedi bir Bektaşi.

Bir Soru

diyordun ki:

akşamüstü oturdum yol kıyısına
düşündüm
ne kalacak biden geriye
balkan yaylasından ve bozkırlardan
kafdağlarına giden şu bulut
sonsuz mevsimlerle esmerleşen
şu toprak ve derin çınar ağacı
biz yokken de vardı

diyordun ki:

her şey değişiyor ama ne yapsak
duracak
tarihin uzun duvarı
taşlara kırmızı izler bırakan
ve aynı kıyıdan yürüyen köle
silecek kralların adını
gene de kalabalık dağ başlarında
yarın bir kin gibi hatırlanacak
kanlı soy ağacının dalları

diyordun ki:

kiraz ve kamıştan kavalımızın
sesleri
dağılıyor havaya
bir kuyu ağzından geçiyor gibi
rüzgârı mor fistanlı zamanın
bu güzel şarkı da unutulacak
kıyımlar acılar kanlar içinde
savrulurken yaşadığımız günler
bu soruyu mutlaka soracaksın:
ne kaldı ne kaldı bizden geriye?
Onat Kutlar

23 Ocak 2014 Perşembe

Benim tek düşüncem...

"...

Benim tek düşüncem büzüldüğüm köşede

Nasıl çekip gideceğim kalk git dediklerinde

Çünkü çıkmak sıkışık sıralardan mesele

Kalkacaklar yol vermeye bakacaklar ardımdan

Az mı söylendilerdi şuracığa ilişirken

Zaten ben geldiğimde."

Behçet Necatigil

Sahip olma


''Sahip olma duygusu ruha yüktür.''
Hasan Ali Toptaş
Bence ait olma da öyle.
Sanırım bazılarımız için en iyisi sadece dair olma.
Bazen bu bile fazla geliyor insana.

"Saf kötülükten değil, iyiliğin içine sızmış kötülükten korkmak gerekir. Çünkü birincisi ahlaklıdır, ikincisi ahlaksız..." Emine Batar

güvercin eminliği?


"Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce." (Hrant Dink, 10 Ocak, 2007)

21 Ocak 2014 Salı

CTA


Sabahki derslerimin iptal olduğuna dair bildirim e maili farklı bir bölüme geldiğinden farkedememişim. Okula karlı yolları aşıp yaya bir şekilde vardıktan sonra benim durumumdaki diğer öğrencilerle beraber kafası karışıklar cemaatine dahil oldum. Zira okul içinde denk geldiğimiz görevliler de yönetimden haber alamadıklarından işe gelmişler ve derslerin gün içinde ne zamana kadar iptal edildiğine dair bir şey bilmiyorlardı. Üniversitenin internet sayfasında da hiç bir haber yoktu. Bazı öğrencilerin 2 saatlik mesafeden geldiğini öğrenip üzüldüm. Neyse bir şekilde bilgi edinip, hem bir yere kadar uğramak, hem de akabinde akşamki derse kadar okumalarımı yapmak için yola koyuldum. İşimi hallettikten sonra eve dönüş yolunda bir yarım saat kadar ayaklarım karın içinde otobüs beklerken yanımdaki Meksikalı lise öğrencisiyle çenemiz titreye tireye sohbet ederken şükür ufukta bir otobüs belirdi diye birlikte sevindik. Otobüs önümüzde durdu ve arka kapı açılıp yolcular indi, biz de ön kapıya daha da yaklaşıp açılmasını beklerken, herhalde şöför istediği gibi yanaşamadı dedik. Adam tüm yolcularını indirip gözümüzün içine baka baka bastı gitti. (İlginçtir tam da Ralph Ellison'un Görünmeyen Adam'ını okuyordum!) Hava -12 ama -20 derece hissediliyormuş. Biz şaşkın şaşkın arkada soğuğa terkedilmişken inen yolculardan biri arkadan bir otobüs gelir şimdi dedi. Zaten yarım saat beklemiştik, bir sonraki otobüs de 10 dakika sonra geldi. Düşündüm de bazı insanlara ahlaksız demek bile iltifat gibi. Şöför gideceği son noktaya çok geç kaldı ondan duramadı desem öyle bile değil. Zira arka kapıları açıyor, ön kapıyı hususi olarak açmıyor. Nasıl bir karaktersizlik ve merhametsizlik anlamadım. Son 10 dakikada ayak parmaklarımı hissetmez oldum resmen. Otobüse bindiğimizde yolculardan bazılarının çift eldiven taktıklarına şahit oldum. O kadar soğuk yani. Ben kalın giyinme engelli biri olarak Azer Bülbüllüğe devam ediyorum tabi. Şöförü şikayet etsem, şikayet edeceğim merciyi kime şikayet edeceğim? Orada da bir sürü problem yaşıyorum aradığımda. Böyle şeyler neredeyse düzenli olarak başıma geliyor. Otobüsün orta kapısında düğmeye basmış inmeyi beklerken şöför durmayınca ön kapıya gelip, herhalde dalgınlıkla durmadı diye düşünüp, inmek istediğimi belirttiğimde de bir sonraki değil, ondan sonraki de değil daha sonraki durakta indirilmiş biri olarak daha sinir bozucu tecrübelerimi anımsamak bile istemiyorum. Fakat böyle tutumlar azınlıkların ağırlıklı olduğu bölgelerde çok daha fazla maalesef. Bu acı gerçek bir yana, otomativ sanayisine binbir türlü toplum mühendislikleriyle bağımlı kılınmış Amerika'da toplu taşıma zaten razalet ötesi bir halde. Sanırım bu yaşadıklarımda görülebilecek tek bir iyi taraf varsa o da bu kafadaki insanların en azından orduda asker olmalarındansa otobüs şöförü olmaları... Öte yandan böyle insanların ve daha nicelerinin katıldığı ordu, işgal edilen yerlerde kimbilir neler yapıyorlardır. İlgilisinin dikkatine, işte macera dolu Amerika. Tez ve hayırlı zamanda kendi memleketimin şerbetlisi olduğum kaosuna dönebilmek umuduyla...

*Gerçi bir de Ankara'nın Bugları diye bir linke denk gelmiştim geçenlerde. Bu görüntüler ve daha nicelerine bakınca, bizim memleketimizde de halka kimlikle beraber gazilik ünvanı ve maaşı da bağlanmalı diye düşündüm. Şöyle ki:

http://onedio.com/haber/turkiye-nin-en-hatali-sehri-ankara-iste-ankara-nin-en-acayip-33-bug-i-235663

19 Ocak 2014 Pazar


-İtinasızlık küfür kabul edilsin...

Anadolu


Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun ?

Utanırım,
Utanırım fukaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun ?
Ahmet Arif

18 Ocak 2014 Cumartesi

Lamekan-Gece


"Yeryüzüne ayak uyduramayanlar, tutunamayanlar, her yarışta kaybedenler, giymesi, yeme içmesi ele benzemeyenler, saçları taraksız kendinden vazgeçmişler, bu vicdanı olmayan ağacın dalından düşenler, kaldırımda yatanlar, evsiz barksızlar ve hep yalnızlar, ne kilisenin, ne de mescidin adamı olamayan siz itilmiş kakılmışlar... Biz epey varız aslında biliyor musunuz?" M. Fikret Şahin

Rabb bana sizlere hizmet etmeyi nasip etsin...

17 Ocak 2014 Cuma

iktibas

İdealleri için cinayet işleyen, aynı amaçla kendi arkadaşını niye öldüremesin? İnsan öldürebilen, insana işkence niye yapamasın?

Çok hastayım, sesim tamamen gitti. +Yutkunamıyorum. +Yirmi gündür ter ve sümük oldum aktım. +14 Ocakta, doğum gününde Murat'ın mezarına gidemedim. +Kardiyoloji randevuma+gastroenteroloji kontrolüme gidemedim. Daha kötüsü bu yıl Hrant anmasına da gidemeyeceğim.Bir arkadaşın sayfasındaki bir tartışmaya yorum yazayım dedim, uzadı. Örgüt adını "X örgütü" diye değiştirip yorumu yazı yaptım. Alın, okuyun da boşa gitmesin:

(Bi dakka)

Başlıktaki sorulara benim cevaplarım vardı. Gerçi daha bu sorularla karşılaşmamıştım ama sorulsa cevaplarım vardı. İkisi aynı şey değildi bir kere. Onunla bu bir miydi?

Hayat ağzıma sıçtı. Neyse, uzun mevzular. Kafam zonk zonk. Öksürürken boğazım parçalanıyor. Hiç sırası değil.

Yorum diye başladığım ama yorum sınırlarını aşan sözde-yorum başlıyor, herkes otursun:

X örgütü hapishanelerde kendi insanlarına İŞKENCEli sorgular yapan, koğuş döneminde Kenan Evren Türkiyesini andıran KOĞUŞ DEVLETÇİKLERİ yaratmış bir örgüt. ("Arkadaşlar herkes elindekini bıraksın. Şimdi herkesin tek tek üstünü arayıp dışarıya alacağız. Koğuşu arayacağız. Hadi... Tek sıra... Teker teker..." Kulağımla duydum, gözümle gördüm. Yalancı olduğumu düşünen derhal sktir olsun gitsin).

Devletin işkencehanelerinde azamî süre 15 günken koğuş devletçiklerinde 6-7 ay "sorgulanan" insanlar biliyorum. (Benimle o sırada orada olan herkes biliyor. Anonim). Bazıları o 6-7 ayın sonunda "ifade" imzalayıp katledildi. Ölümle bitmeyen örnek lazımsa: Koğuştaki "gözaltısı" bitmediği için böbrek ağrısından kıvrandığı halde hastaneye gitmesine izin verilmeyen biliyorum. (Benimle o sırada orada olan herkes biliyor. Anonim).

İnfazlar tatlı dağıtılarak ve havalandırmada halay çekilerek kutlanırdı. Kutlayacak ne varsa! Velev ki siz paranoyak+psikopat değilsiniz, velev ki gerçekten ajandı rahmetli, neyi kutluyorsunuz pardon? Aranızdan ajan çıkmasını mı? (Benim daha önce de yazdığım cevabım: İlkellerin kötü ruhtan arınma ayini).

Başka örgütlerle birlikte kaldığı koğuşlarda da bu uygulamaları mümkün olduğunca "aksatmayan" bir örgüttür X örgütü. 1990'larda hapis yatmış ve orada bu örgütle yolu kesişmiş herkes bunları bilir. PKK da farklı değildir ama onlar iktidara aç olmadıkları için koğuşlarda bu kadar karikatürize devletçilik/polisçilik oynamaz. Onlar da aynı devletçiliği dağlarda, kamplarda, Kürdistan'da güçlü olduğu yerlerde oynar.

Hapisten çıktıktan sonra sağda solda "böyle şeyleri" anlatmak şık değildir. Mazallah "düşman" kullanır. "Düşman"ın derdi başı biziz çünkü. "Düşman"ın uykuları kaçıyor, işçi sınıfının tepesi atacak ve sosyalizm kuracak diye.

[Yıl 1997. Bir DGM hakimi, X örgütü sanığına hitaben: "Bir şey sorabilir miyim, sorgu harici: Şimdi bakın şube ifadenizde var, bu ... isimli (kadın), dağda iki yıldır sizinle dolaşan arkadaşınızı söylediği bir laftan dolayı sabah yarım saat yargılayıp aynı gece infaz ediyorsunuz. Bakın biz devletin mahkemesiziyiz. Size bir HAPİS cezası vermek için üç yıl, beş yıl, on yıl yargıladığımız oluyor. Siz kendi arkadaşınıza nasıl bu kadar kolay İDAM verebiliyor, nasıl tetik çekebiliyorsunuz? Gerçekten anlayamadığım ve merak ettiğim için soruyorum."

Faşist!

Biz devletin devrimcilere karşı savaşsın diye maaş verdiği bir hakimin sözüyle miiiiii iiiğğğptourtılhdfjhgflkcxjfnhdfkj?

Devrimci arkadaşlara notlar: Yoldaşları tarafından katledilen devrimci kızı ölüme götüren lafı şu: Kardeşim iki yıldır dolaşıyoruz, iki eylem yok. Biz buraya niye çıktık? Süs olsun diye mi?

Yoldaşları tarafından katledilen devrimci kızın sorusuna Mehmet'in aşırı gecikmiş cevabı şu: Kardeşim, artık ölü yoldaşım, elbette süs olsun diye çıktınız. Örgüt dergisi arada yüzünüz kapalı fotoğraflarınızı yayınlasın, o dağlardaki varlığınız Avrupa'da bağış toplamayı kolaylaştırsın, ama aynı zamanda fazla da gündeme gelmeyin ki devlet de şeflerinizin üstüne gelmesin. Evet, "süs" uygundur.

Not: X örgütü Sivas'ta, Tokat'ta vs. yıllarca "gerillamız var" dedi. "Karakola taciz ateşi" (500 metreden) dışında eylem (o da yılda bir-iki kez) hatırlayan var mı?]

En iyisi devrimcilerin hapishanelerdeki (F tipi öncesi) işkence-komplo-infaz uygulamalarını fazla deşmemektir. Hem X örgütü ile kötü olmaya da gereNk yoktur. Hem X örgütünün şehitleri filan var, ayıbolur. En iyisi böyle mevzulara hiç girmeden "holkomoz için bödöl ödödük" diye hapishane hatıratı nakletmek. "Saldırıyollardı direniyorduk, saldırıyollardı direniyorduk" diye kahramanlık menkıbeleri anlatmak. Başka neler oluyordu hiç bahsetmemek, hikâyemizin saygınlığını zedelememek, ağzımızın tadını kaçırmamak. Gözümüzün önünde işkence görenleri, 10-15 yıllık devrimci mücadeleleri "itirafçı/hain olduğu gerekçesiyle koğuş arkadaşları tarafından boğularak..." diye 5 satırlık üçüncü sayfa haberinde sonlanan devrimcileri belleğimizin derinliklerinde tutmak; çıkacak gibi olursa geri yollamak. Hikâyemizin saygınlığını zedelememek. Ağzımızın tadını bozmamak. (Şubede onca işkenceye rağmen tek satır ifade vermemiş, gazetelerde yukarıdaki şekilde haber olmuş kadın biliyorum. Onun 20 küsur yıllık devrimciliğinin bir kıymeti yok. Aman ağzımızın tadı kaçmasın).

(Hatırladığım, daha doğrusu aklımdan ve kâbuslarımdan çıkmayan, hatıraları karşısında kendimi suçlu hissettiğim  mağdur ve kurbanlar daha çok kadın. Doktora sordum, bi anormallik yokmuş).

Mehmet Ördekçi

*Yazının altına bir şeyler yazmak çok güç benim için. Okudum ve yutkundum. Farketmek acı veriyor.

16 Ocak 2014 Perşembe

...


Bazen sadece dip gürültüsü kalıyor insanın elinde, sükut bile fazla sükunetli bir hal bu demlerde...

15 Ocak 2014 Çarşamba

alt üst oldum:)


sade, net.

Dedi;






"Nerde, nasıl bir dua ettin de yokluktan bu varlığa getirdiler seni. Şu kadar aklım, bu kadar zekam ve boyum, göz rengim şöyle mi olsun dedin? Madem bu değirmeni sen kurmadın, anla ki suyu senin duan ile akmıyor. Balık dua ile mi denize girdi. Yoksa köstebek; ben toprak kazıcıyım bana göz verme mi, dedi. Sana lazım olan, verilmiş olandır, istediğin ise sınayış tuzağın... Toprak gökyüzünden hiçbir şey istemez, bilir ki oradan ne geliyorsa yararına olan budur...

Felek nedir biliyor musun? Özenle büyüttüğün otu yolup bir eşek sıpasının önüne kolayca atan şeydir. Feryadların, aslı yanmış, elden gitmiş ot içindir. Ot senden uzağa düştüyse eşeklikten kurtuldun demektir. İsyan yerine elden çıkana sevin...

Uyku kılıcını çekip boyunları vurdu mu, ortada ne senlikten, ne de benlikten eser kalır. Sende, bende iş görenin dalgası her sureti çöp gibi sahillere savurur. Nerede o söz söyleyenler, iş görenler? Sözleri, işleri ortada kalır. Madem vardın, kurbanlık koyun gibi uykunun asıp istifledigi er, şimdi bir meydana çık. Güneş iğne ve ipliğini alıp döndü mü, her başı yerine diker. Senlik ,benlik panayırı yeniden kurulur..." M. F. Şahin

karma




13 Ocak 2014 Pazartesi

Milli, Manevi, Şahsi Dilemmalarımız...


"Nam-ı diğer" İngiliz centilmenliği... Hangisine daha fazla duygulansam karar veremedim.

İkinci fotoğrafta 3 dakikalık bir elektirik kesintisi hakkında vatandaşlar önceden bilgilendiriliyor ve sağlık vs sebebiyle bu kesintiden mağdur olabilecekler varsa muhtelif mercilere yönlendiriliyor.

czeslaw milosz


czeslaw milosz
"herhangi bir insanı inciten sizler,
kendinizi asla güvende hissedemezsiniz"
dizelerini 2. dünya savaşının bitiminde hitler, mussolini vesairesini kastederek yazmış imiş...

içimden geçenler


gökyüzünün mavi bir yama gibi görünüp kaybolduğu gökdelenler altında


"şiir neye yarar?"

"şairin sürgünü görece yakın döneme ait bir keşfin işlevidir: gücü kim kullanırsa dili de o kontrol eder ve bunu yalnızca sansür uygulayarak yapmaz, kelimelerin anlamlarını da değiştirir." (czeslaw milosz'un nobel konuşmasından)
...
Geçenlerde hayli zamandır uğarayamadım ikinci el mağazalarının kitap reyonlarıyla hasret giderdim. Şansıma hayli güzel kitaplar denk geldi. Hal böyle olunca dönüş yolunda ceplerimdeki yük hafiflerken, kollarımdaki ağırlaşmıştı. Eserlerden biri de, başlığı ve ilk açtığım sayfada okuduğum birkaç cümle sebebiyle aldığım Czeslaw Milosz'ın Şiirin Tanığı (1983) idi. Kitabı bugün okumaya başlar başlamaz satırların arasında İngman Bergman'ın, Mozart'ın bir eseriyle aynı adı taşıyan "Sihirli Flüt" eserine atıfta bulnulduğunu görünce ayrı bir keyiflendim. İşin güzel yanı; tüm bunlar park halindeki bir aracın içinde beklerken gerçekleşti. Şu sıra yaşadığım onca bereketsiz zaman dilimine içimde panzehir gibi gelen çok katmanlı kısa bir zaman işte... Satırlarda bahsedilen konulardan ve karşılaştığım sade derinlikten etkilenince yazarın ardına düşüp kısa bir yolculuğa çıktım. Derken kendisinin şiirlerini vs çevirmiş kıymetli Cevat Çapan hocanın ismine rastladım. Her zaman farklı keşiflerle yaşadığım bu ardına düşüş yolculuğu beni çevirmenin (ve aynı zamanda şairin) farklı şiir çevirilerine götürdü. Bir de baktım ki, geçenlerde paylaşmak için kenara zulaladığım Konstantinos Kavafis'in şiirini barındıran eserin (İthaka) çevirilerini de aynı çevirmen üstad yapmış.

"'bir başka ülkeye, bir başka denize giderim' dedin.
'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
her çabam kaderin olumsuz yargısıyla karşı karşıya
-bir ceset gibi- gömülü kalbim
aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün
boşuna bunca yılı tükettiğim ülkede'

yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın
bu şehir arkandan gelecektir.
sen gene aynı sokaklarda
dolaşacaksın. aynı mahallede koşacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. başka
bir şey umma-
ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir
bütün yeryüzünde." Kavafis

Bir açıdan yaptığım araştırma yolculuğu bana şiirsel bir çember çizdirerek yeniden başladığım yere çok daha farklı bir şekilde, bu defa ceplerimden, paçalarımdan şiirler taşırarak, yakamda başka başka yazarların hayatlarından yontulmuş bir broşla, yüzümde doygun bir tebessümle gelmemi sağladı... Bu tür kesişmeler beni çok etkiliyor. Tam olarak tasvir etmekte kendimi yetersiz hissetsem de evrende bir çeşit mıknatıs işlevi gören haller olduğuna inanıyorum. Hayatta karşımıza çıkan insanlar ya da tam tersi hayatımızdan çıkan insanlar, eserler, bilgiler, olaylar, şahitlikler... Her zaman mı bilemem ama pek çok defa birbirine lehimlenmiş meyillerin, tutkuların, adımlarım, tercihlerin oluşturduğu bir nevi akımla ya bizi o yöne çekiyor ya da onları bizim mütevazi patikalarımıza doğru... Bunu daha çok ardına düştüğüm şarkılar, yazarlar, kitaplar üzerinden yaşasam da normalde bu girift bağın çok daha fazlasına yansıdığını seziyorum.

Yazamadığım şu zamanda pek çok enteresan şey öğrendim, gözlemledim, tecrübe ettim. Şuanda yazmaya takatim olmasa da 1700lerden kalma bir kitaba normalde bir kütüphanede olsa plastik eldivenlerle ancak dokunabilecekken ellerimle dokunup, cildini, nadiren de olsa kurtların yediği deliklerini okşadım, kokladım. Benimle kitabı paylaşan, anne tarafından kızıl derili bir işletmecinin, kendi sergüzeştini ve kitabı ona getiren hikayeyi dinledim. Kitap simsarlarına dair şeyler öğrendim. Ne çok yazmak istediğim şey birikti. Bunu tekrar edip duruyorum. Sonra kapanışına yakın uğradığım bir bit pazarından 8 dolara 1894'de basılmış, Jhames Russell Lowell'in şiirlerinin derlendiği bir aylık dergiye denk gelip aldım. Dağılan cildini rezalet şekilde bantlamış olsalar da çok heyecan verici bir olay benim için. Aynı mini derginin farklı, daha sağlam ciltli, bir sayısını da 10 dolara satıyorlardı ama param yetişmedi ikisini almaya, aklım onda kaldı. Yine de elime geçenin sevinci diğerini rafta bırakmanın hüznünü gölgeliyor.

Aynı yerden 1932'de acele posta olarak uçakla gönderilmiş ve alıcısı tarafından hiç açılmamış bir mektup zarfıyla da yollarımız kesişti. Bu zarfın tam olarak asla bilemeceğim hikayesi bu haliyle bile beni çok etkiledi. 1932'de olabilecek en hızlı şekilde alıcıya ulaştırılmaya çalışılan bir mektup 2013'e hiç açılmadan geliyor ve beni buluyor. Hala açmaya kıyamadım. Böyle hadiseler kim bilir ne trajedilere sebep olmuş, yahut da mani olmuştur, kim bilir. Açmadan evvel fotoğraflayıp belki bu notun sonuna eklerim zarfı. Buna ilave olarak bir de zarfı aldığım yaşlı bayan var. 2 dolara aldığım zarfın para üstünü verirken güya gözümün önünde saydı. Ama öyle enteresan bir şeyler yaptı ki, para üstü olarak 6 dolar verdiği halde sayarken bu 8 dolardı. Tamam, iyi niyetimi de korumak istiyorum ama internette bu tür para sayışlarla ilgili dümenlere denk gelmiştim evvelce. (Buarada, ben para sayma konusunda ben tam bir kara mizah sebebiyim. Toplu paraları elimde tutmaya alışkın olmadığımdan, iş icabı emanet paraları sayarken bile, beklenen hızlı parmak hareketlerini yapamadığımdan çok traji komik bir hal alıyorum yine de bu alışamamışlık hali; benim için bir açıdan sevinilecek bir durum.) Neyse, bayana dönersek, para çok fazla olsa arada yanlışlıkla atlamalar olabilir diyeceğim ama parayı tutuş ve sayarken gösteriş şekli daha ilk etapta bile enteresan gelmişti bana. Fakat iligimi çekse de bu olumsuz bir anlam içermiyordu. Sonradan, aklım az evvel 8 dolara aldığımdan bahsettiğim kitapta olduğundan gözümün önünde sesli sayılan parayı tekrar sayma ihtiyacı duydum her nedense. Allah'tan saymışım yoksa kitabı alamayacaktım. Arkamı döner dönmez yeniden saydığım ve eksik çıkan paranın kalanını da aldıktan sonra bir solukta kitapçının standının önüne vardım. Yalnız, zarfı satan yaşlı bayan çok hızlı bir şekilde sorgulamadan kalan eksik kısmı verince düşündüm de kaç kişi gözünün önünde sesli sayılan bu miktarda bir parayı yeniden sayıyor ki. Cebine attıktan sonra sağlamasını yapmak da pek mümkün değil. Umarım bayan bu "yanlış hesabı" alışkanlık haline getirmemiştir.

Tüm bu mütezavi "ekşınlara" ilaveten, ulaştırılmak istenen muhatabına ulaşamamış zarfa dair yaşadığım ve düşündüklerimden sonra, ilginçtir ilk başta bahsettiğim kitabın çevirmeni muhterem Cevat Çapan'ın 2013 Eylül'ünde çıkmış Su Sesi kitabında geçen ve anlattıklarımı şiirce tercüme eden bir şiirine rastladım bugün. Hal böyle olunca insan aramak tutkusunun etrafında oluşturduğu güzel mıknatısa iman etmesin de ne yapsın. Şöyle ki:

"yaşadıklarının bir tortusuydu o masum anılar,
geleceği nerdeyse unutulmuş bir zamana bağlayan.
unutma, belleğin zindanındı senin, düş gücün özgürlüğün.
böylece dolaşıp durdun bir süre dilini anlamadığın insanlar arasında,
gökyüzünün mavi bir yama gibi görünüp kaybolduğu gökdelenler altında.
nasılsa rastlamıştın bir gün ücra bir bitpazarında
gözden çıkarılıp bir köşeye atılmış o tozlu yadigârlara
ve anlamıştın hemen, derinden bir acıyla:
aldırışsızlık da bir çeşit rahatlamaymış
sonunda.

şimdi gene bir sürgündesin kendinden,
uyandığın yer uyuduğundan başka.
sen de duymuşsundur elbet eski bir kulağı kesikten:
kendini kolay kolay bağışlayamazmış insan. " Cevat Çapan

bir buzulun çatlağından nasıl sızarsa su

bir buzulun çatlağından nasıl sızarsa su
ve nasıl iki yüzü varsa o suyun tadının,
bir ileri
bir geri ve nasıl biri tatlı öbürü sertse,
öyle ölüyorum ben de son kez her anında
bu günlerin,
bir yandan eski iç çekişler artık
salıvermezken beni,
bir yandan göremiyorum gideceğim yeri.
osip mandelstam

dostluk


"güzel bir dostluk ilişkisi kurabilmek bile bir devrimdir." cevat çapan

7 Ocak 2014 Salı

Gün Ola Harman Ola



toslayışlar


Tutup elimizden, paçamızdan, kulağımızdan, kendimize getiren toslayışların kalbimizin üzerinde yeri var.

Hukuk Guguk


"Bu hukuk bir kör okçudur, yüz ok atar doksan dokuzu masumları yaralar biri ancak suçluya isabet eder." Mustafa Fikret Şahin

BASINA VE KAMUOYUNA


ANKARA SINCAN ÇOCUK VE GENÇLIK CEZAEVINDEKI MAHPUS ÇOCUKLAR

Ankara Sincan Çocuk Ve Gençlik Cezaevindeki mahpus çocuklar yeni yıla işkence altında girdi. Bir süredir sürekli yeni sevkler ve sevk edilen çocuklara yapılan çıplak aramalar ve benzeri onur kırıcı muamelelerle gündeme gelen Ankara Sincan Çocuk Ve Gençlik cezaevinde yılbaşı izni nedeniyle görüşme yapan aileler çocuklarını yara bere içerisinde buldu. Ailelerin Derneğimize, Tuhadfed Ankara Şubesine ve BDP Hukuk Komisyonuna yaptıkları başvuru sonucu bu üç kurumun avukatlarından oluşan heyetimizle dün akşam saatlerinde ceza evine bir ziyaret gerçekleştirdik. Ziyaretimiz sırasında cezaevi idaresi tarafından saldırıya maruz kaldığı bildirilen 12 çocukla görüşme sağlandı. Olayların vuku bulduğu C10 Ve C12 koğuşlarına uzak olan B2 koğuşunda kalan çocuklar dışındaki bütün çocukları yüzleri yara bere içerisinde, incecik kıyafetlerle ve kıyafetlerine kan bulaşmış halde bulduk. Çocukların anlatımına göre olay C10 Koğuşunda 01.01.2014 günü yapılan sayım esnasında hasta olan bir çocuğun yattığı yerden kalkmak istememesi ve gardiyanın sen aşağı inene kadar gitmiyorum demesi üzerine başlamıştır. Gardiyandan kendilerine saygılı davranmasını rica eden çocuklara ana avrat sinkaflı bir biçimde küfreden gardiyanla arbede başlamış bunun üzerine gardiyanın telsizle müdahale haberi üzerine odaya 40 civarı gardiyan girmiştir. C10 koğuşunda kalan 4 çocuğu teker teker döverek dışarı çıkarmışlar, koridorda da dövmeye devam etmişlerdir. C10 koğuşunda kalan görüşme yaptığımız çocuklardan bir tanesinin bu esnada sürekli kafasının duvara vurulması nedeniyle yüzünde 4cm uzunluğunda yüzüne yayılmış bir şekilde kırmızı ve mor renklerde ekimoz oluşmuştur. C10 koğuşunda yaşanan arbedeyi duyan ve aynı anda sayımda olan C12 koğuşunda ise çocuklar arkadaşlarının durumundan endişe ettiklerini ve onları görmek istediklerini belirtmişlerdir. Bunun üzerine gardiyanlar C12 nin kapılarını kapatmışlar içeride kalan çocuklar ise kapıları yumruklayarak slogan atmaya başlamışlardır. Bu gelişmelerden sonra zaten sürekli tehdit edilen C12 koğuşu kendilerine de saldırı olabileceği için merdivenlerin önüne masaları koyarak saldırıyı engellemeye çalışmışlardır. Masalar nedeniyle yukarıya çıkamayan gardiyanlar yukarıya tazyikli su sıkmıştır. Müdür ve gardiyanlar alt kattan çocuklara inmelerini söylemişler arkadaşlarını görmeden inmeyeceklerini söyleyen çocuklar müdürle konuşurken su sıkılmaya devam edilmiştir. Çocuklar aşağı inmeyince koğuşa sarı renkli bir gaz sıkılmıştır. Gaz nedeniyle etkisiz hale gelen çocukları hem odadan çıkarırken hem müşahadeye götürürken sürekli dövmüşlerdir. Çocukları tersten kelepçeleyerek müşahade odalarına atmışlardır. Birkaç saat müşahadede kelepçeli vaziyette bekletilen çocuklar önce cezaevindeki hastaneye ardından Sincan devlet hastanesine götürülmüşler burada doktorla iletişim kurmaları yanlarında bulunan askerlerce engellenmiştir. Hastaneden getirilen çocuklar bir kez de cezaevi girişinde çıplak aramaya maruz bırakılmış gene dövülerek müşahade odasına götürülmüşlerdir. Camları açık olan müşahade odasında çocuklara ne yatak ne kıyafet verilmiştir. Sadece bir battaniye verilen çocuklar ertesi gün akşama kadar da aç bırakılmışlardır. Cezaevini ziyaretimizden bir iki saat önce muhtemelen heyet geleceği bilgisini alan cezaevi idaresi müşahade odalarına yatak vermiştir.

Bu saldırı plansız ve aniden gelişen bir durum olmayıp zaten C12 koğuşu bundan bir hafta önce cezaevi müdürü tarafından tehdit edilmiştir. Milletvekillerinin Çocuk ve Gençlik cezaevine gitme taleplerinin sürekli reddedilmesi de bu anlamda manidardır. Konuya ilişkin suç duyurusu yapılmış olup bu saldırının da devlet güvenlik güçlerince yapılan bütün saldırılar gibi cezasız bırakılmaması için sürecin sonuna kadar takipçisi olacağımızı belirtiriz.

İHD ANKARA ŞUBE,TUHADFED ANKARA TEMSİLCİLİĞİ, BDP HUKUK KOMİSYONU

DESTEKLEYEN KURUMLAR- ÇAĞDAŞ HUKUKÇULAR DERNEĞİ ANKARA ŞUBESİ

kaynak: http://www.ihd.org.tr/index.php/baslamalarinmenu-77/ortak-baslamalarinmenu-80/2760-ankara-sincan-cocuk-ve-genclik-cezaevindeki-mahpus-cocuklar.html

6 Ocak 2014 Pazartesi

“...inceldiğinde, çeşitli sebeplerle delindiği de olur uykunun. ne bileyim, bazen zihnimizdeki sivri uçlu bir hatıra deler onu; bazen henüz hazmedemediğimiz bir sözün acısı, bazen kolu bacağı aklımızın dışında kalan bir düşünce yahut bir duygu, bazen de etrafımızda olup biten, bizim fark edemediğimiz meçhul bir şey deler. işte o vakit delinen yerden içerisi görünmez ama dışarısı görünür. hakikat oradan gerçekte olduğu gibi görünmez tabii; uykunun sisi yüzünden, kendisinin biraz berisinde yahut gerisinde görünür.” Hasan Ali Toptaş

5 Ocak 2014 Pazar

hepimiz hrant olamayabiliriz ama hızır olabiliriz.


Bu sene buralarda kış Yılmaz Güney filmlerini anımsatıyor. Etrafta yığılmış karları gördükçe kafamsa soba üzerinde kaynayan çaydaklık replikli rüzgar sesleri esiyor. Sabah 4 şeritli işlek bir yolda bir aracın yoldan çıkıp karlara saplandığını gördüm. Tabi bu gördüklerimden sadece bir tanesiydi. Onu diğerlerinden ayıransa ardından gördüklerim oldu. Zira hemen akabinde karşı şeridin ta öteki ucundan işçi tutumlarıyla işe gitmek üzere yola koyulmuş bir adamın aracını kenara çekip, eline aldığı küreğiyle, zor durumda kalan araç sahibine yardım için karşıdan karşıya geçmeye çalıştığına şahit oldum. Kötülüklerden çok fazla etkilendiğimiz muhakkak. Ama, ya iyiliklerden? Bir iş veren olarak bu olaya şahit olsaydım, sanırım adamın üstesinden gelebileceği sağlam bir işi hiç düşünmeden teklif ederdim. Şahit olduğum bu durum beni güzellikten ağlattı. Önce burnumun direkleri sızladı ama durduramadım içimdeki tuzlu nehri. Hele ki, evvelce cepteki para sıkıntısı yüzünden, buz gibi havada bozulan aracı çekmek için yanaşan çekicinin pazarlıkta anlaşamayıp otabanda gece vakti aracı çekmeden gitmişliğini ve daha nice akbabanın pişkinliğini tecrübe etmiş bir bünye için gördüğüm bu kısa sahne zihnimde uzun süre uzun metraj bir dolanıma sahip olacak gibi. Bu sabah, dünyanın yarına dair nur topu gibi bir umudu daha oldu... Ve ben, bu mütevazi notla onu çoğaltmak niyetindeyim. Bir arkadaş bu olaya şaşırıp ağladığını doğuda birilerine anlatsam hayret ederler dedi. Bir açıdan haklı olabilir. Başka bir arkadaşımın evvelce dediği gibi, doğunun ahlakının da ahlaksızlığının da sınırı yok. Bireyselciliğin yeterince nüksetmediği beldeler doğuda daha fazla gibi. Fakat ben burada da sık sık yolda kalmış araçlara aynı yönden giden araçların durup yardım ettiğini görüyorum. İş ticarete bindiğinde renk değişiyor tabi. Beni asıl etkileyen iş tulumlu adamın işe geç kalmak pahasına ters yönden bu yardıma kalkışmasıydı. Ve evet, bazıları bu olaydan etkilenmemi fazla duygusal bulabilir. Ama ben güzelliğe de çirkinlik kadar alışmak istemiyorum. Her rastladığımda hayretim ve mutluluğum çoğalsın istiyorum.

Yaz kızım: Karaya oturmak maharet ister.

Hayat insana gemiyi batırmadan karaya oturtabilmenin de pek mühim bir şey olduğunu ve bunun her kaptanın harcı olmadığını aheste aheste öğretiyor. Herkesin de nasibine Cudi düşmüyor.

Sanatkarın Ölümü

*mezar taşlarımıza alternatif notlar...

Gitti gelmez bahar yeli;
Şarkılar yarıda kaldı.
Bütün bahçeler kilitli;
Anahtar Tanrıda kaldı.

Geldi çattı en son ölmek.
Ne bir yemiş, ne bir çiçek;
Yanıyor güneşte petek;
Bütün bal arıda kaldı.

CAHİT SITKI TARANCI

4 Ocak 2014 Cumartesi

'Sıfır Noktasındaki Kadın'


Hiçbir şey istemiyor, hiçbir şey ummuyordum. Hiçbir şeyden korkmuyordum. Bu yüzden özgürdüm. Çünkü yaşamımız boyunca bizi köleleştiren isteklerimiz, umutlarımız, korkularımızdı. Özgürlüğüm onları öfkelendiriyordu. Hala istediğim, hala korktuğum ya da hala özlediğim bir şey kalmış olması hoşlarına giderdi. O zaman bir kez daha köleleştirebilirlerdi...

Neval El Saddavi / 'Sıfır Noktasındaki Kadın'

Kapitalist Sunakta Kan Kaybederken Görülmüştür/020120140230



"Dün" akşam iş yerinden ayrılırken, 2 gün evvel alışveriş merkezinin girişinde bahara yetiştirilmeye çalışılan restoranların yapımında çalışan 27 yaşında bir gencin iş kazasında her gün kullandığım kapının yakınında öldüğünü öğrendim. Bir gencin -daha- bu Firavun piramidinin inşasında can verdiğini öğrenmek beni hayli üzdü. Kar, tipi, Noel demeden frelenemez bir hırsla insanları inşaatta çalıştıran bu gözü dönmüş sisteme saydırırken en çok canımı yakan şeylerden biri de 2 gün evvel masum bir işçinin kanının akıtıldığı bu kapitalist sunakta bu kazayla ilgili tüm izlerin ortadan kaldırılmış olmasıydı. Kâr motivasyonunu gölgede bırakacak, müşterilerin gözüne nâhoş gelecek tüm olaylar sahte yaldızlar ve plastik kar motifleriyle örtülmüştü. Sanırım 21. yüzyılın en büyük illetlerinden biri bile hayatın suni, rutin akışının kayıplarımız için yas tutmaya bile fırsat vermeyecek şekilde kurgulanıyor oluşudur. Buna benzer şeylere şahit oldukça ciddi şekilde midem bulanıyor, fiziken de sarsılıyorum.

Aynı mekanda bu bir ay içinde iki defa ısrarla yangın alarmı çaldığı halde, çocuklu aileler bile mekanı terketmemekte diretip alışveriş yapmaya devam ettiler. Benim talihsizliğim midir bilmem, hemen yanı başımda yine yakın zamanda 2 kişi epilepsi nöbeti geçirdi. Birinin kafa üstü düşmesinin etkisiyle başı yarıldı, her yer kan gölü olmuş, bir arkadaş ambülans çağırırken, ben de sağa sola güvenlik görevlilerine haber vermek için koştururuyordum ki; insanların, adamın yanına düştüğü standdan alışveriş yapmaya devam ettiklerini gördüm. Sonunda güvenlik gelip müşterilerin yönünü değiştirmeye çalışsa da pek başarılı olamadı. İnsanların alışveriş poşetleri neredeyse adamın kafasının üzerinden geçiyordu. Diğer bir stand görevlisi arkadaş da benzer bir nöbet geçirdiğinde yine yakınındaydım. Kafasını sarsılırken etrafa çarpmaması için yardıma gittiğimizde, insanlar kendisinin standından ürün bakmaya devam ediyorlardı ve yardımcısı da müşterilere fatura kesmeye ara vermeden devam etti. Bu olaylar sürekli gözümün önüne geliyor gidiyor. Belki biraz seyreltilmiş haliyle buna benzer olaylar sıklıkla yaşanıyordur alışveriş mağazalarında, bilemiyorum. Fakat ben kabaca bir hesapla, sanırım şu bir, iki ay içinde alışveriş merkezinde mecburen geçirdiğim zamanı saate vursak; bir ömür mağazaladarda geçirdiğim zamana eştir. Hususi bir ihtyacım olmadığı sürece, sırf vitrinlere bakmak için böyle yerlere gitmekten, zaman harcamaktan hazzetmediğimden bağışıklık sistemim böylesi olaylara dair gelişmemiş olsa gerek ki bu kadar etkileniyorum gördüklerimden. Yine de alışmamış olmaktan memnunun verdiği acı hayli fazla olsa da. İnsan zaten insan kalarak tüm bunlara nasıl alışabilir ki.

Bazı mağazalar Noel'den sonraki sabah saat 5'te açtılar kapılarını müşterilere. İnsanlar evvelsi gece kendilerine hediye edilen eşyaları değiştirmeye, geri verip paraya çevirmeye, hediye kartlarını harcamaya böylesi erken saatlere geldiler piramitlere. Nasıl bir bağımlılıktır bu anlamak zor. Sanırım bu konuda Türkiye'ye döndüğümde de hayli şaşıracağım. Şu birkaç yıl içinde bile hayli değişmiş insanların meyilleri, alışkanlıkları. Arada bir bazı programları izlemek için internet üzerinden birkaç tv kanalına bağlandığımda her 3 reklamdan biri otel tipi ev, gayri menkul ve kolay kredi reklamı. Bir de geçenlerde çamaşır kurutma makinası reklamına rast geldim ve demek ki Türkiye'deki ev ortamları da artık kibrit kutusuna döndü, dedim içimden. Şimdiye kadar gündelik hayat alışkanlıkları ve kültür müsait bir hale gelmiş olsaydı bu ürünü çoktan piyasaya sürmüşlerdi büyük şirketler. Anlaşılan o ki, toplum şimdi tam "kıvama" gelmiş.

Bir müddet evvel, çocukluk arkadaşlarımdan, mahallemizden birkaç komşuya internet ortamında denk geldim, bir tanesinin babası balkonuna bir zamanlar Vampir Vural savaş yazılı bir pankart astığı için hapse atılmıştı. Eskiden, doğum günlerinin caizliğini tartışan insanları, bir yaşındaki çocuklarının, torunlarının doğum günü için mekan kapatırken görünce insan hem şaşırıyor, hem de üzülüyor haliyle. Üzüntümün sebepleri çeşitli, tabii: Doğum günlerini, partiyle, davetle kutlamaktan hazzetmesem de, gönül almaya, kimi zaman hediyeleşmeye, samimi bir selama, sevdiklerimizin varlıklarına ve hayatlarımızda olmalarına şükür vesile olarak görsem de, evvelce böyle düşünen insanların inandıkları konularıda pek çok ciddi erozyonu tecrübe etmesi bir yana, doğdukları günlerde böyle lüks bir tecrübeyle hayata adım atan bu bir kaç yaşındaki çocukların ilerideki muhtemel doyumsuzluk problemlerini düşündükçe geçmişlerini, şimdileriyle kıyasladığım insanların halinden daha fazla üzülüyorum. Bu yaşlarda imkan ve eğlence çıtası enlemesine de boylamasına da bu kadar genişleyen yeni nesle yarın ne iyi gelebilir ki.

Şimdilik çalıştığım yere dönersek, alışveriş motivasyonun doruklara doğru pompalandığı, içi boşaltılmış özel günlerde, özel bir itinayla elimden geldiğince evde zaman geçirmeye çalışan biri olarak hiç böyle şeylerle karşılaşmamıştım sanırım, çocukluğumun geç kalınmış bayram alışverişlerinden birkaç çarşı Pazar manzarasını saymazsak. Geçen yıllarda sadece bir defa birkaç dakikalığına insanların hallerine şahitlik etmek için Kara Cuma olarak adlandırılan indirim günün gecesinde, mağazaların önünde uyku tulumlarıyla sıraya giren insanları görmek için bir alışveriş merkezinin kapısına gitmişliğim var. Bünyem alışkın olmadığından, yüzlerce spot Iiık, sürekli tekrar eden müzik müsveddesi şarkılar başımı döndürüyor. Gün yoğun geçmese dahi kendimi çok yorgun buluyorum akşam eve döndüğümde.

Pek çok defa, özellikle kadınların, hatta belki de sadece kadınların bir ürünün seçiminde muhtemelen hayatı sorgulamalarından çok daha uzun bir süre kafa yorduğunu görüyorum. Bunun bir atkı için dahi birkaç saati bulduğuna şahit oldum. Eminim bazıları evlenirken vs dahi bu kadar düşünmemiştir diyorum bazen. Çok hızlı karar veren kimi erkek müşterilere de latife olsun diye bu düşüncelerimden bazılarını paylaştığım da oluyor. Gülüyorlar.

Bir de pazarlamanın, modanın insanlar üzerindeki etkisini ilk defa bu kadar yakından gözlemleme fırsatı bulabildim. Mesela; iki ucu boyundan aşağı sarkan klasik atkılar yerine daire şeklinde olanları piyasaya sürmüşler birkaç yıldır, adına da sonsuzluk anlamına gelen bir cins isim uydurmuşlar. Basit bir şekilde ürünün görüntüsünü matematikteki sonsuzluk işaretiyle ilişkilendirerek, estetize ediyorlar böylelikle. Her gelen bu ürünü arıyor fellik fellik, gösterildiğinde ise ben bundan değil şu "infinity" denenden istiyorum diyorlar. Böylelikle aslında neyi aradıklarını bilmedikleri, ve duydukları için ardlarına düştükleri ortaya çıkıyor. Bu bana çok enteresan geliyor. O kadar spekülasyona açıklar ki. Bu o üründür dense hemen tatmin olup, doyuma bir sonraki tüketim pompalanmasına kadar ulaşacaklar. Keşke insan hakikat arayışını da böylesine mecnun bir halde yaşayabilse. Çünkü hakikati araken, daha doğrusu bir bıkma o herşeyi kuşatan anlamdan parçalar kopartıp kendi idrakine sığabilecek daha büyük bir parçanın ardına düşerken de eğer mutlak hakikat gibi bir sınırlama yoksa zihinde ve buluğunun mutlaklığına kendini ikna ederek ilk konaklama mevkine kolaycılıkla tünemiyorsa, bulduğu anlamla avunması da çok kısa vadeli oluyor insanın. Herkesin arayış nesnesi farklı işte. Önemli olan sanırım aradığını nesnelikten kurtarabilmek ve bulduklarıyla muhatap olabilmekte. Bir ihtimal bulacağımız anlamların bizi muhatap alınmaya değer bulması, varlığımıza varlığını açması için de, sanırım bu hayat sergüzeştimizde, yolda olabildiğince arınmalı, varlığımızdaki aburcubur hırsları tasfiye edip, asıl som anlamlara, idraklere ve onları amele dönştürmemize vesile olacak takate yer açmalıyız.

yaşantılar


“Öyküler ancak onları anlatabilecek olanların başından geçer demişti biri bir gün: Aynı şekilde belki yaşantılar da onları yaşayabilecek olanlara sunarlar kendilerini.”

Paul Auster, The New York Trilogy

İsimlerimiz 'satılık' değil!

İsimlerimiz 'satılık' değil!

Zaman ve mekânın isimler üzerinden kaydı tutulur.

Unutuşun çağında, hafızaya bir darbe de biz vurmayalım.

Nereden mi icap etti bu cümleler.

Hafta sonuna dönelim. 'İstanbul hem koştu hem coştu' yarışmasına...

Ne vakittir Avrasya Maratonu olarak bilinen yarışma -ki bu isimle tam 34 defa yarışma düzenlendi- parayı veren düdüğü çalar hükmünceVodafone Koşusu oldu.

Dedem Korkut zamanında değiliz. Boy boylayıp soy soylayıp isim kazanmıyoruz. Ama isimlerin hayata geçmesi yani parlak bir imaj eşliğinde algılanması çok da kolay olmuyor.

Avrasya Maratonu mesela. Bütün dünyaya iki kıta arasında yapılan maraton olarak lanse edeceksiniz maraton tam da ismi üzerinden cazibe alanı oluşturmuşken; sponsor firmanın arzusu/ isteği/kaprisi doğrultusunda bilmem kaç yıllık isim anında olacak bir marka temsilcisi.

Madem ismi değişti o halde neden Asya'dan Avrupa'ya koşuluyor? İsmi değişmişken şehir de rahatlasın, köprü de rahatlasın iki yakası bir araya gelmeyen bir koşu olsun.

Yarışmanın sadece ismine değil itirazım. Ödüllerin miktarına da tepki koymaktan yanayım. Ayakları ile koşanlar 50 bin dolar alırken tekerlekli sandalye ile koşanlar niye onların onda bir miktarınca ödüle layık görülüyor?

Adı üstünde ikinciler engellerine rağmen hedef çizgisine varıyor, birinciler hiç engelsiz.

Engelli vatandaşlarımızı sosyal hayatın her safhasında daha çok görmek istiyorsak yaptığımız yarışmalarda ödül konusunda daha adil olmamız yetmiyor, pozitif ayrımcılıkla özendirici olmamız da gerekiyor. Ama verilen ödüllere bakınca; engelli sporculara ağabeyinin/ablasının oyununa dahil edilen 'fasulyeden oyuncu' muamelesinin yapıldığını görmek mümkün.(Oyuna çorbadan, fasulyeden dahil olmayı yaşı kırkın üzerinde olanlar hatırlayacaktır.)

Son yıllarda isim değiştirme anlayışımız had safhaya vardı. İsimler tıpkı kokular gibi hafızayı besleyen en önemli damarlardır. Bir insanın sürekli isminin değiştiğini düşünün. Onun sizin hafızanızda yer etmesi mümkün mü?

İsimler ve hatırlama, isimler ve unutma arasında doğrudan bir bağlantı vardır. Bir insan hatırlamak istemediği hayatının bütün izlerini silmeye önce ismini değiştirerek başlar.

Toplumsal değişimin izlerini de isimler üzerinden okumak mümkün. İsim aidiyet zincirinin ilk halkasıdır çünkü. Olmak istediğimize önce isim üzerinden yaklaşırız. Çocuklarımıza atalarımızın ismini vermek nasıl bir bağlanma ise, hiç duyulmamış ismi vermek çabası da o denli bir kopma isteğini barındırır.

Laf lafı açıyor... İsim bahsi derin bir konudur.

Başa geri dönecek olursak...

Dijital devrimin etkisi ile yeni kuşağın bir hafıza sorunu olacağı kesin. Onların bu sorununa, ticari firmaların negatif katkı sunmasını bu kadar kolay hale getirmememiz gerekiyor.

Bir okuldan mezun oluyorsunuz. Yıllarca özgeçmişinize o okulun adını yazıyorsunuz. Sonra... Sonra bir gün bir âdemoğlu okulun tamir edilmesine (yıkılıp yeniden yapılmasına) üç beş kuruş katkıda bulunuyor diye onun atasının /dedesinin/ninesinin/eşinin/aşiyanın ismi konuluyor.

Bizim geçmişimizi silmeye ne hakkı var o yardımı yapan kişinin. Yaptığım yardımı isim üzerinden yaşatanlar bir mazinin üzerine değil boş bir araziye inşa etsinler okullarını hastanelerini.

Yazıyı bitirirken şunu da sormadan edemeyeceğim. İsim olarak Asya kelimesinden tamamen kopma isteğimizi mi barındırıyor Avrasya kelimesinin yarışma ismi olarak bile hayatımızda kalamaması?

Çok Avrupalı olduk öyle ya...

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/FatmaKBarbarosoglu/isimlerimiz-satilik-degil/41528

*Yazının yayınladığı sitede u yazının içinde, bahsi geçen Vodafone şirketinin ismine google aktif linkle reklam yapıyor, işte hayatımızın çelişkilerinden biri de bu...

"Türkümüz, 'güzellik bir varlıktır' diyor. Bugün biz, 'varlık' denilince ne anlıyoruz? Daha doğrusu, güzelliği anlıyor muyuz?" İbrahim Tenekeci

1 Ocak 2014 Çarşamba

stairway to heaven

Ne de çok şey birikiyor, erteleniyor yazmak için de yaşamak için de. Ama işte insan yaşamak sergüzeştini bazen hayatta kalma mücadelesi şekliyle tecrübe ettiğinde seçenekler sanki biraz sahteleşiyor. Seçenekler bunca sınırlıyken, seçim ve irade lakırdıları bazen çok asap bozucu olabiliyor. Kadercilik ayrı bir sıkıntı, ortasını bulana aşk olsun. Bazen günlerimi bitkisel hayat olarak tanımlayasım geliyor, sonra bitkilere bakıyorum; yahu onlar en azından fotosentez yapıp oksijen üretiyorlar, bizlerse karbondioksit ve daha fazlasını... Neyseki ölünce gübre olma potansiyelimiz var üzerimizde açan birkaç ağaca, çiçeğe :) İnsan ne kadar korkularından ve hırslarından azad olur, tutunduğu dalları bıraktığında özgürleşirse de, işte bilmek ve yaşamak bambaşka şeyler. Bir büyüğüm demişti; insan tutunduğu dalların tamamı kırıldığında düşecek sanır ama aslında asıl o zaman uçar yahut da özgürleşir. Bakalım bunu bir gün ilerlediğimiz hayat yolunda tecrübe edebilecek miyiz. Umarım yakında özlediğim kadar olmasa da yine kısmen düzenli şekilde yazabilirim. Tatil döneminde haftada 7 gün 11 ila 15 saat arası mesai yapınca insanın tüm kelimleri tuzla buz oluyor. Şu dönemde memlekette olan bitenlere paralel olarak, insanların tutum ve yorumlarını eş zamanlı gözlemlemeyi ne kadar istesem de henüz gerçekleştirecek fırsatı bulamadım. Yurdum insanlarından bu iş temposunu yıllarca yaşayanlar nasıl olaylardan haberdar olup müdahil olsunlar ki memlekette dönen dolaplara karşı. İnsan eve gelince bir yorgunluk çayı demlemeye bile takat bulamıyor. Yine de, yukarıda paylaştığım eser ve benzerleri; karlı bir gece yarısı arabadan inip eve geçecekken radyoda duyulduğunda insanı bir on dakika daha arabada mıhlayabiliyor...